“AYRAN”
SABAHATTİN
ÂLİ
Köyden
istasyona giden yol, eriyen karlarla dizboyu çamurdu. İki mızrak boyu yükselen
güneş, tarlaları hâlâ örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak
yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp
boğuluyordu.
Kocaman
ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş olan küçük Hasan, sağ
koluna aldığı güğümü, ara sıra dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazen sol
elindeki çinko maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az ağrı
verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla dolu olan güğümün
alt kenarı her adım atışında dizlerine vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği
sapı, kolundan kurtulup önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta
idi. Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun
topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya çamura basıyordu.
Y[a]z,
kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha uzamış
gibiydi.
Tam
yarı yolda bulunan küçük ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.
Küçük
Hasan senelerdenberi gördüğü şeylere alâkasız gözlerle bakıyordu. Kuru sazların
arasında çorak ovayı oyarak geçen ve tâ yanına gelmeden farkına varılmıyan dört
adım genişliğindeki küçük derenin, yanyana uzatılmış üç kalastan ibaret köprüsü
artık çökecek kadar sallanmaya başlamıştı.
Biraz
daha yukarda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan değirmenin uğultusu
duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının
önündeki, yaprakları dökülmüş, üç söğütle tamamen terkedilmiş bir viraneyi
andırıyordu.
Küçük
Hasan hiç bir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde kendisinin dönmesini bekleyen
iki küçük kardeşi, ne de dört saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan
anası bu anda aklında değildi. Ayranını satıp satamıyacağını da düşünmüyordu.
Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek, geri dönmek
mecburiyeti...
Uzun
bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı tuttuğu sol elinin
çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi. Gözlerini ileri çevirince
istasyona yaklaştığını gördü.
İki
tarafı çıplak dağlarla çevrilen bu upuzun ovanın tam orta yerinde yapayalnız
duran ve etrafındaki yapraksız akasyalarla daha zavallı görünen bu soğuk bina,
oraya rasgele atılmış bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta
treni bile, ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi ve
birkaç dakika durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte keyifli bir ıslık
edası vardı.
Küçük
Hasan, istasyonun tahta parmaklıkla ayrılan hududuna gelince biraz dinlendi,
sonra yine tahta parmaklıklı kapıyı aralayarak içeri süzüldü.
İstasyon
binasiyle raylar arasında kalan dört beş adım genişliğindeki yerde,
heybelerinin üstünde oturan iki köylü ile, kaputunun içinde büzülmüş gibi
duvara dayanan bir candarmadan başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit
çeşit kebapçılar, gazozcular, yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan değildi.
Ancak yazın civar köylerden kara üzüm, kavun, karpuz getiren beş on köylü burayı
canlandırırdı. Kışın ise küçük Hasan’la, üç dört günde bir küçük bir küfe kış
armudu getiren topal ve ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi.
Tren geldikçe rahatsız edilmiş bir suratla ortaya çıkan istasyon memuru, işi
biter bitmez derhal odasına çekilir, bütün gününü, on senelik akümülatörlü
radyosundan bir ses çıkarabilmek için asla yeis getirmeden uğraşmakla
geçirirdi.
Bugün,
kış armudunu satan köylü de ortada yoktu. Küçük Hasan güğümü yerin ıslak
kumları üzerine bırakarak rayları seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği
bir yerden alıp bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin
arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri görülüyordu.
Keskin
bir düdük sesi ile irkildi. İstasyona gelen tren, kendini haber veriyordu.
Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne geldi ve durdu.
Küçük
Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve m[a]şrapayı yakalayarak trenin boyunca
koşmağa ve başını pencerelere kaldırarak:
‘Ayran,
ayran, temiz ayran!’ diye bağırmaya başladı.
Yazın
‘Buz gibi!’ diye bağırırdı; şimdi, bu soğuk havada, sanki her ayran kelimesinin
başında hâlâ o ‘buz gibi’ sıfatı vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu bile.
Trenin hemen hemen bütün camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de
boyalı saçlı, yün bluzlu kadınlar duruyordu.
Küçük
Hasan’ın gözleri, delecekmiş gibi, kapalı camlara dikiliyor ve bunların
arkasında teneke maşrapadan ayran içebilecek insanlar: hali vakti yerinde
köylüler, boyunbağsız esnaflar, izinli giden askerler, hâsılı susamış kimseler
arıyordu.
Bir
baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı dibi ince bacaklarına
çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü buruşturarak:
‘Ayran,
temiz ayran!..’ demeye devam ediyordu.
Dört
bardak, hiç olmazsa dört bardak satabilseydi. Buna mukabil alacağı on kuruşla
eve bir kara ekmek götürebilirdi. Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde
dörtgözle bekleyen iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip
geçiyor ve o hep bağırıyordu: ‘Temiz ayran... Temiz!..’
Annesi
hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç saat için geliyor, yanında
biraz yufka, birkaç soğan, bazen de yarım testi pekmez getiriyordu. Fakat
bunlar, üç tane aç mideye iki gün bile yetmiyordu... Ondan sonra iki kardeşi
beslemek vazifesi küçük Hasan’a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında olan bu
sıska çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan ibaret olan evde ellerine
ne geçerse yemekten ibaret gibiydi. Küçük Hasan hergün yoğurt çalmak için
kendisine lâzım olan mayayı onların yetişemiyeceği ve bulamıyacağı bir yere -tavan
direklerinin duvarla birleştiği köşeye- saklamağa mecbur oluyor ve hergün,
istasyonda bulunduğu sırada, bu iki aç midenin, kendileriyle aynı çatı altında
aynı açlığı çeken ihtiyar keçiyi bile yiyeceklerinden korkuyordu.
Çok
akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya koyarak ayran boşaltmak
için bir toprak çanak getirmek üzere ocağın yanındaki köşeye gider, sofra
başına döndüğü zaman o balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle
görürdü. O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan midesinin
hafif ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki üzerinde yatan kardeşlerinin
yanına, delik deşik ve yağlı bir yorganın altına sokulurdu.
Onu
asıl dehşete düşüren; kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç doymayan
mideleri değildi; eli boş olarak eve döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun
kendisine nasıl parlak ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını
hatırlayınca tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı kadar
bağırdı.
‘Ayran...
Ayran!..’
Trenin
üçüncü mevki vagonlarından birinin penceresi indirildi. Uzun boyunlu, kasketli,
kır bıyıklı bir baş uzanarak: ‘Ver bakalım bir tane!’ diye seslendi.
Küçük
Hasan maşrapayı titreyerek uzattı. Adam minimini gözlerini maşrapanın içine
dikerek sindire sindire içiyor ve sulu ayranı bıyıklarının ucundan yakalıksız
gömleğine damlatıyordu.
Maşrapayı
uzatarak:
‘Doldur
bir daha!..’ dedi.
Onu
da içtikten sonra yeleğinin cebinden bir onluk alıp aşağı attı:
‘Ver
beş kuruş!..’
Küçük
Hasan:
‘Yok
ki!’ dedi ve etrafına bakındı. Ortalıkta istasyon memurundan başka kimse
kalmamıştı. O da, hafiften kar çiselemeye başladığı için, boynunu içeri çekmiş,
trenin kalkmasını bekliyordu. Çocuk güğümünü olduğu yerde bırakarak ona koştu,
parayı uzattı:
‘Şunu
iki çeyrek yapsana!..’ dedi.
Memur
cevap vermeden arkasını döndü ve hareket kampanasını çaldı.
Trenin
penceresindeki uzun boyunlu adam eliyle işaret ediyor:
‘Gelsene
ulan!’ diye bağırıyordu. Küçük Hasan o tarafa koştu. Penceredeki:
‘Ver
on kuruşu!..’ dedi.
Çocuk
derhal parayı uzattı. Tren yavaşça harekete geçmişti. Adam parayı yine
yeleğinin cebine koyduktan sonra, çaresiz bir eda ile:
‘Yok
çeyreğim, ne yapalım!’ dedi.
Vagon
küçük Hasan’dan beş altı adım uzaklaşmıştı. Uzun boyunlu adam, pencereden
sarkarak:
‘Hey,
çocuk, hakkını helâl et!’ diye bağırdı. Küçük Hasan hiçbir şey anlamıyormuş
gibi bakakalmıştı. Tren hızlanıp uzaklaşıyordu. Tekerleklerin gürültüsü arasında
adamın sesi tekrar duyuldu:
‘Helâl
et bakayım, helâl et!.. Hâdi!’
Küçük
Hasan bir şeyler mırıldandı. Sonra güğümünü alarak istasyon duvarının kar
tutmayan bir kenarına çömeldi. Kar adamakıllı serpiştirmeye başlamıştı. Küçük
Hasan eve eli boş dönmektense akşam trenine kadar beklemeye karar verdi.
Soğuktan
donan ellerini ovuşturuyor ve annesinin keçi kırptıkları makasla kestiği
kertikli saçlarını kaşıyordu. Rüzgârdan gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini
saran kirpikleri çapaklanıyordu.
Akşama
kadar bu köşede bekledi. Arasıra ayağa kalkıp dizlerini ovuşturuyor, sonra
tekrar çömelerek kafasının içindeki sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu.
Düşünmesi ve tahayyül etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı
için, bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası aklına
geldi. Onun ağlamaklı yüzünü görür gibi oldu. Üç küçük çocuğunu toprak bir
damda bırakarak başka köylerde ve el yanında birkaç lokma için didinen bu
kadına karşı garip bir merhamet duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı
anasiyle aynı vaziyette bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç mahluk haftada
bir gelen zavallı kadını da hep o kin dolu bakışlarla karşılarlardı.
Kadıncağız, getirdiği bulgurdan yağsız bir çorba yaparken, kuru kuru
hıçkırmakla iktifa eder, evi bir parça düzeltmeye çalışır, akşama kadar
kaldıktan sonra, bazan bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük Hasan
onun ağzından babasına, veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime bile
duymamıştı. Zaten kendini bildiğinden beri bir an bile bunları merak etmiş
değildi. Hayatı istasyonda ayran satmaktan ve küçük kardeşlerini beslemekten
ibaret sanıyordu. Bunun için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün
birinde eve gelip birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk
daha doğurur, beş on gün sonra onu da başıma bırakarak giderse? diyordu... Bu
yeni misafiri de doyurmak kendisine düşecekti. Köylü de onların evinden nedense
uzak kalmayı tercih ediyordu. Kapılarını bir gün bir insanın açtığı
görülmemişti. Hayat eskisinden daha fecî olarak devam edecek, ve Hasan, günden
güne sütü azalan ihtiyar keçinin yardımıyle bu müthiş mücadeleyi başarmaya
çalışacaktı. Günün boş zamanlarını keçiyi otlatmak, karlı havalarda ise dere
boyunda, bir karıştan kısa, kuru otlar bulup hayvana getirmekle geçirecekti.
Yazın
işleri o kadar fena değildi. Sabahleyin serinde yola çıkarsa istasyona yorulmadan
varıyor, hemen hemen bütün güğümü satıyordu. Cebine doldurduğu ufak paralar
kadar, belki de daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün
hafif olacağı düşüncesiydi.
Sabah
treninde bütün ayranı satamasa bile, akşam trenine kalıyor, fakat istasyona
ekin getiren köylüler öğleyin ekmek yerken çok kere bütün güğümü haklıyordu.
Akşam
treni saat dört buçukta geldiği için yazın ortalık kararmadan köye
dönebiliyordu. Fakat bugün daha trene yarım saat kala istasyon korkutucu bir
alaca karanlığa gömülmüştü. Ayazda ve karanlıkta kalkıp geri döneceğini
düşünerek titredi ve hemen gitmek istedi. Fakat bu sırada odasından dışarı
çıkan istasyon memuru trenin yakın olduğunu anlattı.
Trenin
istasyonda durmasiyle kalkması bir oldu. Küçük Hasan kapalı ve puslu
pencerelerin arkasında hayal meyal belli olan insan şekillerine bakarak trenin
bir başından öbür başına koştu ve ‘Ayran, temiz ayran!’ diye bağırdı, kocaman
kunduraları ıslak kumlarda gıcırtılar yapıyor, karlar bağırmak için açtığı
ağzına doluyordu.
Vagonların
pencerelerinden dökülüp yerdeki su birikintilerine yayılan soluk mustatil
ışıklar sıçraya sıçraya uzaklaşırken küçük Hasan güğümünü kavradı ve tahta
parmaklıklı kapıyı iterek köyün yolunu tuttu.
Henüz
karanlığa alışmayan gözlerine kar parçaları vuruyordu. Güğümün içindeki ayran
her adımda çalkalanıyor ve garip sesler çıkarıyordu. Yavaş yavaş sırtından
içeri işleyen rutubet onu titretmeye başlamıştı.
Hiç
bir şey düşünmeden, hiç bir şey hissetmeden ve bir hayvan gibi yolunu
alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın içerisine doğru daldıkça pabuçlarının ve
güğümündeki ayranın sesine başka sesler de karıştı. Uzaklarda bir takım
hayvanlar bağrışıyordu.
Müthiş
bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını daha hızlı atmaya
çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu. Soğuktan uyuşan bacaklarında,
güğümün her çarptığı yer dakikalarca sızlıyordu.
Karanlıktan,
yüzünü kamçılayan kar ve rüzgârdan, dizlerine sıçrayan çamurdan ve duyduğu
seslerden korkuyordu. Açlığı, sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini,
yorgunluğunu unutmuştu. Bir an evvel köye varmak, ocakta küllenen bir odun
parçasiyle aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak istiyordu. Ne
yatmak, ne dinlenmek; sadece bir dört duvar arasında bulunmak... Bu geniş
karanlıktan, bu seslerden kaçmak...
Ayakkabıları
çamurda saplanıp kalmıştı. Yalınayak koşuyordu. Savrulan güğümden üstüne başına
ve yerlere ayranlar saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin arasından manasız
korku sesleri fırlıyordu.
Uzaklardaki
hayvan sesleri gitgide yaklaşıyor gibiydi. Halbuki yarı yoldaki kuru söğüt
ağacını daha yeni geçmişti.
Çapaklı
gözlerini karanlığı delmek ister gibi açarak ilerilere baktı. Hiç bir şeyler
göremedi. Havanın güzel olduğu gecelerde bile ışıkları tâ kenarına gelmedikçe
görünmeyen köy ona, varılması imkânı olmayan bir yer gibi geldi. Bir yere
sıkıştırıldığını ve kaçacak yer olmadığını anlıyan bir hayvan gibi vahşi ve
nihayetsiz bir korku duydu. Elinden ayran güğümünü ve maşrapayı fırlatarak
koşmaya ve gırtlağından anlaşılmaz sesler fırlatmıya başladı. Bunlar bazen ‘Ana..Ana!’
der gibi oluyor, bazen de ‘A... A... Aaah!’ ‘A... A... A... Aaah’ halinde
karanlığa yayılıyordu.
Hayvan
sesleri daha yakınlaşmış, yolun ilerisinde, karların arasında, birtakım
karaltılar belirip tekrar kaybolmaya başlamıştı. Küçük Hasan dizlerinin artık
kendisini taşıyamayacağını hissetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak
ayaklarının cıvık çamura her basışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı
gibi iniyor ve korkusunu birkaç misli arttırıyordu. Boğazına bir şeyler
tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak isterken dizlerinin
üstüne yuvarlandı. Kalktı, fakat beş
altı adım sonra tekrar düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşî bir şekil
almıştı.
‘Ana...
Ana!’ derken sesi, gitgide yaklaşan ve kar üzerinde kayıyormuş gibi süratli
adımlarla etrafında daireler çizen hayvanların bağırışından farksız oluyordu.
Büzülmüş
bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu kar örtmeye çalışırken o hâlâ
birbirine vuran dişlerinin arasından:
‘Ana...
Anacığım... Ana!’ diye mırıldanmaya çalışıyordu. Bu sırada, birkaç yüz metre
ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında rüzgârın sesini dinleyerek küçük Hasan’ı
bekleyen iki kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün
etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine sokularak
ağlaşıyorlardı.
Sabahattin Âli, “Ayran”, Cumhuriyet Öncesi Yazarlarından Çocuklara Hikâyeler (Düz: M.Seyda),
(2.b.), İstanbul: Milliyet Yayınları, 1976, s.183-202.