16 Ocak 2009 Cuma

Keşke, "Keşke" Demeseydim!

KEŞKE, “KEŞKE” DEMESEYDİM!


Anadolu’nun bir noktasında belki doktor belki avukat belki de toprağı işleyen bir köylü olarak ekmeğini alnının teriyle kazandığından emin olduğum; ama adını bilmediğim kahramanıma...

Yaşam hızla akıp geçiyor dostlarım. Bu akış içerisinde kimi zaman sevinip sevindiriyor, kimi zaman da üzülüp üzüyoruz. Yaşımız ilerledikçe “keşke”lerimiz çoğalıyor.
İsmail Uyaroğlu’nun şu yazısının bana her okuyuşta yıllar önce yaptığım bir hatayı hatırlatıp “Keşke, keşke demeseydim!” dedirteceğini nereden bilirdim?
“Maraş’ta bir öğrencim vardı: Hidayet. Öğleye kadar simit satar, okula gelirdi öğleden sonra. İşte bu Hidayet’le bir gün kuyumcular çarşısında karşılaştık. Simit tablası vardı kolunun altında. Baktı ben geliyorum karşıdan, hemen oracığa bırakıverdi tablayı, sessizce döndü, vitrinlere bakmaya başladı. Sanki tablayla hiç ilgisi yokmuş gibi. Görmezlikten geldim ben de, sessizce geçtim oradan.
İşte bunun adı konmadı Öğrenci Hidayet’in, kuyumcular çarşısında Yoksulluktan utanışının Adı konmadı.”

Yıl 1991. Erzurum’daydım. Babamın memuriyeti nedeniyle bu şark ilimizde orta öğrenimimi sürdürüyordum. Beşinci katında oturduğumuz lojman, okulumun yanı başındaydı. Arada sadece çok yüksek olmayan bir duvar vardı. Kar, toprağı kapladığında bu duvardan atlayıp belime kadar kara gömülmek, kendimi iki saniyede okul bahçesinde bulmak öyle hoşuma giderdi ki...
Evimin balkonuna çıktığımda okul gözlerimin önünde belirir, boş sınıfların içlerini bile rahatça seyrederdim. Okulun bahçesi oldukça genişti, dört yanı ağaçların kuşattığı koca alanlarla çevriliydi. Ortada büyük bina, yanda yatılı öğrencilerin kaldığı yatakhane, yemekhane ve müdürün evi... Yaz gelip de okul kapandığında balkona çıkmak hiç hoşuma gitmezdi; çünkü öğrenci cıvıltısı kalmayan okulum derin bir sessizliğe gömülürdü.
Yine bir yaz öğleninde elimde domates -ki balkona çıkıp türlü yemiş yemek en büyük keyfimdi- okulu seyrediyordum. Üzerinde eski giysileri ve sıfır numara saç tıraşıyla okul bahçesinde o belirdi. Elindeki ağaç dalını toprağa sürüyor, canının sıkıldığı her halinden belli olacak şekilde, bahçede amaçsızca dolaşıyordu. İçimde garip bir duyguyla benden bir ya da iki sınıf üstte okuyan bu öğrenciyi seyre koyuldum. Belli ki köyüne ya da ilçesine dönememekten koca okulda tatilini geçiriyor, arkadaş bulamadığından olacak canı sıkkın dolanıyordu. (Şimdi düşünüyorum da belki kimsecikleri yoktu.)
Onu bir ay kadar önce çarşıda babamla gezerken elinde simit tepsisiyle, “Simiiit, taze simiiiit!” diye bağırırken görmüştüm. Bu duruma oldukça şaşırmış ve gözlerime inanamayarak babama: “Bak baba! Bu çocuk bizim okulda öğrenci. Bu yaz gününde ben tatilin zevkini çıkarırken o simit satıyor.” demiştim.
Bana “keşke...” dedirten olayın gerçekleştiği dönemde hazırlık sınıfında okuyordum. Sınıfın erkek öğrencileri olarak neredeyse her teneffüste bahçeye koşup top oynama hastalığına tutulmuştuk. Futbol oynama aşkıyla coştuğumuz yine böyle bir teneffüste bizden yaşça büyük olmalarına rağmen üst sınıfların erkeklerine meydan okuduk ve onları düelloya davet eder gibi oynamaya çağırdık. On dakikalık teneffüste hızla takımları kurduk ve maça başladık. Aramızda kıran kırana bir mücadele geçiyordu.
Rakip takımda işte bu simitçi çocuk vardı. Topla rakseder gibi oynuyor, önüne geleni çalımlayarak kalemizi gol bombardımanına tutuyordu. Öfkemden dişlerimi bileyip kırarcasına birbirine geçirmiştim. Üç beş arkadaşa çalım atan bu usta oyuncunun üzerine öylesine sert atıldım ki, onu iterek ayağındaki topu alma hırsıyla koştum; ancak ne mümkün? Bir el hareketiyle beni iteledi ve toprağa yapışıverdim. Düşürme niyetli bu feci girişimimi bana ustalıkla iade etmişti. Öfkeden deliye dönmüştüm; hırsımın aleviyle yanan ağlamaklı bir sesle bağırdım:
“Ne oluyor be simitçi! Simitçisin işte, simitçisin; yazları tatilde simit satıyorsun, gözlerimle gördüm!” diye haykırdım. İşte sevgili dostlarım, bu sözle bana “keşke” dedirtecek hatanın zincirini boynuma geçirmiştim.
O ne mi yaptı? Belli ki simit sattığından arkadaşlarının haberi yoktu. Ayağındaki topu bıraktı, arkadaşlarının ve çevredekilerin şaşkın bakışları arasında utançtan kıpkırmızı kesilen yüzüyle gözlerini toprağa dikti. Hıncımı alamayarak bağırışımı sürdürüyordum.
“Tatilde gizlice simit satıyorsun, gördüm işte, simitçisin sen, simitçi!”
Yaptığı en şerefli iş olan eğitim masrafını çıkarmaya çalışarak yaz tatilinde simit satan bu arkadaşı hiç unutamam. Yüzüne “Simitçisin sen!” diye haykırdığımda onun yaşayan bir ölüye döndüğü o an hayalimde taptaze canlanır. Şimdi nerede bir simitçi görsem aklıma o gelir ve “Keşke...” derim. Keşke demek insanoğlu için en acı duygulardan biridir, yaşam bunu bana öğretti. “Keşke, keşke demeseydim. Keşke...”

Erhan AKDAĞ
18-12-2008

Hiç yorum yok: