LÜZUMSUZ
ADAM
Sait Faik ABASIYANIK
Ben
bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını
istemiyorum. Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile...
Mahallemden pek memnunum. Yedi senedir çıkmadım oradan desem yeri. Hiçbir
dostum da nerede oturduğumu bilmiyor. Mahallem dediğim; şu yedi senedir -üç
ayda bir Karaköy’e inip dükkân kirasını almak bir yana- yaşadığım yer, üç dört
sokak içindedir.
Mahallem,
birbirine muvazi üç sokakla, bu sokakları diklemesine kesen bir diğer sokak,
bir de bunlardan bütün bütüne bağımsız, -ama sokak sayılmayacak kadar dar,
kısa- benim sokağımdan ibarettir. Ben bu sokaklara, önemliliklerine göre, 1, 2,
3, 4 numaralarını taktım. Kendi sokağım numarasızdır. Onu numaralamağa elim
varmadı.
Oturduğum
apartmanın altında bir sütçü, onun karşısında iki marangoz vardır. Marangozlara
hiç işim düşmedi. Nasıl geçindiklerine şaşar kalırım. Akşamlara dek uğraşırlar.
Demek herkes benim gibi değil: Öyle ya, tam kırk sekiz senedir marangoza işim
düşmesin. İstanbul’da marangoza işi düşecek insanlara şaşar kalırım. Hem de şu
İstanbul denilen yerde kim bilir kaç marangoz vardır?
Sabahları
kalktım mı koşarım doğru bir kahveye. Bu kahve tertemiz, yedi, sekiz masadan
ibarettir. Sessiz insanlar gelir, gider. Bir köşede bezik, kaptıkaçtı, satranç
oynarlar. Sahibi Frenk’le Yahudi kırması bir hatundur. Dünyalar kadar iyi bir
kadındır. Kahvesine girer girmez:
—
Bonjur madam, derim.
—
Bonjur mösyö, der, komantalevu?
Lazım
gelen cevabı veririm. O, bu cevapla kanmaz. Bana Fransızca herhalde pek hoş
lakırdılar eder. Kimini anlar, kimini anlamam. Ne kadar vıy demek lazımsa der,
bu vıy’ların arasına bir iki tane de no yerleştiririm. Rahat rahat anlaşırız.
Elime Fransızca bir mecmua sıkıştırır. Ben de resimlerine bakar, anlayamadığım
kelimeleri bir yere yazar, eve gidip lügata baktıktan sonra da anlar, ertesi
sabah gelip de mecmuayı yeniden okuduğum zaman, “vay anasını” derim.
Madam:
—
Ön kapuçina?.. der,
Ben:
—
Peki, derim önce.
Sonra
Fransızca olsun diye, sesa’yı yapıştırırım. Madam, pek sevinir. Başlar
kapuçinasını nasıl yaptığını Alamanca anlatmaya:
.....
On
bire doğru küçük yokuşu çıkar, tramvay yoluna varır, sola döner, on beş adım
atar, bir kütüphanenin önüne düşerim. Oradan Fransızca bir resimli mecmua satın
alırım. Koltuğumun altında mecmua, kütüphaneden çıkar çıkmaz hemen dalarım
bizim sokağa. Oh! Ne rahatımdır girer girmez. İnsanları başkadır bizim sokağın;
bu tramvay yolu insanına benzemez. Korkarım bu tramvay yolu insanından.
Çoğu
gün canım yemek istemiyor şimdi. Bizim mahallede bir işkembeci vardır. Temiz
adam, çorbası da iyidir. Dükkânı ötedeki pis işkembeci dükkânlarına benzemez. Kâseleri
antika, işkembesi de kar gibi beyazdır.
—
Terbiyeli mi olsun, Mansur bey? der.
—
Terbiyeli olsun, Bayram, derim.
İsmi
ister Bayram, ister Muharrem olsun, her işkembeci benim için Bayram’dır.
—
Sirke, sarmısak koyayım mı, Mansur bey?
—
Koyma bugün. Evvelsi gün biraz dokandı; gaz yaptı. Bir limon alsın çocuk,
sıkıver.
—
Sizin geçen günkü limonun, yarısı duruyor.
—
Yok be?
Bayağı,
çocuk gibi sevinirim limonumun yarısının durduğuna. Bayram da bayağı çocuk gibi
limonu sakladığına, beni sevindirdiğine sevinir.
—
Hepsini sıkayım mı yarım limonun Mansur bey?
—
Sık, sık, Bayram! Ekşi olsun şöyle.
Ekşi
ekşi çorbayı içer, odama çıkarım. Kamusu Fransevi karşımda, satın aldığım
mecmuanın resim altlarını Türkçe edeyim derken uyuyakalırım. Elifi elifine dört
buçukta uyanırım. Dört buçuk gezinti saatimdir. Evimden çıkar, sağa sapar, bir
numaralı sokağı geçer, tramvay yolunu geçmeden sol yaya kaldırımdan hızlı hızlı
yürür, hemen soldaki bizim bir numaralı sokağa paralel iki numaralı sokağa
sapıveririm.
Bu
sokak çamurlu, pis, dar bir sokaktır. Sağ tarafta bir bar, sonra bir ekmekçi,
ekmekçiden sonra bir lokanta gelir. Bana da öyle gelir ki, bu lokantada memnu
meyvalarla yemekler satılır. Her akşam aynı melankolik, garip adamlarla
kadınlar geliyor. Belki de kurbağa, fare, karga, kedi, köpek, insan eti
yiyorlar. Orayı da geçince bizim sokağın başına sapmış olurum. Sağa döner;
yemişçi kadına, “Merhaba” derim. “Merhaba bey!” der. Gözleri pek güzeldir.
Sağdaki sokağa sapıp sapmamakta tereddüte düşerim... Neden mi?
Anlatayım:
Bu her akşamki gezintilerimden birinde... İnsan gezinirken etrafına bakacak, yolda
durup vitrin seyredecek, birinin yüzüne bakacak, ağır ağır yürüyecektir
elbette. Bütün bunları yapamam işte. Bu sokağa girince hızlanır, önüme bakarak
yürür; kızgınmışım, bu sokaktan geçmeye de mecburmuşum gibi yaparım. Neden mi?
Ben de onu anlatacaktım:
Efendim,
buradaki evlerin birinde ağzı burnu yerinde, (bir gözünde tavuk karası vardır
ama, zararı yok!) eski kadınların dediği gibi, ellerinin üstüne fındık
oturtulacak kadar yumuk yumuk elli, büyük büyük memeli, entarisinin göğse
açılan yerinde hafifçe kirli esmer bir ayrılıp birleşme, hoppa mı hoppa bir
Yahudi kızcağızı vardı. Çift kanatlı bir pencerenin önünde oturur, bir şeyler
dikerdi. Bazen kapının önüne çıkar, saatlerce sağa sola bakar, adam bulursa
çene çalardı. Bir de kalın kalın, yere sağlam basan bacakları vardı. Yahudi’nin
esmeri de başka türlü güzel oluyor... Ne öpmek isterdim bacaklarından şu kızı
bir defacık ömrümde.
Bir
gün mahut sokağı aşağıya doğru inmeye başlamıştım. Yahudi kızı kapının
önündeydi. Karşıdaki marangoz da kapısının önünde. Tam hizalarına gelince
marangoz karşıma dikildi:
—
Bana baksana; dedi, lop incir! Bir daha buradan geçersen gözünü patlatırım!
O
günden sonra bu sokaktan geçmek dileği benim için dayanılmaz bir şey olmaya
başladı. Ama ilk günleri akşam gezintilerimde oradan geçmek arzusuna dayanmak
için ne çarpıntılar geçirmedim! Ha şimdi patlatacak gözümü marangoz, ha
şimdi!.. Ne günlerdi o günler!.. Senelerden beri bu nevi çarpıntılara yüreğimi
kapamıştım. Nabzım günlerce bir tek vuruş fazla atmazdı. Onu da sayardım: Hep
altmış üç, hep altmış üç. Altmış ikiye indiği de olurdu. “Yürürken normalini
bulur,” derdi bir doktor arkadaşım. Durup da sokakta nabzımı sayamam a!.. Ama
şöyle bir dinlenip; bir kapuçina çektim, sağda solda bana bakan insan
görmeyince, gizlice saatimi çıkardım mı, tamam: Altmış üç. Ne bir kadın yüzüme
bakar, ne bir portakalın beş kuruştan yirmi beş kuruşa fırlaması beni
ilgilendirirdi. Beş kuruşa yerdim. Yirmi beşse portakala da veda! Üç numaralı
sokağa da, İstanbul’a olduğu gibi, darıldıktan sonra akşam gezintilerim bir
zaman tadını kaybetti. İki sokak içinde mahpus gibi oldum. Ama sıkılmadım.
Mahallem gerçi sakindir, sakindir ama civcivli de bir mahalledir. Oturanların
yarısı Levanten’le Yahudi olan bir mahallede civciv olmaz olur mu? Hele
Yahudiler!.. Ne iyi, ne tatlı, ne civcivli, ne hayatı sever insanlar!..
Mahallemin Yahudileri öyle pek zengin takımı değil, daha doğrusu benim
zenginlerle alışverişim yok. Portakalcım benden kırk para fazla kopardığı gün,
dünyanın en sevimli insanıdır. İsmi de Salomon’dur. Pahalı bulup da bir şey
almadığım zaman arkamdan ne fena fena bakar, ne de olmayacak bir fiyat verdiğim
zaman homurdanır. Aksine bana hak verir.
Akşam
olur. Akşamın olduğunu bizim madamın pastanesinin pencerelerine dallı bir perde
çekilince anlarım. İçerinin tatlı sarı ışığı yanar. İlkin madam yakar
elektriğini. Sonra Salomon diker mumunu portakal sandığına. Sonra lakerdacı 300
mumluk ampulünün kordonunu prize geçirir. Siklamen renkli kırmızı soğan
kesilince dudak boyası, tırnak cilası güzelliğiyle parlar. Lakerda; şişman,
esmer bir Rum kadının kaba ve oyluk etleri gibidir!..
Meyhaneden
çıkınca yanıma, bırakılmak istenen metresler talihsizliğiyle mahallem sokulur.
Zavallı sokağım!
Bir
numaralı sokakta iki tane sazlı meyhane vardır. Onların önünde taksiler bekler.
Taksilerin arasında şoförler, orospular gezinir. Otomobillerin önündeki hep
yıldırım düşmesin diye takılmış paratonerdir sandığım, anten olduğunu öğrendiğim
halde gene ilk görüşte aldandığım, o beyaz parlak maden sopa yağmurda bir
şimşek gibi parlar.
Kocaman
hayvan otomobilin bu küçük kuyruğunu; onun isterik, tehditkâr sallanışını pek
severim. İşkembecinin karşısında yağmurun altında durur, şapkamı kulaklarıma
geçirir, sanki uzak bir kadınsız memleketten buralara düşmüşüm de beraber
geceyi geçirecek, derdimi paylaşacak bir kadın arıyormuşum gibi
kocamanlaştığını tahmin ettiğim fena gözlerimle gelen geçene bakar dururum...
On
dakika sonra benden çok yaşlı bir adam geçer. Bu adam iri yarı bir adamdır. Kır
bıyıklıdır. Saçları hiç dökülmemiştir ama beyazdır. Şoförler onu görünce:
—
Vay beybaba, merhaba, derler.
O:
—
Merhaba evlatlar, der.
Sonra
Fuzuli’den beyitler okur. Şoförler adam gittikten sonra:
—
Okumuş adamdır, derler. Ama huyu kötü: Küçük kızlara düşkün. Hem küçük, hem de
en adisinden olmazsa alıp gitmez, enayi!
Adam,
karşıki gazinoya yollanır. Az sonra ben de oraya giderim. O tam saz takımının
karşısına geçer oturur. Üstü başı gayet temizdir. Elleri, saçları, bıyıkları
itinalıdır. Gözüküşü elliden fazla değildir. Küçük şanoda bir, iki, üç, dört,
beş, kadın vardır. Beybaba en gencine diker gözlerini. O kadın beybabaya
kokteyl ısmarlatır. İçine dört beş damla tuvalet ispirtosu damlatılmış nar
şerbeti getirirler. Bir daha getirirler. Adam ortada hizmet eden yusyuvarlak,
gözleri tatlı, sıcak kızı çağırır, kulağına bir şeyler söyler, sonra artık bu
adam uyumaya başlar. Masaya dirseğini yaslar, uyur. Yalnız, gözlerine siyah gözlük
takmış, kısık kadın seslerinin arasına ara sıra çatlak, fakat usule uygun bir
ses fırlatan kemancı, taksime giriştiği zaman gözünü açar, “Allah, Allah!” diye
haykırır. Garson Bekir anlatırdı: Beraber gittiği kadınların göğsüne başını
kor, ağlar, uyur, şarkı söyler, şiir okurmuş. Bu beş fiilden bir altıncısı (mesela
gülmek) hiç olmazmış. Adam sonra gene uyur. Artık meyhaneye yıldırım gibi giren
bir bilmem ne mahallesinin meşhur hergelesinin bilmem kim için attığı naraya
bile kulak asmaz; meyhanenin birbirine girdiği, Laz meyhane sahibinin bir iki
külhanbeyini yakalayıp sokağa attığı, meyhanenin camının kırıldığı akşamlar o
uyur. Hatta bazı geceler, içeriye yağmurla, karla birlikte giren genç irisi,
pek şişman, yanakları, boynu, saçı, bıyıkları, paltosunun yakası yağ içinde
zurnacının pantolonunun düğmelerini ilikleyerek ihtiyar, bitkin hanendelerden
birinin boş bıraktığı, yahut onu görünce nezaketen, belki de meslektaşlık
gayretiyle kalktığı iskemleye kurulduğu, kurulup da zurnasını korkunç bir sesle
üflediği zamanlarda bile uyanmaz. Bu zurnacı, saz yerinin son numarasıdır. Saat
on bire doğru gelir. İki kalın, kısa, şişman bacağın üzerinde vücudunu tarta
tarta yürür, yakası kadife paltosunu çıkarır; salonun bir köşesine kor, kör
kemancıya selam durur. Dümbelekçi, zurnacının selam durduğunu kemancıya
fısıldar. Yüzü, hanendelerin arkasında pek seyrek görünen kanuncunun biraz
evvel tıraş olup şap sürdüğü gergin yüzü birdenbire bir milyon yerinden
buruşur... Zurnacımız da sandalyesine oturmuştur. Pantolonunun ön düğmeleri yok
mudur? Yoksa şişmanlıktan her zaman mı kopar? Orasından yeşil kaşkolunun
püskülleri çıkar. Görenler güler. Gazino sahibi başıyla gözüyle işaret eder.
Zurnacı mahcup ayağa kalkar. Dakikalarca arkası müşterilere dönük, pantolonunu
toplar, gene oturur, bir zaman etrafına bakar. Sonra cebinden bir tabaka çıkarır.
Sigara saracak sanırsınız — hayır, zurnasının kamış düdüklerinden birini alır,
onu yerine kor, ötekini alır, en münasip olanını, yahut da en iyisini bu akşam
için çıkaracakmış gibi yapar. Ben hep bu sırada kalkarım.
Yedi
senedir bu sokaktan gayri, İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum.
Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış —ne bileyim bir
şeyler işte— gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik
basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca
şehir, ne kadar birbirine yabancı adamlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra
neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor.
Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu
kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?
Mahalle
gene ne olsa mahalledir. Benim dükkân yanabilir, aç da kalabilirim. Ama bana
öyle gelir ki, şu öğleleri limonlu terbiyeli işkembe çorbasını içtiğim
işkembeci beni ölünceye kadar besleyecek. Portakalcı Salomon çürük portakalları
çıplak Yahudi çocuklarına nasıl dağıtıyorsa, ben geçerken de iki tane avcuma koyacak.
O günler belki elbiselerim pek eski olur da içeriye almaz ama; pastanenin
madamı kapısının önünde bana bir kapuçina içirir.
Bunlar
hayal ama, mahallemi ben böyle seviyorum işte! Hele eski tanıdıkları hiç görmek
istemiyorum. Ara sıra mahallede onlardan birine rastlıyorum:
—
Vay! Sen buralarda, ha?
Boynumu
büküp, “Ne yapayım?” der gibi bakıyorum.
—
Kim bilir ne dalgan vardır, diyorlar.
Sonra:
—
Ulan! Serserilikten vazgeçmedin gitti. Serserilikten değil, kendimden vazgeçtim
ama dert anlatamıyorum. Kimisi:
—
Bilirim seni, hınzır, gene kimin peşindesin kim bilir? diyor.
Kendi
peşimi bile bıraktım. Ama o marangozun dostu, bir gözüne karatavuk oturmuş,
elleri, çukur çukur esmer Yahudi kızına bayılıyorum. Kim bilir ne tatlı
yerleri, ne kokulu tarafları vardır, kalın bacaklarından gayrı.
Dün
mahalleden şöyle bir çıkmaya karar verdim. Unkapanı’ndan vurup Saraçhane’ye
çıktım. İstanbul bayağı değişmiş. Şaşırdım kaldım. Hoşuma da gitti bir bakıma:
Temiz
asfalt, kocaman yollar... O su kemeri ne güzel şeymiş meğer! Nedir o ta bir
kilometreden takızafer gibi görünüşü! Yanında Gazanferağa Medresesi şipşirin,
bembeyaz. Parklar, ağaçlar gördüm. İnsanlar gördüm. Ürkek ürkek dolaştım.
Kıztaşı’na kadar uzandım. Fatih’ten aşağıya yürümeye başladım. Saraçhane’ye
vardım. Baktım bir binanın tepesine yıkıcılar çıkmış, yıkıyorlar. Şuralarda bir
hamam vardı, dedim kendi kendime. Yıkılan o hamammış. O sıra vücuduma bir hamamda
yıkanmak kaşıntısı geldi.
Ne
olursa olsun, artık kepazeliği ele aldık, onu da söyleyeyim: Yedi senedir
yıkanmamıştım. Yıkanmak aklıma bile gelmemişti. Beni bir kaşıntı aldı, bir
kaşıntı!.. Bitlendim gibime geldi. Bir hamama girdim. Bir yıkandım, bir
yıkandım! Fitil fitil de kir çıktı. Ama ben de rahat ettim. Aman, bir
terlemişim, aman bir terlemişim! Elimi nereye sürsem elimde deri parçası mı,
yağ parçası mı, kir parçası mı, ne bileyim bir şeyler kaldı. Şaştım kaldım
insanoğlunun bu kadar çörü çöpü olmasına... Bayağı kabuk bağlarmışız.
Hamamdan
çıkıp tramvaya atladım. Eve uğrayayım da sonra akşama bir de Teşvikiye
taraflarına gideyim diyordum. Eve döndüm. Yatağıma şöyle bir uzanmamla uyumam,
yirmi dört saat uyumam bir oldu. Uyandığım zaman saat, ertesi gün iki idi.
Aşağı yukarı tam yirmi saat uyumuşum. Doğru işkembeciye koştum.
Bayram:
—
Maşallah, renginiz pek iyi, Mansur bey, dedi.
Söyleyemezdim
a, hamama gittim diye. Çorbama sarmısak koydurtmadım. Gezintimi yaptım. Hava
kararırken Maçka’ya vardım. Oralar da bir başka âlem... Dönüşte yedi sene daha
mahalleden dışarıya çıkmamaya karar vereyim dedim, olmadı. Bu başımı döndüren,
iki günlük hayattan şaşkına dönmüştüm. Bir ara ne düşündüm bilir misiniz? Şu
bizim dükkânla evi satayım. O sazlı gazino yok mu hani, söz açtığım? Orada
dışarı siparişlerini gören kız vardı ya —hani alnı dar olanı— onu metres
tutayım. Bir sene sonra da öleyim.
Bineyim
bir Boğaziçi vapuruna, günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka
taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin
içine bırakıvereyim kendimi.
Varlık,
(322), Mayıs 1947
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder