16 Ocak 2009 Cuma

Mehmet Çevik'ten Monodiyalog

Monodiyalog

I.

kerkük'te ölen
bir türkmen
bana ne
benim adım ameri/kan
lakabım coni
nâm-ı diğer canî

güneşi içen çölde
ölen bedevî
öldüren medenî(!)


II.

kerkük'te ölen
bir müslüman
bana ne
benim tetiğim isevî
kurşunum musevî
my god is money

H2O'su kurumuş
O RH negatif tanımlı gölde
öldüren maddî
ölen manevî


III.

kerkük'te ölen
bir insan
bana ne
ben petrol DNA'lı
demokrasi tohumuyum
ve aslına rücû etmiş
darwin torunuyum

barut kokulu gülde
açık gözler var
-öldürenin bir, ölenin iki-
velhâsıl-ı kalem
öldüren fanî
ölen bakî


Mehmet ÇEVİK

Keşke, "Keşke" Demeseydim!

KEŞKE, “KEŞKE” DEMESEYDİM!


Anadolu’nun bir noktasında belki doktor belki avukat belki de toprağı işleyen bir köylü olarak ekmeğini alnının teriyle kazandığından emin olduğum; ama adını bilmediğim kahramanıma...

Yaşam hızla akıp geçiyor dostlarım. Bu akış içerisinde kimi zaman sevinip sevindiriyor, kimi zaman da üzülüp üzüyoruz. Yaşımız ilerledikçe “keşke”lerimiz çoğalıyor.
İsmail Uyaroğlu’nun şu yazısının bana her okuyuşta yıllar önce yaptığım bir hatayı hatırlatıp “Keşke, keşke demeseydim!” dedirteceğini nereden bilirdim?
“Maraş’ta bir öğrencim vardı: Hidayet. Öğleye kadar simit satar, okula gelirdi öğleden sonra. İşte bu Hidayet’le bir gün kuyumcular çarşısında karşılaştık. Simit tablası vardı kolunun altında. Baktı ben geliyorum karşıdan, hemen oracığa bırakıverdi tablayı, sessizce döndü, vitrinlere bakmaya başladı. Sanki tablayla hiç ilgisi yokmuş gibi. Görmezlikten geldim ben de, sessizce geçtim oradan.
İşte bunun adı konmadı Öğrenci Hidayet’in, kuyumcular çarşısında Yoksulluktan utanışının Adı konmadı.”

Yıl 1991. Erzurum’daydım. Babamın memuriyeti nedeniyle bu şark ilimizde orta öğrenimimi sürdürüyordum. Beşinci katında oturduğumuz lojman, okulumun yanı başındaydı. Arada sadece çok yüksek olmayan bir duvar vardı. Kar, toprağı kapladığında bu duvardan atlayıp belime kadar kara gömülmek, kendimi iki saniyede okul bahçesinde bulmak öyle hoşuma giderdi ki...
Evimin balkonuna çıktığımda okul gözlerimin önünde belirir, boş sınıfların içlerini bile rahatça seyrederdim. Okulun bahçesi oldukça genişti, dört yanı ağaçların kuşattığı koca alanlarla çevriliydi. Ortada büyük bina, yanda yatılı öğrencilerin kaldığı yatakhane, yemekhane ve müdürün evi... Yaz gelip de okul kapandığında balkona çıkmak hiç hoşuma gitmezdi; çünkü öğrenci cıvıltısı kalmayan okulum derin bir sessizliğe gömülürdü.
Yine bir yaz öğleninde elimde domates -ki balkona çıkıp türlü yemiş yemek en büyük keyfimdi- okulu seyrediyordum. Üzerinde eski giysileri ve sıfır numara saç tıraşıyla okul bahçesinde o belirdi. Elindeki ağaç dalını toprağa sürüyor, canının sıkıldığı her halinden belli olacak şekilde, bahçede amaçsızca dolaşıyordu. İçimde garip bir duyguyla benden bir ya da iki sınıf üstte okuyan bu öğrenciyi seyre koyuldum. Belli ki köyüne ya da ilçesine dönememekten koca okulda tatilini geçiriyor, arkadaş bulamadığından olacak canı sıkkın dolanıyordu. (Şimdi düşünüyorum da belki kimsecikleri yoktu.)
Onu bir ay kadar önce çarşıda babamla gezerken elinde simit tepsisiyle, “Simiiit, taze simiiiit!” diye bağırırken görmüştüm. Bu duruma oldukça şaşırmış ve gözlerime inanamayarak babama: “Bak baba! Bu çocuk bizim okulda öğrenci. Bu yaz gününde ben tatilin zevkini çıkarırken o simit satıyor.” demiştim.
Bana “keşke...” dedirten olayın gerçekleştiği dönemde hazırlık sınıfında okuyordum. Sınıfın erkek öğrencileri olarak neredeyse her teneffüste bahçeye koşup top oynama hastalığına tutulmuştuk. Futbol oynama aşkıyla coştuğumuz yine böyle bir teneffüste bizden yaşça büyük olmalarına rağmen üst sınıfların erkeklerine meydan okuduk ve onları düelloya davet eder gibi oynamaya çağırdık. On dakikalık teneffüste hızla takımları kurduk ve maça başladık. Aramızda kıran kırana bir mücadele geçiyordu.
Rakip takımda işte bu simitçi çocuk vardı. Topla rakseder gibi oynuyor, önüne geleni çalımlayarak kalemizi gol bombardımanına tutuyordu. Öfkemden dişlerimi bileyip kırarcasına birbirine geçirmiştim. Üç beş arkadaşa çalım atan bu usta oyuncunun üzerine öylesine sert atıldım ki, onu iterek ayağındaki topu alma hırsıyla koştum; ancak ne mümkün? Bir el hareketiyle beni iteledi ve toprağa yapışıverdim. Düşürme niyetli bu feci girişimimi bana ustalıkla iade etmişti. Öfkeden deliye dönmüştüm; hırsımın aleviyle yanan ağlamaklı bir sesle bağırdım:
“Ne oluyor be simitçi! Simitçisin işte, simitçisin; yazları tatilde simit satıyorsun, gözlerimle gördüm!” diye haykırdım. İşte sevgili dostlarım, bu sözle bana “keşke” dedirtecek hatanın zincirini boynuma geçirmiştim.
O ne mi yaptı? Belli ki simit sattığından arkadaşlarının haberi yoktu. Ayağındaki topu bıraktı, arkadaşlarının ve çevredekilerin şaşkın bakışları arasında utançtan kıpkırmızı kesilen yüzüyle gözlerini toprağa dikti. Hıncımı alamayarak bağırışımı sürdürüyordum.
“Tatilde gizlice simit satıyorsun, gördüm işte, simitçisin sen, simitçi!”
Yaptığı en şerefli iş olan eğitim masrafını çıkarmaya çalışarak yaz tatilinde simit satan bu arkadaşı hiç unutamam. Yüzüne “Simitçisin sen!” diye haykırdığımda onun yaşayan bir ölüye döndüğü o an hayalimde taptaze canlanır. Şimdi nerede bir simitçi görsem aklıma o gelir ve “Keşke...” derim. Keşke demek insanoğlu için en acı duygulardan biridir, yaşam bunu bana öğretti. “Keşke, keşke demeseydim. Keşke...”

Erhan AKDAĞ
18-12-2008

6 Ocak 2009 Salı

Leylakların hayali, salkımların emeli

-Merhum Bestekâr Sadettin Kaynak’a İthaf-


L
E
Y
L
A

K
Lak
Lak
Lak
Lak
Ların
Hayaliyle yaşadın

Saadetti nefsi kaynak’ın

KAYNAŞTIRMANIN KOLLARINDA AŞK

YAŞASIN AŞK

duvarlar örüyoruz yaşamcıklar’a

atıyoruz aramızdan kaynaştırmaları

n’lere nezaketsizlik’i

s’lere sevgisizlik’i

ş’lere şiddet’i

y’lere yalnızlık’ı

yüklüyoruz umarsızca

harfler ise isyanda

bu

NaSıl

ŞeY!

4 Ocak 2009 Pazar

Kartallar Yüksek Uçar


KARTALLAR YÜKSEK UÇAR

Aşkı Uğruna Kolundan Geçen Atmaca’nın Yaratıcısı Sabahattin Âli’ye...


Isıtmalı deri koltuğa geniş gövdesini yerleştirdiğinde öğle yemeğindeki yağlı kebaptan arta kalan kırıntıyı diliyle dişlerinin arasından çıkarmaya çabalıyordu. Kontağı çevirdiğinde güçlü motorun çıkardığı homurtu doğaya meydan okurcasına haykırdı. Eee kolay mıydı, öyle yüz binlerce lirayı bu canavara peşin saymak her babayiğidin harcı olabilir miydi? Dilinin başarılı olamayacağını anlayınca cebinden kürdanı çıkardı, yüzünde yumuşak bir ifade ve az sonra zorlu bir kaleyi fethetme mutluluğunu tadacak kumandanın gönül rahatlığıyla ağzına soktu. Bostanlı’dan Konak’a yarım saat içerisinde gitmesi gerektiği aklına gelince canavarın gaz pedalına biraz daha zalimce yüklenmeye başladı. Motordan çıkan metalik ses sanki yolu zincirle dövüyor, “Her şeyin hâkimi benim, siz zavallılar önümde diz çökün!” edasıyla yolu yararak ilerliyordu.
Soğuk mart sabahlarında güneş Yenişehir’de bir başka buruk, bir başka hüzünle doğardı. Yoksul insanlara yaşatacağı yeni yeni sıkıntıları ve perişanlığı düşünseydi doğmakta tereddüt bile edebilirdi. Atmaca ile Sumru erkenden yola düşmüş, Çankaya civarında volta atarak gözlerine kestirdikleri kalantor beyefendilerin ve kokona hanımların önlerine atlıyor, yabancısı oldukları bu koca şehirde tamamlanan tedavilerinin ardından köylerine dönmek istediklerini; ancak günlerdir beş parasız bir halde sokakları arşınladıklarını en içten, en nağmeli biçimde -kim bilir belki de bininci kez- tekrarlıyorlardı.
Ömer polislik eğitimini tez elden tamamlayıp memuriyete atanalı tam sekiz ay olmuştu. Onca yılı felsefe okuyup türlü filozofların öğretilerini ezberleyerek Anadolu’daki bir üniversitede geçirmişti. Gel gelelim memlekette fütürist fertlerin “feylesof”luk faaliyetlerinin fos çıktığının farkına varması fazla güç olmamıştı. Ne yapsındı? Yaşlı ve hasta bir ana ile sakat bir kız kardeşe bakma çabası altında ezilen omuzlarına taktığı şerefli polis üniforması ailede herkesin tek avuntusu olmuştu. Bir kere idealistti; memlekette ne kadar namussuz, hırsız, cepçi, hapçı, katil varsa onlara dünyayı zindan etmeye içtiği antla uyanıyor, yine bu antla başını yastığına koyarak gözünü kapıyordu. İkincisi yaşamı sorgulamakla geçen beş boş yılın ardından bir şeyleri sorgulamak yerine iti, kopuğu, uğursuzu sorgulamak çok daha kolay ve eğlenceli geliyordu. Dürüstlüğü ve çalışkanlığı takdire şayan görülmüş, şimdi altına yirmi küsur yaşında kırık dökük bir Reno ile yanına Kırşehir’in Boztepe ilçesinden Satılmış adlı mazlum bir görev arkadaşı vermişlerdi. İki ülküdaş birbirlerinin huyuna suyuna alışmış, kısa sürede can ciğer arkadaş olmuşlardı bile. Birbirlerine güvenleri sonsuzdu.
— “Şey, affedersiniz abla, biz Turgutlu’dan buraya hastaneye geldik, ameliyat oldum, dünden beri aç dolaşıyoruz, varsa Allah rızası için bize bir yol parası verseniz de, köyümüze dönsek.” tümcesini öylesine utangaçça ve dokunaklı kurardı ki Atmaca, avını ağına düşürür ve en kötü olasılıkla avının birkaç lirasını dualar eşliğinde cebe indirirdi. Hele içli, çabuk etkilenen bir av karşılarına çıkmayagörsündü, temiz yirmiliği sevinç içerisinde cebine koyar, kurbanını uğurlayana dek sürdürdüğü dua silsilesiyle kendinden geçtiği bile olurdu ara sıra. Ancak bu sabah havanın soğukluğu sanki insanların dışı gibi içlerine de işlemiş, duygularını köreltmiş, kalplerini buzla kaplamıştı.
Kısacık boyuna rağmen bir metre önden giden göbeğiyle Kartal Bey, adının hakkını vermek istercesine ihaleden ihaleye atılıyor, keskin gözüne kestirdiği iradesi düşük kimi bürokratları tavlıyor, gözünü bürüyen para hırsıyla yatıp yine bu hırsla kalkıyordu. Bir kere oldukça başarılı bir iş adamıydı, sonra toplumda saygın bir yeri vardı. Kimilerine göre ona hayırsever bir iş adamı bile denilebilirdi. Öyle ya, sahte faturacılığının dilden dile dolaşmasını engellemek ve mahkemeye düşmemek için az mı iyilik yapmıştı? Neyseki nüfuzlu çevresi ve başarılı iş adamlığı sayesinde bu pisliği örtbas etmeyi iyi becermişti doğrusu. Tam iki aydır devletin alımını yapacağı yağlı bir bilgisayar ihalesini uzaktan seyrederek kovalamıştı. Al gülüm ver gülüm anlayışıyla ihaleyi çoktan bağlamış, daha düşük teklif veren bir iki şirketin ayağını kaydırarak binlerce bilgisayarı fahiş fiyattan okutup dudak uçuklatacak kârla yağlı ekmeğine bir de bal sürmüştü.
Sumru, soğukta saatlerce dolaşmaktan morarmaya yüz tutmuş kirli ellerini ovuşturarak Atmaca’ya seslendi:
— “Hadi artık Atmaca, vakit öğleyi geçiyor. Çorbacıya kıralım da zil çalan karnımızı doyuralım.”
Harabeye dönmüş ucuz bir çorbacıya seğirtmişlerdi ki, altmış-altmış beş yaşlarında, yürümekten aciz ve oldukça yorgun avları karşılarında beliriverdi. Yürümekte zorlanan ayaklarını güçlükle ileri sürerek yürümeye çabalıyordu. Atmaca yavaşça avına yanaştı, kolundan sarkıp neredeyse yere değmekte olan eski çantasına ustalıkla el attı ve göz açıp kapayıncaya kadar içindeki cüzdanı cebine indirdi. Esmer yüzündeki tuhaf tebessümle Sumru’ya yönelip tabanları yağlayacaktı ki esnaftan birinin bağırış çağırışıyla sersemleşti. Derken bağırışlar çoğaldı:
— “Dur ulan orada! Yetişin hırsız var!”
Atmaca neye uğradığını şaşırdı, tereyağından kıl çeker gibi tamamlaması gereken bu basit işin rengi bir anda değişip iş çıkmaza girmişti. Kaçmaya çalıştıysa da ensesine inen yumruk gibi iki el eşliğinde kaldırıma kapaklandı. Kalabalık kendisini çevirdi, esnaf ve vatandaşların sayısı arttıkça arttı, tekmenin biri inip biri kalkmaya başladı. Bu sırada çığlığı andıran bir siren duyuldu ve iki polis olaya müdahale etti. Sumru korku ve endişe içinde olanları seyrediyordu. Kalabalıktan bir ses:
— “Şu sarışın çingene kızı da bununla ortak, tutun, onu da tutun!” diye yankılandı.
Ömer ile Satılmış yerde yatan Atmaca’ya öfke ve tiksinti dolu bir yüzle yaklaştı, onu ayağa kaldırırken Ömer bu sefil gaspçının kafasına telsizi indirdi. Kim bilir kaçıncı kez dışarı çıkmakta can atan koyu kan esmer yüzü kapladı. Yarılan kaşın çevresi yoğun bir kırmızılıkla boyandı. Sumru feryat figan ederek:
— “Bırakın ağabey, ne olur vurmayın ağabey! Biz ne yapmışız ki? Allahını seversen vurma ağabey!” diye haykırıyor, Ömer’in ayaklarına gözyaşları içerisinde kapanıyordu.
Bu sırada caddede ne olup bittiğini anlamaya çalışan meraklı araç sürücülerinden tıkanan yolda bir eliyle kürdanı diğeriyle iki yüz binlik Mercedes’inin direksiyonunu tutan mağrur beyefendi Kartal Bey, göz alıcı ipek takım elbisesi, altında ışıl ışıl parlayan canavarı, sıcaktan pembeleşmiş yüzüyle polisin ve kalabalığın elinde kanlı yüzüyle inleyen bu sefil hırsızlara tiksintiyle bakıyordu.

Erhan AKDAĞ
27.12.’08 İzmir