1 Ocak 2017 Pazar


“AYRAN”

SABAHATTİN ÂLİ



Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla dizboyu çamurdu. İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hâlâ örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp boğuluyordu.

Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazen sol elindeki çinko maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışında dizlerine vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi. Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya çamura basıyordu.

Y[a]z, kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha uzamış gibiydi.

Tam yarı yolda bulunan küçük ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.

Küçük Hasan senelerdenberi gördüğü şeylere alâkasız gözlerle bakıyordu. Kuru sazların arasında çorak ovayı oyarak geçen ve tâ yanına gelmeden farkına varılmıyan dört adım genişliğindeki küçük derenin, yanyana uzatılmış üç kalastan ibaret köprüsü artık çökecek kadar sallanmaya başlamıştı.

Biraz daha yukarda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan değirmenin uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının önündeki, yaprakları dökülmüş, üç söğütle tamamen terkedilmiş bir viraneyi andırıyordu.

Küçük Hasan hiç bir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu anda aklında değildi. Ayranını satıp satamıyacağını da düşünmüyordu. Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek, geri dönmek mecburiyeti...

Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı tuttuğu sol elinin çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi. Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığını gördü.

İki tarafı çıplak dağlarla çevrilen bu upuzun ovanın tam orta yerinde yapayalnız duran ve etrafındaki yapraksız akasyalarla daha zavallı görünen bu soğuk bina, oraya rasgele atılmış bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta treni bile, ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi ve birkaç dakika durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte keyifli bir ıslık edası vardı.

Küçük Hasan, istasyonun tahta parmaklıkla ayrılan hududuna gelince biraz dinlendi, sonra yine tahta parmaklıklı kapıyı aralayarak içeri süzüldü.

İstasyon binasiyle raylar arasında kalan dört beş adım genişliğindeki yerde, heybelerinin üstünde oturan iki köylü ile, kaputunun içinde büzülmüş gibi duvara dayanan bir candarmadan başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit çeşit kebapçılar, gazozcular, yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan değildi. Ancak yazın civar köylerden kara üzüm, kavun, karpuz getiren beş on köylü burayı canlandırırdı. Kışın ise küçük Hasan’la, üç dört günde bir küçük bir küfe kış armudu getiren topal ve ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi. Tren geldikçe rahatsız edilmiş bir suratla ortaya çıkan istasyon memuru, işi biter bitmez derhal odasına çekilir, bütün gününü, on senelik akümülatörlü radyosundan bir ses çıkarabilmek için asla yeis getirmeden uğraşmakla geçirirdi.

Bugün, kış armudunu satan köylü de ortada yoktu. Küçük Hasan güğümü yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri görülüyordu.

Keskin bir düdük sesi ile irkildi. İstasyona gelen tren, kendini haber veriyordu. Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne geldi ve durdu.

Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve m[a]şrapayı yakalayarak trenin boyunca koşmağa ve başını pencerelere kaldırarak:

‘Ayran, ayran, temiz ayran!’ diye bağırmaya başladı.

Yazın ‘Buz gibi!’ diye bağırırdı; şimdi, bu soğuk havada, sanki her ayran kelimesinin başında hâlâ o ‘buz gibi’ sıfatı vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu bile. Trenin hemen hemen bütün camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de boyalı saçlı, yün bluzlu kadınlar duruyordu.

Küçük Hasan’ın gözleri, delecekmiş gibi, kapalı camlara dikiliyor ve bunların arkasında teneke maşrapadan ayran içebilecek insanlar: hali vakti yerinde köylüler, boyunbağsız esnaflar, izinli giden askerler, hâsılı susamış kimseler arıyordu.

Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı dibi ince bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü buruşturarak:

‘Ayran, temiz ayran!..’ demeye devam ediyordu.

Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak satabilseydi. Buna mukabil alacağı on kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi. Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde dörtgözle bekleyen iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor ve o hep bağırıyordu: ‘Temiz ayran... Temiz!..’

Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazen de yarım testi pekmez getiriyordu. Fakat bunlar, üç tane aç mideye iki gün bile yetmiyordu... Ondan sonra iki kardeşi beslemek vazifesi küçük Hasan’a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında olan bu sıska çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan ibaret olan evde ellerine ne geçerse yemekten ibaret gibiydi. Küçük Hasan hergün yoğurt çalmak için kendisine lâzım olan mayayı onların yetişemiyeceği ve bulamıyacağı bir yere -tavan direklerinin duvarla birleştiği köşeye- saklamağa mecbur oluyor ve hergün, istasyonda bulunduğu sırada, bu iki aç midenin, kendileriyle aynı çatı altında aynı açlığı çeken ihtiyar keçiyi bile yiyeceklerinden korkuyordu.

Çok akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya koyarak ayran boşaltmak için bir toprak çanak getirmek üzere ocağın yanındaki köşeye gider, sofra başına döndüğü zaman o balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle görürdü. O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan midesinin hafif ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki üzerinde yatan kardeşlerinin yanına, delik deşik ve yağlı bir yorganın altına sokulurdu.

Onu asıl dehşete düşüren; kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun kendisine nasıl parlak ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı kadar bağırdı.

‘Ayran... Ayran!..’

Trenin üçüncü mevki vagonlarından birinin penceresi indirildi. Uzun boyunlu, kasketli, kır bıyıklı bir baş uzanarak: ‘Ver bakalım bir tane!’ diye seslendi.

Küçük Hasan maşrapayı titreyerek uzattı. Adam minimini gözlerini maşrapanın içine dikerek sindire sindire içiyor ve sulu ayranı bıyıklarının ucundan yakalıksız gömleğine damlatıyordu.

Maşrapayı uzatarak:

‘Doldur bir daha!..’ dedi.

Onu da içtikten sonra yeleğinin cebinden bir onluk alıp aşağı attı:

‘Ver beş kuruş!..’

Küçük Hasan:

‘Yok ki!’ dedi ve etrafına bakındı. Ortalıkta istasyon memurundan başka kimse kalmamıştı. O da, hafiften kar çiselemeye başladığı için, boynunu içeri çekmiş, trenin kalkmasını bekliyordu. Çocuk güğümünü olduğu yerde bırakarak ona koştu, parayı uzattı:

‘Şunu iki çeyrek yapsana!..’ dedi.

Memur cevap vermeden arkasını döndü ve hareket kampanasını çaldı.

Trenin penceresindeki uzun boyunlu adam eliyle işaret ediyor:

‘Gelsene ulan!’ diye bağırıyordu. Küçük Hasan o tarafa koştu. Penceredeki:

‘Ver on kuruşu!..’ dedi.

Çocuk derhal parayı uzattı. Tren yavaşça harekete geçmişti. Adam parayı yine yeleğinin cebine koyduktan sonra, çaresiz bir eda ile:

‘Yok çeyreğim, ne yapalım!’ dedi.

Vagon küçük Hasan’dan beş altı adım uzaklaşmıştı. Uzun boyunlu adam, pencereden sarkarak:

‘Hey, çocuk, hakkını helâl et!’ diye bağırdı. Küçük Hasan hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakakalmıştı. Tren hızlanıp uzaklaşıyordu. Tekerleklerin gürültüsü arasında adamın sesi tekrar duyuldu:

‘Helâl et bakayım, helâl et!.. Hâdi!’

Küçük Hasan bir şeyler mırıldandı. Sonra güğümünü alarak istasyon duvarının kar tutmayan bir kenarına çömeldi. Kar adamakıllı serpiştirmeye başlamıştı. Küçük Hasan eve eli boş dönmektense akşam trenine kadar beklemeye karar verdi.

Soğuktan donan ellerini ovuşturuyor ve annesinin keçi kırptıkları makasla kestiği kertikli saçlarını kaşıyordu. Rüzgârdan gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini saran kirpikleri çapaklanıyordu.

Akşama kadar bu köşede bekledi. Arasıra ayağa kalkıp dizlerini ovuşturuyor, sonra tekrar çömelerek kafasının içindeki sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu. Düşünmesi ve tahayyül etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için, bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası aklına geldi. Onun ağlamaklı yüzünü görür gibi oldu. Üç küçük çocuğunu toprak bir damda bırakarak başka köylerde ve el yanında birkaç lokma için didinen bu kadına karşı garip bir merhamet duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı anasiyle aynı vaziyette bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç mahluk haftada bir gelen zavallı kadını da hep o kin dolu bakışlarla karşılarlardı. Kadıncağız, getirdiği bulgurdan yağsız bir çorba yaparken, kuru kuru hıçkırmakla iktifa eder, evi bir parça düzeltmeye çalışır, akşama kadar kaldıktan sonra, bazan bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük Hasan onun ağzından babasına, veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime bile duymamıştı. Zaten kendini bildiğinden beri bir an bile bunları merak etmiş değildi. Hayatı istasyonda ayran satmaktan ve küçük kardeşlerini beslemekten ibaret sanıyordu. Bunun için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün birinde eve gelip birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk daha doğurur, beş on gün sonra onu da başıma bırakarak giderse? diyordu... Bu yeni misafiri de doyurmak kendisine düşecekti. Köylü de onların evinden nedense uzak kalmayı tercih ediyordu. Kapılarını bir gün bir insanın açtığı görülmemişti. Hayat eskisinden daha fecî olarak devam edecek, ve Hasan, günden güne sütü azalan ihtiyar keçinin yardımıyle bu müthiş mücadeleyi başarmaya çalışacaktı. Günün boş zamanlarını keçiyi otlatmak, karlı havalarda ise dere boyunda, bir karıştan kısa, kuru otlar bulup hayvana getirmekle geçirecekti.

Yazın işleri o kadar fena değildi. Sabahleyin serinde yola çıkarsa istasyona yorulmadan varıyor, hemen hemen bütün güğümü satıyordu. Cebine doldurduğu ufak paralar kadar, belki de daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün hafif olacağı düşüncesiydi.

Sabah treninde bütün ayranı satamasa bile, akşam trenine kalıyor, fakat istasyona ekin getiren köylüler öğleyin ekmek yerken çok kere bütün güğümü haklıyordu.

Akşam treni saat dört buçukta geldiği için yazın ortalık kararmadan köye dönebiliyordu. Fakat bugün daha trene yarım saat kala istasyon korkutucu bir alaca karanlığa gömülmüştü. Ayazda ve karanlıkta kalkıp geri döneceğini düşünerek titredi ve hemen gitmek istedi. Fakat bu sırada odasından dışarı çıkan istasyon memuru trenin yakın olduğunu anlattı.

Trenin istasyonda durmasiyle kalkması bir oldu. Küçük Hasan kapalı ve puslu pencerelerin arkasında hayal meyal belli olan insan şekillerine bakarak trenin bir başından öbür başına koştu ve ‘Ayran, temiz ayran!’ diye bağırdı, kocaman kunduraları ıslak kumlarda gıcırtılar yapıyor, karlar bağırmak için açtığı ağzına doluyordu.

Vagonların pencerelerinden dökülüp yerdeki su birikintilerine yayılan soluk mustatil ışıklar sıçraya sıçraya uzaklaşırken küçük Hasan güğümünü kavradı ve tahta parmaklıklı kapıyı iterek köyün yolunu tuttu.

Henüz karanlığa alışmayan gözlerine kar parçaları vuruyordu. Güğümün içindeki ayran her adımda çalkalanıyor ve garip sesler çıkarıyordu. Yavaş yavaş sırtından içeri işleyen rutubet onu titretmeye başlamıştı.

Hiç bir şey düşünmeden, hiç bir şey hissetmeden ve bir hayvan gibi yolunu alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın içerisine doğru daldıkça pabuçlarının ve güğümündeki ayranın sesine başka sesler de karıştı. Uzaklarda bir takım hayvanlar bağrışıyordu.

Müthiş bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını daha hızlı atmaya çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu. Soğuktan uyuşan bacaklarında, güğümün her çarptığı yer dakikalarca sızlıyordu.

Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgârdan, dizlerine sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı, sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu. Bir an evvel köye varmak, ocakta küllenen bir odun parçasiyle aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak istiyordu. Ne yatmak, ne dinlenmek; sadece bir dört duvar arasında bulunmak... Bu geniş karanlıktan, bu seslerden kaçmak...

Ayakkabıları çamurda saplanıp kalmıştı. Yalınayak koşuyordu. Savrulan güğümden üstüne başına ve yerlere ayranlar saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin arasından manasız korku sesleri fırlıyordu.

Uzaklardaki hayvan sesleri gitgide yaklaşıyor gibiydi. Halbuki yarı yoldaki kuru söğüt ağacını daha yeni geçmişti.

Çapaklı gözlerini karanlığı delmek ister gibi açarak ilerilere baktı. Hiç bir şeyler göremedi. Havanın güzel olduğu gecelerde bile ışıkları tâ kenarına gelmedikçe görünmeyen köy ona, varılması imkânı olmayan bir yer gibi geldi. Bir yere sıkıştırıldığını ve kaçacak yer olmadığını anlıyan bir hayvan gibi vahşi ve nihayetsiz bir korku duydu. Elinden ayran güğümünü ve maşrapayı fırlatarak koşmaya ve gırtlağından anlaşılmaz sesler fırlatmıya başladı. Bunlar bazen ‘Ana..Ana!’ der gibi oluyor, bazen de ‘A... A... Aaah!’ ‘A... A... A... Aaah’ halinde karanlığa yayılıyordu.

Hayvan sesleri daha yakınlaşmış, yolun ilerisinde, karların arasında, birtakım karaltılar belirip tekrar kaybolmaya başlamıştı. Küçük Hasan dizlerinin artık kendisini taşıyamayacağını hissetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık çamura her basışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi iniyor ve korkusunu birkaç misli arttırıyordu. Boğazına bir şeyler tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak isterken dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kalktı,  fakat beş altı adım sonra tekrar düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşî bir şekil almıştı.

‘Ana... Ana!’ derken sesi, gitgide yaklaşan ve kar üzerinde kayıyormuş gibi süratli adımlarla etrafında daireler çizen hayvanların bağırışından farksız oluyordu.

Büzülmüş bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu kar örtmeye çalışırken o hâlâ birbirine vuran dişlerinin arasından:

‘Ana... Anacığım... Ana!’ diye mırıldanmaya çalışıyordu. Bu sırada, birkaç yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında rüzgârın sesini dinleyerek küçük Hasan’ı bekleyen iki kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine sokularak ağlaşıyorlardı.

Sabahattin Âli, “Ayran”, Cumhuriyet Öncesi Yazarlarından Çocuklara Hikâyeler (Düz: M.Seyda), (2.b.), İstanbul: Milliyet Yayınları, 1976, s.183-202.

26 Haziran 2016 Pazar

KUDUZ DÜĞÜNÜ
Ahmet Naim (ÇILADIR)


Demirci Kasım Usta’nın oğlunu köpek daladı. Bu iş olurken, Kasım Usta ocakta tavladığı ısmarlama bir sapan demirine su veriyordu. Dükkânın önünde kısa bir dalaşmadan sonra oğlunun acı acı bağırdığını duyunca, sapan demirini bir yana, çekiçle kıskacı bir yana fırlatıp, kapıdan uğradı.
Çocuk, üstü başı çamur içinde, babasına doğru koşuyor, eliyle de yarım elifiye biçimi pantolonunun parçalanmış paçasını gösteriyordu. Beş on adım ötede, başı yerde, kuyruğu sopa gibi dimdik ha­vaya dikilmiş bir köpek kaçıyor, ellerinde taşlar ve değneklerle bir yığın adam da köpeği kovalıyordu.
Kasım Usta çocuğun küçücük elini iri, nasırlı avuçları arasına aldı, sonra koltuk altlarından tutarak dükkânın içine soktu. Korkusu geçsin diye, demirlere su verdiği fıçıdaki bulanık sudan bir iki yu­dum içirdi.
Çıraklar, çocuğun parçalanmış olan paçasını sıvamışlar, köpeğin daladığı ya­ra yerini meydana çıkarmışlardı. Kasım Usta:
- Ben bu köpeğin hâlini hiç beğen­medim, çocuklar! diyordu. Sakın kuduz olmasın?
Çırağın biri:
- Başı yere bakıyordu, dedi.
Öbürü de:
- Kuyruğu sopa gibi dimdikti... diye ekledi.
- İçime kurt düştü bir kere. Kuduzdu, değildi. Biz tedbirde kusur etmeyelim.
Kalktı, körüğün üzerinde duran simsiyah bir sicim çilesini aldı ve çocuğun tam diz kapağı hizasından baldırını morartıncaya kadar boğdu. Bu işi bitirince çıraklarına çocuğu göstererek.
- Kavrayın bakalım şunu! dedi. Biriniz bir yanından, biriniz de öbür yanından... mengene gibi kavramalı ha, karışmam!
İki iri kıyım delikanlı, çocuğu kıskıvrak yakaladılar. Kasım Usta sustalısını çıkardı, sustalıyı gören çocuk çığlığı bastı. Kasım Usta oralı bile değildi. Çocuğun yaralı bacağını bir odun parçasıymış gibi yakaladı ve tam köpeğin dişlediği yerin üstünden, sanki çetele kertiyormuş gibi, bir alttan, bir üstten, sustalıyı bastı. Yaradan fışkıran kanın toprakta meydana getirdiği birikintiye çakının kopardığı küçük bir et parçası düşmüştü. Kasım Usta bir hamlede ocak başına seğirtti ve tavlı ocağa sokulu çubuk demirlerden birini kaptı. Kızıllıktan çıkarak beyaza yakın bir kor parçası hâline gelen çubuğu yaraya yaklaştırdığı zaman iki çırak gözlerini yummuşlardı. Bir anda yükselen, sonra yükseldiği gibi yine bir anda sönen acı bir çığlık arasında kısa bir cızırtı duyuldu. Yaradan sarı, mavi ve yeşil karışımı bir duman çıktı, yanık etin pis kokusu dükkânı doldurdu. Çocuk bayılmıştı.
Usta, baygın çocuğu çıraklardan birinin sırtında eve gönderirken, dükkândan içeri Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa girdi. Çırağın sırtında eve doğru yollanan çocuğun arkasından bir an baktıktan sonra:
- Sana da, bana da geçmiş olsun, dedi. Haber aldın mı? Bizim çocuğu da köpek daladı!
Kasım Usta:
- Ya! dedi. Geçmiş olsun Ağa!
- Eyvallah Usta. Bizim uşaklar köpeği gebertmişler, ayağına ip takıp sürükleyerek getirmişler. “Ağa bu köpek kuduza benziyordu...” diye yüreğime kurt soktular. Sen ne yaptın ki?
Kasım Usta:
- Köpeğin dişlediği yeri çakıyla oydum, dedi. Sonra da oyulan yeri kızgın demirle dağladım.
Kaşıkçıoğlu gözlerini yummuştu. Sanki kızgın demir kendi etini dağlıyormuş gibi:
- Anacuğum, ışş!.. diye inledi ve arkasından:
- Vay canavar herif vay! diye bağırdı. Çocuğun ayağını kesip budarken, yakıp dağlarken elin de mi titremedi?
Kasım Usta, ağzını açıp tek söylemeye fırsat bulamadan Kaşıkçıoğlu yeniden gürledi:
- Bacak kadar masuma yazık değil mi be! Kuduz daladıysa, palgurtlatırdın olup biterdi. Kuduz düğününe harcayacak palgurtçuya verecek üç beş kuruşa kıyamadıysan biz verirdik. Kasabanın eşrafı daha ölmedi. İşte, benim çocuğu da köpek daladı. Ona yapacağımız kuduz düğününde seninki de aradan çıkardı.
Kasım Usta:
- Vallahi Ağa, dedi, ben demirciyim. Devaların en iyisinin ateş olduğuna ve ateşin her şeyi temizlediğine inanırım. Kuduzdan şüphelendim. Aklımın erdiği kadarını yaptım. Sen ne dilersen öyle yap. Yap ama, beni dinlersen gel çocuğu İstanbul’a elet. Benim param olsa, tövbeler olsun daha durmazdım.
Kaşıkçıoğlu güldü:
-Dedemizin zamanında her köpek ısıranı İstanbul’a göndermezlerdi. Ne de senin gibi kesip dağlarlardı. Hiç kimse de kudurmazdı.
Kasım Usta, biraz önce bir köşeye savurduğu sapan demirini ocağa yerleştirirken omuzlarını kaldırıp:
- Sen bilirsin Ağam, dedi. Malum ya... sen bilirsin deyince, kavga gürültü olmaz derler.
Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa’nın oğluna üç günden beri kuduz düğünü yapılıyordu. Gece, harman yerinde meşaleler yanmıştı. Sırayla değişen davulcular ve çifteciler, davullarını gümbürdeterek, çiftelerini dolu nefes üfleyerek ortalığı inletiyorlardı. Kalabalık ortasında, küçük Kaşıkçıoğlu’nun elinden iki kişi tutmuş, sürüklercesine gezdiriyorlardı. Kuduz düğününün dehşetli gürültüsüyle üç günden beri uyutulmayan çocuğun gözleri kan çanağına dönmüştü. Kafası önüne sarkıyor, yürürken, baskın bir sarhoş gibi ayakları birbirine dolanıyordu. Ara sıra, elinden tutanlara yalvarması vardı:
- Bırakın beni uyuyayım, ama kudurup ölecekmişim, varayım öleyim! Üç günden beri uykusuzluk canıma yetti. Biraz daha bırakmazsanız elinizde öleceğim!
Ama ona; “Sabır!” diyorlardı. “Sabır! Bu akşam palgurtlanacaksın.”
Palgurt yapılıncaya kadar uykusuzluğa sabrettin mi, dalayan köpek, kuyruğunun başından dişinin ucuna kadar kuduz olsa zararı dokunmazdı artık.
Harman yerinde alev alev yanan meşalelerin döktüğü kızıl ışık altında davullar gümbürdüyor, dolu ciğer üflenen çifteler yankılanıyor, beri yanda palgurtçu İlyas Dayı hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu.
Kuduz köpeğin leşi yerde yatmaktaydı. Bu leşe paralel olarak bir ateş yakılmıştı. İlyas Dayı, yakındaki ağaçlardan birinden kestiği ince bir çubuğun yapraklarını yontup temizledikten sonra, çocuğu getirmelerini işaret etti.
Küçük Kaşıkçıoğlu günlerden beri uykusuzluğun verdiği bitkinlikle yaklaştı. İlyas Dayı çocuğun omuzlarını sıvazladı, yapacağı iş üzerinde gereken şeyleri söyledi. Ve köpek leşiyle ona paralel olarak yakılan ateşin arasında yer aldı, bacaklarını açtı, sopasını hazırlayıp bekledi.
Şimdi çifteler daha zorlu üfleniyor, davullar daha zorlu tokmaklanıyordu. Meşalelerin dil dil uzayan kızıl ışıkları bu sahneyi çepeçevre aydınlatıyordu. Küçük Kaşıkçıoğlu ellerinden tutanların yardımıyla önce köpek leşinin üzerinden, leşi tekmeleyerek geçti. Geçerken de Dayı’nın elindeki çubuk kıçına indi. Ve yine İlyas Dayının “Atla!” komutasıyla ateşin alevleri arasından sıçradı.
Bu hareket tam kırk defa tekrarlandı. Şu farkla ki, her geçişte kıçına inen sopa sayısı geçiş sayısına göre artıyor ve ateşten atlama komutası her on geçişte bir tekrarlanıyordu.
Sayı kırkı bulunca, kuduz köpek leşinin kuyruğundan, belinin ortasından, kulaklarının arkasından birer tutam tüy yolundu. Bu tüyler ateşe atıldı ve çıkan dumanın üzerine küçük Kaşıkçıoğlu baş aşağı tutularak tütsülendi.
Bundan sonra palgurtçu İlyas Dayı çocuğu anadan doğma soydu. Üzerinden çıkan elbise ve çamaşırları orada hazır açılmış olan bir çukura gömdü. Sonra cebinden çıkardığı bir kibrit kutusu içindeki üç tane kunduz böceğini canlı olarak çocuğa yutturduktan sonra omuzlarını sıvazladı:
- Haydi artık, piripâk! dedi.
Çocuk kusarak uzaklaşıyordu. Palgurtçu İlyas Dayı da çevresini alanlara çocuğun çamaşırlarını gömdüğü çukuru göstererek:
- Kırk gün sonra bu çukuru açalım, göreceğiz ki, çamaşırlar kudurmuş ter ter tepiniyor, diye bilgi veriyordu.
Ama, çamaşırlar kudurmadı. Kırk güne varmadan küçük Kaşıkçıoğlu kudurdu.
Bir sabah yağmur yağmıştı. Evlerinin avlusunda arkadaşlarıyla oynayan küçük Kaşıkçıoğlu yağmur damlaları dökülmeye başlayınca birdenbire oyunu bıraktı. Yüzü sararmış, bakışları garip, koşa koşa eve girdi, boş odalardan birisine saklandı, pencerelerdeki perdeleri sımsıkı kapadı. Bu da yetmiyormuş gibi, odadaki yüklüğün içerisine girdi ve kapaklarını üstüne çekti. Akşam, yemek vakti onu araya taraya yüklükte bir yorgana sımsıkı bürünmüş, yüzükoyun yatar buldular. Küçük Kaşıkçıoğlu, o gece yemek yemedi. Hele suyu, uzaktan bardakta bile görmeye dayanamıyordu.
Ertesi gün, öğle yemeği vakti, çocuğu yine yüklükte, katlanmış bir yatağın arasında büzülmüş buldular. Yüklüğün kapağını açtıkları zaman, çocuk:
- Kapayın, rüzgâr geliyor! Allah aşkınıza kapayın rüzgâr gelmesin! diye yalvarıyordu.
O gün, küçük Kaşıkçıoğlu’nu yüklükten çıkarmak mümkün olmadı. Ne yalvarmak, ne zor kullanmak para etmedi. Çocuk üstüne gelenlere kanlı gözlerini çevirerek:
— Bırakın beni, bırakın beni, ısırırım. Bırakın gelmeyin, vallahi hepinizi ısırırım! diye bağırıyordu.
Hastalığın üçüncü günü küçük Kaşıkçıoğlu artık yüklükte de duramaz oldu. Elleriyle yüklüğü de eşelemek, daha derinlere, daha karanlıklara inmek istiyordu. Bir süre tilki bayılması gibi dalgın yatıyor, sonra ağzından köpükler saçarak kendisini yerden yere vuruyordu. Bu bunalımlar geçtikten sonra kısa bir süre aklı başına gelip:
- Beni saklayın! beni sarın, yorgana sarın! diye yalvarmaya başlıyordu.
Ama, annesi de içinde olmak üzere, artık küçüğe yaklaşan yoktu.
Hastalığın dördüncü günü, Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa, Kasım Usta’nın dükkânına gitti.
- Kasım Usta, dedi. Oğlan fena... senin dağlamanın şimdi faydası olur mu dersin?..
Kasım Usta, örse inen çekicini yavaşlatıp:
- Çok geç kaldın, dedi. Ben, dağlamaya da kanmadım, karının boynundaki tek beşliyi bozdum, gönderdim onları...
Rasim Ağa, ustadan ayrılınca palgurtçu İlyas Dayı’yı buldurdu. Ama İlyas Dayı:
- Bende ne kabahat var? diyordu. O gece yedirdiğim kunduz böceklerini kusup çıkarmış...
Rasim Ağa eli böğründe:
- Bir çare?.. diye yalvaran gözlerle İlyas Dayı’ya bakıyordu.
İlyas Dayı içini çekti:
- Çare, dedi, sizin de onun da çabuk kurtulması için bir çare var... Üzerine su eleyin.
Rasim Ağa, gözleri umut dolu, palgurtçunun ağzından çıkacak tek harfi bile kaçırmamak için bütün vücudu kulak kesilmiş dinliyordu. Palgurtçu, öğüdünün etkisine inanmış bir adamın güçlü sesiyle ekledi:
- Çabuk ölür!
Hastalığın haftasında, gözleri kanlı, ağzından salyalar saçarak kendi yumruklarını yemeye başlayan çocuğu, bağlayarak dama attılar. Çocuğun tiz feryatları, ulumaları evdekileri ıstırap içinde kıvrandırıyor, delirtiyordu.
En sonunda, dayanmaları tükendi, palgurtçunun öğüdünü yerine getirmeye karar verdiler. Nasıl olsa ölecekti, değilse bu kadar acı çekmezdi. Ama, ne evdekiler, ne komşulardan hiç kimse bu acıklı görevi üzerine almadı. Çaresiz, Rasim Ağa bir kovaya su doldurdu, eline bir kalbur aldı ve damın üstündeki odaya çıktı. Odanın tahta kirişleri hayli aralıktı ya, çocuğun bağlı bulunduğu yere suyu eleyebilmek için, Rasim Ağa tahtalardan birini daha kopardı, maşrapa ile aldığı suyu kalburun üzerine dökerek hastanın üzerine elemeye başladı.
Kalburdan tıpkı bir duştan damlar gibi serpilen su, aşağıdaki hastanın üzerine döküldükçe, kuduz büsbütün kuduruyor, ağzından köpükler saçarak bağının elverdiği kadar, çevik bir kaplan gibi, tavana doğru atılıyordu.
O gece, hastanın ulumalarından evde kimse yatamadı.
Ertesi gün, Rasim Ağa, yine elinde kalbur, adımları geri geri giderek damın üstündeki odaya çıktı. Boşluktan aşağıya baktı. Hasta, sakin, bir köşede yatıyordu.
- Oğlum! diye seslendi.
Ses alamadı. Bir an ölmüş olduğunu sandı, yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. Kovaya maşrapayı daldırarak doldurdu ve hastanın üzerine serpti. Hasta, şimşek gibi yerinden fırladı. Yine bağının elverdiği kadar tavana atıldı, düştü, atıldı, düştü. Sonra, çenesinden irin gibi salyalar akıtarak kollarını kemirmeye başladı.
Rasim Ağa, gördüğü manzaranın dehşetine dayanamadı; başı döndü, gözleri karardı ve önüne çömeldiği tahta boşluktan aşağı yuvarlandı.
Küçük Kaşıkçıoğlu, ayağının dibine yuvarlanan babasının üstüne atıldı, aralarından salya sızan dişleriyle, ellerini, yanaklarını, burnunu kemirmeye başladı.
Ne ki, Rasim Ağa’da en ufak bir kıpırtı bile yoktu. Daha damdan düşmeden önce kalbi durmuştu.

Yazarın “Kuduz Düğünü” adlı kitabından

Mehmet Seyda, Cumhuriyet Öncesi Yazarlarından Çocuklara Hikâyeler, (2.b.), İstanbul: Milliyet Yayınları, 1976, s.166-182.







18 Mayıs 2016 Çarşamba

BALIKÇININ ÖLÜMÜ

Sait Faik ABASIYANIK


Deniz kenarından dünyaya bakıyorum. Parmaklarımda pul, avucumda sedef, etrafımda balık kokusu… Bir adanın arkasında sobasını yakmış bir şehrin dumanı, bir adanın arkasında sobasız bir pencerenin buzunu kazıyorum. Gökyüzü beyazdan, siyahtan sayabildiğim dört kirli renk bulutunu götürüp getiriyor. Nerede insanlar?
Her zaman son sual bu! Nerede insanlar? Balıktalar mı, kahvedeler mi? Sonra bütün dünyaya doğru kayan bu düşünce bulutu iki renkli bir ebemkuşağını ufkun bir ucundan öteki ucuna geriyor, insanlar orada. Biri mesut öteki saadet peşinde, hangi dünya içinde bulunsak bir başka dünyanın var olabileceğini düşünüyoruz. Hepimiz başka türlü. Göğün bir tarafı mavi, mavi... Bir tarafı simsiyah, ya siyah, ya mavi, ya ölesiye gülerek, ya yaşayasıya üzülerek...
Deniz kıyısına ördekler mi gelmez? Deniz kıyısında martılar mı uçmaz? Deniz kıyısına sandallar mı yanaşmaz? Deniz kıyısına balıklar mı sürünmez?
Otuz sekiz kulaçta yatan kuzu gibi istavritleri balıkhaneye gönderen balıkçının hiç kimsesi yoktu. Kafayı tütsülerdi, sandalında yatardı. Bir sabah, güzel bir kış sabahı istakoz ağlarını çekmek üzere sandalına atladı. Öğleye doğru bu motor, sularda iki tarafına sarhoş sarhoş sallanan sandalda balıkçıyı ağın yarısı elinde baygın buldu. Gözlerini açtı balıkçı,
-Bu dünya kime kalmış ki balıkçıya kalsın- dedi. Gözünü kapadı. Elbetteki bir daha açmamak üzere.
Kahvede balıkçının sözlerini yoran yorana idi. Issız deniz kenarında insan büyük şehirleri, büyük şehirlerin sobasını, sobasızlığının düşüncelerini düşünüyor, kurumuşa dönüyor. Hakikat çırılçıplak, avuçlarında zil, ellerinde darbuka sert rüzgârlarıyla geliyor. Bir mavilik, bir açıklık, bir hürriyet hasreti kayaları döven dalga gibi kafama doğuyor.
Şimdi her şeyi anlıyorum gibisine geliyor insanın. Bir hain akıllılar grubu poyrazda gülüyor, burnuna gülüyor adamın, tepesini attırıyor adamın. Sonra esmiyor mu bir hınzır, bir budala, bir sersem lodos… Ver anasını ediyor… düşünceyi… Sürükleniyor kafamda her şey, balıkçılar yumuşuyor, olta esniyor, iğneden yem düşüyor. İnsan istakoz ağlarını denizden çeken balıkçı misali gevşiyor, gözlerini yarım yarım ölümler gibi uykuya kapamadan:
-Kimseye kalmadı bu dünya ki balıkçıya kalsın...- diyor.
-Ama biliyorum ki bugün kafalarımızda sert rüzgârlar kara bulutlarıyla durmadan estiği zaman deniz kıyılarına hep sert balıklar gelecek. Lodosların gevşetemediği etleriyle bu sert balıklar, balıkçıya gözlerini kapatırken hep birden, tütün gibi, tatlı sert şarkılar söyliyecekler. Balıkçı belki ölürken içinde bir şeyler söylemek, bir şeyler söylememek, duymamak, duyurmamak, bir iş bitirmemek gibi şeyler bulunan garip lafından cayacak. Eskiden kral öldüğü zaman bağırdıkları gibi bir balıkçı yaşadı, öldü, yaşasın öteki balıkçılar! diyecek.
(“Yenilik”, 1.6.1954, C. 2. sayı: 6)


Sait Faik Abasıyanık, “Balıkçının Ölümü”, Balıkçının Ölümü Yaşasın Edebiyat, (9.b.), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1998, s.92-94.
LÜZUMSUZ ADAM
Sait Faik ABASIYANIK

                Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum. Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile... Mahallemden pek memnunum. Yedi senedir çıkmadım oradan desem yeri. Hiçbir dostum da nerede oturduğumu bilmiyor. Mahallem dediğim; şu yedi senedir -üç ayda bir Karaköy’e inip dükkân kirasını almak bir yana- yaşadığım yer, üç dört sokak içindedir.
                Mahallem, birbirine muvazi üç sokakla, bu sokakları diklemesine kesen bir diğer sokak, bir de bunlardan bütün bütüne bağımsız, -ama sokak sayılmayacak kadar dar, kısa- benim sokağımdan ibarettir. Ben bu sokaklara, önemliliklerine göre, 1, 2, 3, 4 numaralarını taktım. Kendi sokağım numarasızdır. Onu numaralamağa elim varmadı.
                Oturduğum apartmanın altında bir sütçü, onun karşısında iki marangoz vardır. Marangozlara hiç işim düşmedi. Nasıl geçindiklerine şaşar kalırım. Akşamlara dek uğraşırlar. Demek herkes benim gibi değil: Öyle ya, tam kırk sekiz senedir marangoza işim düşmesin. İstanbul’da marangoza işi düşecek insanlara şaşar kalırım. Hem de şu İstanbul denilen yerde kim bilir kaç marangoz vardır?
                Sabahları kalktım mı koşarım doğru bir kahveye. Bu kahve tertemiz, yedi, sekiz masadan ibarettir. Sessiz insanlar gelir, gider. Bir köşede bezik, kaptıkaçtı, satranç oynarlar. Sahibi Frenk’le Yahudi kırması bir hatundur. Dünyalar kadar iyi bir kadındır. Kahvesine girer girmez:
                — Bonjur madam, derim.
                — Bonjur mösyö, der, komantalevu?
                Lazım gelen cevabı veririm. O, bu cevapla kanmaz. Bana Fransızca herhalde pek hoş lakırdılar eder. Kimini anlar, kimini anlamam. Ne kadar vıy demek lazımsa der, bu vıy’ların arasına bir iki tane de no yerleştiririm. Rahat rahat anlaşırız. Elime Fransızca bir mecmua sıkıştırır. Ben de resimlerine bakar, anlayamadığım kelimeleri bir yere yazar, eve gidip lügata baktıktan sonra da anlar, ertesi sabah gelip de mecmuayı yeniden okuduğum zaman, “vay anasını” derim.
                Madam:
                — Ön kapuçina?.. der,
                Ben:
                — Peki, derim önce.
                Sonra Fransızca olsun diye, sesa’yı yapıştırırım. Madam, pek sevinir. Başlar kapuçinasını nasıl yaptığını Alamanca anlatmaya:
                .....
                On bire doğru küçük yokuşu çıkar, tramvay yoluna varır, sola döner, on beş adım atar, bir kütüphanenin önüne düşerim. Oradan Fransızca bir resimli mecmua satın alırım. Koltuğumun altında mecmua, kütüphaneden çıkar çıkmaz hemen dalarım bizim sokağa. Oh! Ne rahatımdır girer girmez. İnsanları başkadır bizim sokağın; bu tramvay yolu insanına benzemez. Korkarım bu tramvay yolu insanından.
                Çoğu gün canım yemek istemiyor şimdi. Bizim mahallede bir işkembeci vardır. Temiz adam, çorbası da iyidir. Dükkânı ötedeki pis işkembeci dükkânlarına benzemez. Kâseleri antika, işkembesi de kar gibi beyazdır.
                — Terbiyeli mi olsun, Mansur bey? der.
                — Terbiyeli olsun, Bayram, derim.
                İsmi ister Bayram, ister Muharrem olsun, her işkembeci benim için Bayram’dır.
                — Sirke, sarmısak koyayım mı, Mansur bey?
                — Koyma bugün. Evvelsi gün biraz dokandı; gaz yaptı. Bir limon alsın çocuk, sıkıver.
                — Sizin geçen günkü limonun, yarısı duruyor.
                — Yok be?
                Bayağı, çocuk gibi sevinirim limonumun yarısının durduğuna. Bayram da bayağı çocuk gibi limonu sakladığına, beni sevindirdiğine sevinir.
                — Hepsini sıkayım mı yarım limonun Mansur bey?
                — Sık, sık, Bayram! Ekşi olsun şöyle.
                Ekşi ekşi çorbayı içer, odama çıkarım. Kamusu Fransevi karşımda, satın aldığım mecmuanın resim altlarını Türkçe edeyim derken uyuyakalırım. Elifi elifine dört buçukta uyanırım. Dört buçuk gezinti saatimdir. Evimden çıkar, sağa sapar, bir numaralı sokağı geçer, tramvay yolunu geçmeden sol yaya kaldırımdan hızlı hızlı yürür, hemen soldaki bizim bir numaralı sokağa paralel iki numaralı sokağa sapıveririm.
                Bu sokak çamurlu, pis, dar bir sokaktır. Sağ tarafta bir bar, sonra bir ekmekçi, ekmekçiden sonra bir lokanta gelir. Bana da öyle gelir ki, bu lokantada memnu meyvalarla yemekler satılır. Her akşam aynı melankolik, garip adamlarla kadınlar geliyor. Belki de kurbağa, fare, karga, kedi, köpek, insan eti yiyorlar. Orayı da geçince bizim sokağın başına sapmış olurum. Sağa döner; yemişçi kadına, “Merhaba” derim. “Merhaba bey!” der. Gözleri pek güzeldir. Sağdaki sokağa sapıp sapmamakta tereddüte düşerim... Neden mi?
                Anlatayım: Bu her akşamki gezintilerimden birinde... İnsan gezinirken etrafına bakacak, yolda durup vitrin seyredecek, birinin yüzüne bakacak, ağır ağır yürüyecektir elbette. Bütün bunları yapamam işte. Bu sokağa girince hızlanır, önüme bakarak yürür; kızgınmışım, bu sokaktan geçmeye de mecburmuşum gibi yaparım. Neden mi? Ben de onu anlatacaktım:
                Efendim, buradaki evlerin birinde ağzı burnu yerinde, (bir gözünde tavuk karası vardır ama, zararı yok!) eski kadınların dediği gibi, ellerinin üstüne fındık oturtulacak kadar yumuk yumuk elli, büyük büyük memeli, entarisinin göğse açılan yerinde hafifçe kirli esmer bir ayrılıp birleşme, hoppa mı hoppa bir Yahudi kızcağızı vardı. Çift kanatlı bir pencerenin önünde oturur, bir şeyler dikerdi. Bazen kapının önüne çıkar, saatlerce sağa sola bakar, adam bulursa çene çalardı. Bir de kalın kalın, yere sağlam basan bacakları vardı. Yahudi’nin esmeri de başka türlü güzel oluyor... Ne öpmek isterdim bacaklarından şu kızı bir defacık ömrümde.
                Bir gün mahut sokağı aşağıya doğru inmeye başlamıştım. Yahudi kızı kapının önündeydi. Karşıdaki marangoz da kapısının önünde. Tam hizalarına gelince marangoz karşıma dikildi:
                — Bana baksana; dedi, lop incir! Bir daha buradan geçersen gözünü patlatırım!
                O günden sonra bu sokaktan geçmek dileği benim için dayanılmaz bir şey olmaya başladı. Ama ilk günleri akşam gezintilerimde oradan geçmek arzusuna dayanmak için ne çarpıntılar geçirmedim! Ha şimdi patlatacak gözümü marangoz, ha şimdi!.. Ne günlerdi o günler!.. Senelerden beri bu nevi çarpıntılara yüreğimi kapamıştım. Nabzım günlerce bir tek vuruş fazla atmazdı. Onu da sayardım: Hep altmış üç, hep altmış üç. Altmış ikiye indiği de olurdu. “Yürürken normalini bulur,” derdi bir doktor arkadaşım. Durup da sokakta nabzımı sayamam a!.. Ama şöyle bir dinlenip; bir kapuçina çektim, sağda solda bana bakan insan görmeyince, gizlice saatimi çıkardım mı, tamam: Altmış üç. Ne bir kadın yüzüme bakar, ne bir portakalın beş kuruştan yirmi beş kuruşa fırlaması beni ilgilendirirdi. Beş kuruşa yerdim. Yirmi beşse portakala da veda! Üç numaralı sokağa da, İstanbul’a olduğu gibi, darıldıktan sonra akşam gezintilerim bir zaman tadını kaybetti. İki sokak içinde mahpus gibi oldum. Ama sıkılmadım. Mahallem gerçi sakindir, sakindir ama civcivli de bir mahalledir. Oturanların yarısı Levanten’le Yahudi olan bir mahallede civciv olmaz olur mu? Hele Yahudiler!.. Ne iyi, ne tatlı, ne civcivli, ne hayatı sever insanlar!.. Mahallemin Yahudileri öyle pek zengin takımı değil, daha doğrusu benim zenginlerle alışverişim yok. Portakalcım benden kırk para fazla kopardığı gün, dünyanın en sevimli insanıdır. İsmi de Salomon’dur. Pahalı bulup da bir şey almadığım zaman arkamdan ne fena fena bakar, ne de olmayacak bir fiyat verdiğim zaman homurdanır. Aksine bana hak verir.
                Akşam olur. Akşamın olduğunu bizim madamın pastanesinin pencerelerine dallı bir perde çekilince anlarım. İçerinin tatlı sarı ışığı yanar. İlkin madam yakar elektriğini. Sonra Salomon diker mumunu portakal sandığına. Sonra lakerdacı 300 mumluk ampulünün kordonunu prize geçirir. Siklamen renkli kırmızı soğan kesilince dudak boyası, tırnak cilası güzelliğiyle parlar. Lakerda; şişman, esmer bir Rum kadının kaba ve oyluk etleri gibidir!..
                Meyhaneden çıkınca yanıma, bırakılmak istenen metresler talihsizliğiyle mahallem sokulur. Zavallı sokağım!
                Bir numaralı sokakta iki tane sazlı meyhane vardır. Onların önünde taksiler bekler. Taksilerin arasında şoförler, orospular gezinir. Otomobillerin önündeki hep yıldırım düşmesin diye takılmış paratonerdir sandığım, anten olduğunu öğrendiğim halde gene ilk görüşte aldandığım, o beyaz parlak maden sopa yağmurda bir şimşek gibi parlar.
                Kocaman hayvan otomobilin bu küçük kuyruğunu; onun isterik, tehditkâr sallanışını pek severim. İşkembecinin karşısında yağmurun altında durur, şapkamı kulaklarıma geçirir, sanki uzak bir kadınsız memleketten buralara düşmüşüm de beraber geceyi geçirecek, derdimi paylaşacak bir kadın arıyormuşum gibi kocamanlaştığını tahmin ettiğim fena gözlerimle gelen geçene bakar dururum...
                On dakika sonra benden çok yaşlı bir adam geçer. Bu adam iri yarı bir adamdır. Kır bıyıklıdır. Saçları hiç dökülmemiştir ama beyazdır. Şoförler onu görünce:
                — Vay beybaba, merhaba, derler.
                O:
                — Merhaba evlatlar, der.
                Sonra Fuzuli’den beyitler okur. Şoförler adam gittikten sonra:
                — Okumuş adamdır, derler. Ama huyu kötü: Küçük kızlara düşkün. Hem küçük, hem de en adisinden olmazsa alıp gitmez, enayi!
                Adam, karşıki gazinoya yollanır. Az sonra ben de oraya giderim. O tam saz takımının karşısına geçer oturur. Üstü başı gayet temizdir. Elleri, saçları, bıyıkları itinalıdır. Gözüküşü elliden fazla değildir. Küçük şanoda bir, iki, üç, dört, beş, kadın vardır. Beybaba en gencine diker gözlerini. O kadın beybabaya kokteyl ısmarlatır. İçine dört beş damla tuvalet ispirtosu damlatılmış nar şerbeti getirirler. Bir daha getirirler. Adam ortada hizmet eden yusyuvarlak, gözleri tatlı, sıcak kızı çağırır, kulağına bir şeyler söyler, sonra artık bu adam uyumaya başlar. Masaya dirseğini yaslar, uyur. Yalnız, gözlerine siyah gözlük takmış, kısık kadın seslerinin arasına ara sıra çatlak, fakat usule uygun bir ses fırlatan kemancı, taksime giriştiği zaman gözünü açar, “Allah, Allah!” diye haykırır. Garson Bekir anlatırdı: Beraber gittiği kadınların göğsüne başını kor, ağlar, uyur, şarkı söyler, şiir okurmuş. Bu beş fiilden bir altıncısı (mesela gülmek) hiç olmazmış. Adam sonra gene uyur. Artık meyhaneye yıldırım gibi giren bir bilmem ne mahallesinin meşhur hergelesinin bilmem kim için attığı naraya bile kulak asmaz; meyhanenin birbirine girdiği, Laz meyhane sahibinin bir iki külhanbeyini yakalayıp sokağa attığı, meyhanenin camının kırıldığı akşamlar o uyur. Hatta bazı geceler, içeriye yağmurla, karla birlikte giren genç irisi, pek şişman, yanakları, boynu, saçı, bıyıkları, paltosunun yakası yağ içinde zurnacının pantolonunun düğmelerini ilikleyerek ihtiyar, bitkin hanendelerden birinin boş bıraktığı, yahut onu görünce nezaketen, belki de meslektaşlık gayretiyle kalktığı iskemleye kurulduğu, kurulup da zurnasını korkunç bir sesle üflediği zamanlarda bile uyanmaz. Bu zurnacı, saz yerinin son numarasıdır. Saat on bire doğru gelir. İki kalın, kısa, şişman bacağın üzerinde vücudunu tarta tarta yürür, yakası kadife paltosunu çıkarır; salonun bir köşesine kor, kör kemancıya selam durur. Dümbelekçi, zurnacının selam durduğunu kemancıya fısıldar. Yüzü, hanendelerin arkasında pek seyrek görünen kanuncunun biraz evvel tıraş olup şap sürdüğü gergin yüzü birdenbire bir milyon yerinden buruşur... Zurnacımız da sandalyesine oturmuştur. Pantolonunun ön düğmeleri yok mudur? Yoksa şişmanlıktan her zaman mı kopar? Orasından yeşil kaşkolunun püskülleri çıkar. Görenler güler. Gazino sahibi başıyla gözüyle işaret eder. Zurnacı mahcup ayağa kalkar. Dakikalarca arkası müşterilere dönük, pantolonunu toplar, gene oturur, bir zaman etrafına bakar. Sonra cebinden bir tabaka çıkarır. Sigara saracak sanırsınız — hayır, zurnasının kamış düdüklerinden birini alır, onu yerine kor, ötekini alır, en münasip olanını, yahut da en iyisini bu akşam için çıkaracakmış gibi yapar. Ben hep bu sırada kalkarım.
                Yedi senedir bu sokaktan gayri, İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış —ne bileyim bir şeyler işte— gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı adamlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?
                Mahalle gene ne olsa mahalledir. Benim dükkân yanabilir, aç da kalabilirim. Ama bana öyle gelir ki, şu öğleleri limonlu terbiyeli işkembe çorbasını içtiğim işkembeci beni ölünceye kadar besleyecek. Portakalcı Salomon çürük portakalları çıplak Yahudi çocuklarına nasıl dağıtıyorsa, ben geçerken de iki tane avcuma koyacak. O günler belki elbiselerim pek eski olur da içeriye almaz ama; pastanenin madamı kapısının önünde bana bir kapuçina içirir.
                Bunlar hayal ama, mahallemi ben böyle seviyorum işte! Hele eski tanıdıkları hiç görmek istemiyorum. Ara sıra mahallede onlardan birine rastlıyorum:
                — Vay! Sen buralarda, ha?
                Boynumu büküp, “Ne yapayım?” der gibi bakıyorum.
                — Kim bilir ne dalgan vardır, diyorlar.
                Sonra:
                — Ulan! Serserilikten vazgeçmedin gitti. Serserilikten değil, kendimden vazgeçtim ama dert anlatamıyorum. Kimisi:
                — Bilirim seni, hınzır, gene kimin peşindesin kim bilir? diyor.
                Kendi peşimi bile bıraktım. Ama o marangozun dostu, bir gözüne karatavuk oturmuş, elleri, çukur çukur esmer Yahudi kızına bayılıyorum. Kim bilir ne tatlı yerleri, ne kokulu tarafları vardır, kalın bacaklarından gayrı.
                Dün mahalleden şöyle bir çıkmaya karar verdim. Unkapanı’ndan vurup Saraçhane’ye çıktım. İstanbul bayağı değişmiş. Şaşırdım kaldım. Hoşuma da gitti bir bakıma:
                Temiz asfalt, kocaman yollar... O su kemeri ne güzel şeymiş meğer! Nedir o ta bir kilometreden takızafer gibi görünüşü! Yanında Gazanferağa Medresesi şipşirin, bembeyaz. Parklar, ağaçlar gördüm. İnsanlar gördüm. Ürkek ürkek dolaştım. Kıztaşı’na kadar uzandım. Fatih’ten aşağıya yürümeye başladım. Saraçhane’ye vardım. Baktım bir binanın tepesine yıkıcılar çıkmış, yıkıyorlar. Şuralarda bir hamam vardı, dedim kendi kendime. Yıkılan o hamammış. O sıra vücuduma bir hamamda yıkanmak kaşıntısı geldi.
                Ne olursa olsun, artık kepazeliği ele aldık, onu da söyleyeyim: Yedi senedir yıkanmamıştım. Yıkanmak aklıma bile gelmemişti. Beni bir kaşıntı aldı, bir kaşıntı!.. Bitlendim gibime geldi. Bir hamama girdim. Bir yıkandım, bir yıkandım! Fitil fitil de kir çıktı. Ama ben de rahat ettim. Aman, bir terlemişim, aman bir terlemişim! Elimi nereye sürsem elimde deri parçası mı, yağ parçası mı, kir parçası mı, ne bileyim bir şeyler kaldı. Şaştım kaldım insanoğlunun bu kadar çörü çöpü olmasına... Bayağı kabuk bağlarmışız.
                Hamamdan çıkıp tramvaya atladım. Eve uğrayayım da sonra akşama bir de Teşvikiye taraflarına gideyim diyordum. Eve döndüm. Yatağıma şöyle bir uzanmamla uyumam, yirmi dört saat uyumam bir oldu. Uyandığım zaman saat, ertesi gün iki idi. Aşağı yukarı tam yirmi saat uyumuşum. Doğru işkembeciye koştum.
                Bayram:
                — Maşallah, renginiz pek iyi, Mansur bey, dedi.
                Söyleyemezdim a, hamama gittim diye. Çorbama sarmısak koydurtmadım. Gezintimi yaptım. Hava kararırken Maçka’ya vardım. Oralar da bir başka âlem... Dönüşte yedi sene daha mahalleden dışarıya çıkmamaya karar vereyim dedim, olmadı. Bu başımı döndüren, iki günlük hayattan şaşkına dönmüştüm. Bir ara ne düşündüm bilir misiniz? Şu bizim dükkânla evi satayım. O sazlı gazino yok mu hani, söz açtığım? Orada dışarı siparişlerini gören kız vardı ya —hani alnı dar olanı— onu metres tutayım. Bir sene sonra da öleyim.
                Bineyim bir Boğaziçi vapuruna, günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.

Varlık, (322), Mayıs 1947
Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam, (14.b.), İstanbul: YKY, 2011, s.9-16.