ŞEFTALİ
BAHÇELERİ
Refik Halit KARAY
Irmağa
giden yol, kasabadan kurtulunca, göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali
bahçeleri arasından geçerdi. Haziran içinde bile taşkın dere ayaklarının
çamurlu, ıslak tuttuğu bu gölgeli yerlerde otlar bütün bir yaz mevsimi yeniden
yeniye sürer, kızgın güneş, ağaçların tepelerinde meyveleri pişirirken, rutubetli
toprakta birbiri arkasına yoncalar fışkırır, çayırlar kabarırdı. Suların
serinliği, taze ot kokusu, gölgelik ve bereket içinde bahar bu bahçelerde ta kışa
kadar uzanıp giderdi.
Her
tarafa taşkın bir şeftali rayihasının dolup sindiği durgun sıcak günlerde
işsizler takım takım kasabadan inerler, ırmakta yıkandıktan sonra gelip gölgeli
çimenlerde yatarlardı. Yüksek dallardaki fazla olgun, ballı şeftaliler
saplarından kurtularak dolgun, yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içine, yatanların
üzerine mütemadiyen yavaş yavaş dökülürdü. Toplamakla biter tükenir şey
değildi: Mansulün yarısı ağaçlarda kalır, böyle, pişip oldukça aheste aheste
toprağa düşer, karışır, kaybolurdu.
Kasabanın
çocuk çığlığıyla dolu, gübre kokulu kızgın sokaklarından kurtulanlara bu kuytu,
loş, rayihalı yerler ne tatlı gelirdi… Akşam üzerleri hükümet memurları heybelerine
rakılarını koyar, merkeplere binip bu bahçelere gelirlerdi. Yer yer içki sofraları
kurulur, sohbetler edilir, gazeller okunurdu. Şeftali bahçelerinin zevki ta
uzak diyarlara bile şöhretini salmış, dillere destan olmuştu. Onun için ne kadar
zevkine düşkün, keyfine meraklı memurlar varsa hep burasını ister, buraya
yerleşirdi. Çapkın mutasarrıflarla rintmeşrep kadınların uğrağı olmaktan kasaba
öyle serbestlemiş, ahalisi öyle açılıp zevke, safaya dalmıştı ki artık mubah
görülmeyen günah kalmamıştı.
Burası
Anadolu’nun Sadabat’ı idi. Tıpkı Sadabat gibi burada da mütemadiyen sazlar
çalınıp çengiler oynar; gazeller okunup şiirler yazılırdı. İçki düşkünü
mutasarrıflar, müdürler içinde çoğu şairdi; Nedimâne gazeller yaparlar; arzudan,
tasavvuftan bahisler ederler; Mevlevilikten, Melamilikten dem vururlardı. Ömürleri
sazla, sözle tatlı tatlı geçerdi. Bu keyif düşkünü memurlar suya sabuna dokunan
işlere karışmadıklarından senelerce yerlerinde kalırlar, adeta kasabayı benimseyip
evler yaptırırlar; havuzlar açtırıp kameriyeler kurdururlardı. Zaten ekserisi
eski devrin hoş görmediği, mağduren gönderdiği kimselerdi. Terfi ümidinde olmadıklarından
resmî işlere ehemmiyet vermezler, zevklerine bakarlardı.
Sıcak,
ağır bir yaz günü idi... Yeni gelen Tahrirat Müdürü ikindi vakti kalemlerin
boşalıp dairelerde kimsenin kalmadığına pek şaştı, hükümet konağının iç
avlusuna dizili kadife palanlı, dinç, gürbüz merkeplerden birine atlayan
şeftali bahçelerinin yolunu tutuyordu. Kâtiplere kadar herkes, böyle,
birbirlerine selamlar dağıtarak, latifeler yaparak kabarık, taşkın heybelerinin
ortasına gömülü, keyifli keyifli, koşa koşa uzaklaşıp gidiyorlardı. Şehrin
açığında, ta ova ile bahçeler arasında güneşe karışmış, gittikçe büyüyen,
genişleyen bir toz bulutu geçtikleri yolu gösteriyordu.
Agâh
Bey dünya ahvalinden habersiz, nazariyatla büyümüş dik başlı, kuru zevkli bir
adamdı. Mülkiyeden çıktıktan sonra Avrupa’ya kaçmış, fakat nüfuzlulardan birinin
tavassutuyla İstanbul’a dönmüştü. Tam dört ay zaptiye nezareti tevkifhanesinde
sebepsiz alıkonulduktan sonra nihayet buraya Tahrirat Müdürlüğüyle atılmıştı.
Anadolu
içinden hanlarda kalıp köylerde yatarak memuriyetine gelirken yüreğini keder,
gam kaplamış, memlekete ciddi hizmet etmek kararını almıştı. Başının içinde, kasabaya
indiği gün, ıslahat, teşkilat, imarat gibi ağır düşünceler doluydu. Bu küçücük beldede
kocaman işler göreceğini, herkese parmak ısırtacak eserler çıkaracağını zannediyordu.
Durmayacak, dinlenmeyecek, çalışacaktı… Cüret lazım, diyordu, mutasarrıftan
tutarak amir ve memurların hepsini yola getireceğine emindi. Memleketi kaplayan
tembelliği, durgunluğu havsalası almıyordu. “Bu uyuşukluk, bu kayıtsızlık ne?”
diye kendi kendine soruyor, cevabını bulamıyordu.
Hayır,
kendisi büsbütün başka türlü bir memur, Avrupakârî bir hükümet adamı
olacaktı... İşte şu ufak memuriyet ne iyi bir tecrübe meydanıydı...
Fakat
ilk günü meyusiyete düştü. Mutasarrıf ona bu memlekette işlerin az olduğundan,
rahatına bakmasından, yorgunluk almasından bahsetti. Kadı Yahya’dan beyitler
okuyarak aşkın safasını, rintliğin lüzumunu anlattı. Muhasebeci, yerden temennalar,
gevrek kahkahalar arasında vesile getirip kuru üzümden iki çekilme tam yirmi
iki grado sert rakısını methetti. Bal ile yapılmış baklavanın envaını sayıp
döktü. Evkaf memuru daha ileri varmış, bekâr olduğunu anlatınca burada yokluk
çekilmeyeceğini müjdelemişti. İlk Alaybeyi, altmış beşlik iri yarı bir bunak, kötü,
kaba lisanıyla onu: “Safa âmedî safa âmedî!” diye pek laubali karşılamış; hiç
sebepsiz, birdenbire saat meydanındaki somaki mermerden, geniş göbek taşlı,
yüksek kubbeli selatin hamamını tarif etmişti. Önüne gelen de şeftali bahçelerini
söylüyor, keyiften, zevkten dem vuruyordu.
Agâh
Bey şaşkına dönmüştü. Muhasebecinin: “Arzu buyurursanız bahçelere gidelim,
merkep hazırlattık, eğleniriz!” teklifini derhal sert bir yüzle reddetti. Hükümet
konağında bir başına kalmıştı.
İkindi
güneşinin gözler alan çiğ aydınlığı içinde bilmediği sokakları yabancı yabancı
dolaşmaya mecbur oldu. Kasabanın iç mahalleri şenlik günlerine mahsus bir
boşlukla sessiz, durgundu. Çeşmelerden su taşıyan tek tük adamlarla birkaç ihtiyar
nineden başka kimseye rast gelmemişti. Onlar da kendisine acayip bir gözle bu
saatte, herkes bahçelerde iken neden buralarda dolaştığına şaşar gibi
bakmışlardı. Sonra kızgın, dumanlı bir g[u]rup oldu; ezan sesleri arasında
kısık, uyuşuk lambalar birer birer yanıp kasabayı kasvetli bir gece sardı.
Erkenden yatmıştı.
Lakin
aradan birkaç saat geçmemişti ki uykusundan şen seslerle uyandı, pencereye
koştu. Dar sokakları kızıl alevli meşaleler aydınlatıyor, gündüz hükümet avlusunda
gördüğü kadife palanlı merkeplerde memurlar yarı keyif şakalaşa gülüşe
geçiyordu. Geç kalanların uzaklardan gürültüsü duyuluyordu. Agâh Bey öfkelendi.
Zevk, safa bu adamları bir deniz gibi, gırtlaklarına kadar sarmıştı, içinde müsterih,
sakin bir balık hayatı geçiriyorlar, dün ile meşgul olmuyorlardı. Ertesi günden
itibaren daha ciddi, daha azimli görünmek, bu bayağı duygulu, adi ömürlü
adamlara daha haşin, daha kaba muamele etmek kararıyla yumrukları kısılı,
yüreği kinli, tekrar uyudu...
Her
gün bir düğün evi neşesiyle çalkalanan bu şehirde yeni Tahrirat Müdürü
sıkıntıdan boğuluyordu. Evvela işiyle uğraşıp boş vakti kalmayacağını zannetmişti,
fakat vazifesi kıttı. Esneye esneye odasında gevşiyor, uyuşuyordu. Mutasarrıfa
ilk hevesle beldenin imarına, sapan ve tırpanlarının ıslahına, kağnı arabalarının
değiştirilmesi lüzumuna dair mufassal layihalar vermişti.
Hiçbir
netice çıkmıyordu. Daima terakkiden, medeniyetten lakırdı açıp uzun, sinirli, yeisle
dolu nutuklarını erkân, nezaketin bile örtemediği öyle manasız, hiçten
bakışlarla uyuşuk uyuşuk dinliyorlardı ki ağlayacağı geliyordu. Hayır, hiçbir
iş yapmak, bir hizmet görmek kabil olamayacaktı. Tahsisatın azlığı, arkadaşların
tembelliği her teşebbüse engeldi. Yüreğinde köpüren gayret, hizmet arzusu yavaş
yavaş sönüyor, yatışıyordu. Bu, tahammül edilmez bir ömürdü...
Zaten
hükümetteki arkadaşları da ondan bezmişler, yola gelmeyen, zevkten anlamayan bu
adamdan yüz çevirmişlerdi. Eski Tahrirat Müdürü gözlerinde tütüyordu. Ne çapkın
bir İzmirliydi... Kasabaya ilk geldiği gece onu bir ziyafete götürmüşlerdi.
İçip içip öyle coşmuştu ki parmaklarına tahta kaşıklar takmış, daha yeni
tanıdığı adamlar arasında takırdata takırdata saatlerce Adanalıyı, Konyalıyı
oynamıştı. Şairdi de... Sabahleyin geceki âlemi tasviren “kat ender kat”
matlalı gazel yazıvermiş, mutasarrıfın takdirine nail olmuştu, hatta kadı: “Aziz,
sen devrin Füzulîsisin!” hitabıyla onu gözlerinden öpmüştü.
Şimdiki
müdür ne gazelden anlıyordu ne de rakıdan... Nereden de buraya gelmiş, âlemin
başına dert kesilmişti? Aradan iki ay geçtiği halde, hâlâ şeftali bahçelerinin
akşamcılığına onu götürememişlerdi. Kafasına zevk, eğlence düşüncesi
sokamıyorlardı. Muhasebeci beyhude yere yirmi iki grado şeftali rakısını
ballandırıyor, evkaf memuru ara sıra evine aşırdığı “benatı Havva”yı beyhude
yere methediyordu.
Bir
gün muhasebeci ısrar etti, hatırını kırarsa gücenecekti, pek geç kalmazlar, onu
rahatsız etmezlerdi; şöyle bir kır gezintisi yapacaklardı. Kadı, evkaf memuru,
posta müdürü, dört, beş kişi, kalabalık değil... Artık büsbütün kabalık olur
diye Agâh Bey korktu, “peki” dedi. Kasabada kimsesizlikten, işsizlikten de
boğuluyordu. Bir defa gidip şu âlemi görmesi elbette muvafık olurdu, belki de
eğlenirdi; tabiatın güzelliğinden bu kadar çekingen durmak saçmaydı...
İkindi
üzeri merkeplere bindiler, rahvan yürüyüşlü, yumuşak palanlı rahat hayvanlardı;
kendilerine mahsus ufak ufak adımlı, acele ve muntazam salıntılı tuhaf bir
yürüyüşleri vardı. Agâh Bey hoşlandı. İlle şeftali bahçelerinin arasına girip
de tozdan, güneşten kurtuldukları zaman yosun gibi koyu yeşil, yarı ıslak yoncalar
ve su sesi büsbütün keyfine gitti. İğdeler, böğürtlenlerle örülü iki yüksek çit
arasından dolana dolana uzun bir yol gittiler. Şeftalilerin kokusu sinirlerini
gevşetmişti. Eğile kalka meyve devşiren kızlara şimdi tuhaf, istekli bir gözle
bakıyordu. Ara sıra elleri bohçalı, yüzleri terli takım takım kadınlara rast geliyorlardı.
Bunlar ırmaktan dönüyorlardı. Memleketin âdetiydi; yazın hepsi açıkta dereye
girerler, oynaşa haykırışa uzun uzun yıkanırlardı. Ne de iri kalçalı, endamlı
kadınlardı... Yüreğe fazla bir sıcak gibi çarpıntılar getiren sarıcı, iştahlı
bakışları da vardı...
Muhasebeci
Bey, pembeye yakın bulanık renkli bir cins şeftali rakısına düşkündü; “Bakalım
benim abı hayatı nasıl bulacaksınız?” istifsarıyla kadehi uzattı: Agâh Bey
içti; biraz buruk, lakin baygın kokulu, tuhaf lezzetli, hoş bir içkiydi. Ötede
kalem efendileri rakı sofrasını kurmak, mezeleri, salataları hazırlamakla meşguldü;
odacılar kenarda ateş yakmışlar, kebap çeviriyorlardı. Şeftali rayihasına
karışan bu pişmiş et kokusu akşamın serinliği içinde insana keyifli bir iştah
veriyordu; mütemadiyen içiyorlar, üzerlerine yoğurt dökülmüş sıcak patlıcan
kızartmalarından, taratorlu semizotu salatalarından kaşık kaşık yiyorlardı.
Ta
geç vakit döndüler; dağların ardından yarısı kopuk kırmızı bir ay karanlığı
yararak hüzünlü hüzünlü yükseliyordu; arka kafilede biri “Tahammül mülkünü
yıktın Hülâgû han mısın kâfir” diye haykırırken daha uzaklardan, Boğaziçi’nin
durgun gecelerinde suları döven bir uskur sesi gibi davulun gümbürtüsü vakit
vakit duyuluyordu. Agâh Bey, yarı keyifti, onu evine kadar getirdiler. Hemen
soyundu, yattı. Her gecekine benzemeyen bu kurşun gibi ağır uyku, dimağın
değil, midenin, vücudun yorgunluğunu dinlendiren bu kaba uyku ne hoştu...
Ertesi
günü cuma idi. Erkenden arkadaşları haber gönderdiler, ırmağa, yıkanmaya
gideceklerdi. Avdette değirmende öğle yemeği yiyecekler, akşam rakısını mutasarrıfın
yeni yaptırdığı havuz başında içeceklerdi.
Gitmemek
istedi. Fakat bu gübreli, tozlu kasabada tek başına uzun bir gün nasıl geçerdi?
Hem de ırmağa kadar inmemişti. Yıkanmasa bile bir kere görmek lazım değil
miydi? Merkeplere atladılar, şeftali bahçelerinden geçtikten sonra tımar
görmemiş, sık, gür bir ayvalığa daldılar.
Suyun
iki tarafında da dalların örgüleriyle çevrilip gölgeleriyle kuytulaşmış birçok
ufak havuzlar vardı. Yüksekten dökülen su, buraları oymuş, derinleştirmiş,
sanki yıkanması kolay olsun diye özenip hazırlamıştı. Agâh Bey yıkanmak
fikrinde değildi. Bir zaman yalnız seyretti. Fakat baktı ki bu hiç de fena bir
iş değildi; akşamki ispirto ile zehirlenmiş şu sıcak terli vücudu serin sudan
elbette zevk duyacak, fayda görecekti. Ona ince kumlu, kapanık, derin bir havuz
buldular, ferah ferah, zevkli zevkli yıkandı.
Şimdi
dönerlerken, iştaha gelmiş olan derisinden bu güzel kokulu hava kolayca
giriyor, sanki kanına bile rayiha katıyor, ciğerlerini şeftalili serin bir
nefis hava dolduruyordu.
Değirmende,
daha sabahtan gönderilip hazırlanan yağlı bir oğlak çevirmesini tam kıvamında
buldular. Daha beş on türlü yemek yaptırılmıştı. O kadar yemişlerdi ki yola
çıkmaya mecalleri kalmamıştı. Dere kenarında, dalları sarkık koca söğütlerin
altında birer birer serilip uyudular.
Mutasarrıfın
evinde gece daha kibarane, daha zarifçe geçmişti. Rakı billur sürahilerle kesme
kadehlerden sunuluyor, balık yumurtası, siyah havyar gibi Anadolu için nadide
mezeler yeniyordu. Mezunen livaya gelen bir mal müdürü güzel keman çalmış, bir
tapu memuru da İstanbul’daki Mahmutpaşa başının mükemmel bir taklidini
yapmıştı. Çok eğlenmişlerdi.
Agâh
şimdi hemen her eğlentiye giriyordu. Nihayet ona, kendisi için bir merkep
alması lazım geldiğini söylediler. Köylere, pazarlara adamlar gönderildi. İri
boylu, sağlam yürüyüşlü, rahat bir eşek bulduruldu, ona bir de kadifeli, mor
püsküllü, şeritli, saçaklı yeni palan yaptırıldı. Akşamları, Tahrirat Müdürünün
de merkebi diğerleriyle beraber artık hükümet konağının iç avlusunda
sıralanıyordu.
Öneriler,
kararlar çoktan ihmal edilmişti. Zaten çalışmaya, kendisini dinlemeye vakti
kalmıyordu. Ağustos içinde av başladı, erkenden kalkıp bağlara yayılıyorlar,
çil, keklik vuruyorlardı. Bütün kasaba, memurların zevkine hizmetle mükellefti.
Günlerce uzak köylerden jandarmalar, şöhretli zağarlar getiriyorlar, kış için
tavşan avına tazılar peyliyorlardı. Bu mükemmel bir damat hayatıydı.
Eğlence
meclislerinde bir kenara çekilip kahve fincanıyla yarı gizli rakı atıştıran
Ceza Reisi, Agâh’ı zorluyor, “Seni evlendirelim oğul, bu memlekette bekâr
durulmaz!” diyordu. Sahi, bu, güç bir işti. İçin için eridiğini, zorluk
çektiğini o da duyuyordu.
Karanlık
bir gecede, Evkaf memuru onu arka kapıdan evinin zemin katında basık bir odaya
soktu. İçeride iki kadın vardı. İkisi de şöhret kazanmış, güzel, dolgun
kadınlardı, erkeğe alışkın görgülü tavırlarla sigara içiyorlar, uzun bir memur nesline
böyle yarı gizli hizmet etmekten şiveleri nazikleşmiş, ince lisanlarıyla ferah
ferah konuşuyorlardı.
Biri
esmer, uzun boylu, endamlıydı; göğsü dar yeleğinin altında genç, gürbüz
duruyor, insana dalgın, tatlı gözleriyle derin derin bakıyordu. Öbürü sarışın,
büsbütün iri, gösterişliydi. Uzun saçlarını elli altmış örgü yapıp sırtından
aşağı, nadide bir atkı gibi koyuvermişti. Başlarına oyaları aynı örnek yemeniler
bağlamışlar, üzerlerine kenarları aynı gergef iğnesiyle işlenmiş gömlekler
giymişlerdi; ayaklarında da bir örnek gül resimli çoraplar, sarı meşinden
kunduralar vardı.
Esmeri
temkinli, tok, dolu bir sesle türküler söyledi, sarışını kırıla döküle, çocukça
tavırlarla oyunlar oynadı. Agâh Bey, bu âlemi ümidinden fazla iyi bulmuştu.
“Vallahi hoş, latif şey!” diye arkadaşına teşekkürler ediyordu. Öbürü, kasabaya
ait tafsilat veriyordu. Bazen azılılar bu cins kadınların evleri önüne
toplaşırlar, ağızdan dolma pis barutlu hantal tabancalar patlatarak gece yarısı
mahalleyi korkuya verirlerdi. Ertesi günü jandarmalar kabahatlileri yakalar,
koğuşta bir temiz döverlerdi; mesele de kapanmış olurdu.
Kış
gelince gece toplulukları başladı. Helva sohbetleri yaparlar, ara sıra da o
meşhur, ihtişamlı hamamı halvet edip turşulu yemekler yerlerdi. Payitahtta, vilayet
merkezlerinde memnu olan içtimalara, eğlencelere burada mesağ vardı. Herkes
ucuzca, kolayca eğlenebildiğinden başkasının keyfini çok görmüyor, çekememezlik
etmiyordu.
Agâh
Bey yavaş yavaş itiyatlarını değiştirmişti. Şimdi rakısız yapamıyor, gözü
önünde toprak bir imbikten halis cibre çektiriyordu. Kadınsız da duramamıştı,
sık sık arka kapıdan eve ziyaretçiler girerdi. Entari ile püfür püfür, rahat
rahat gezmeye vücudu alışmıştı; eve gelir gelmez soyunuyor, bahçe üstündeki
odaya nargilesini kurup köşeye geçiyordu. Gelsin sohbet... Kabarık şilteli
rahat köşe minderlerinin, yan yastıklarının arasında vücudu gevşiyor; gitgide
genişliyordu.
İşe
gönlünde hiç de arzusu kalmamıştı. Hatta Kadı Efendi ile satranç oynamak, fıskiyeli
kahvede muhasebeci beyle tavla atmak gibi eğlenceler onu ekseriya dışarıda
alıkoyuyor, daireye gitmesine mâni oluyordu. Kış, zaten Akdeniz sırtındaki bu ılık
memlekette sonbahar gibi hafif geçerdi. Biraz rüzgâr soğukça esse tavan boyu
ocaklara kuru zeytin kütükleri atıyorlar, hindiler doldurarak, kazlar kızartarak
kışın da zevkini çıkarıyorlardı. Bu gamsız, geniş ömür yüreğinin ateşini
söndürmüştü. Şimdi geçen günlerdeki hizmet, imar, ıslahat gibi fikirlerini
hatırladıkça nargilesini gürleterek gülümsüyor, arkadaşlarına kendini mazur
göstermek için:
“Toyluk,
ne yaparsın?..” diyordu...
Zaten
ikinci yaz gelmişti. Sinirleri gevşeten olgun bir meyve kokusu sıcak rüzgârlara
karışarak pencereden odaya doluyor, herkesi göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali
bahçelerine çağırıyordu. Daha geçen sene dar redingotu sırtında uyuşukluk üzerine
nutuklar veren Agâh Bey şimdi bu rayihalı havayı ciğerlerine kadar derin derin
çektikten sonra yenleri sıvalı bol entarisi içinde rahat rahat geriniyor, yeni
atılmış minderin üzerine yan gelip:
“Gel
keyfim gel!..” diye söyleniyordu.
Feneryolu,
1919
Kaynak:
(Refik Halid Karay. Memleket Hikâyeleri.
İstanbul: İnkılâp Kitabevi. s.38-49, 2009).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder