DONDURMALI
SİNEMA
Oktay AKBAL
Hikâyemin, bugünün
insanlarına bir masal gibi geleceğini biliyorum. Ama ben bu masalın içinde
yaşadım. Hiç de uzak olmayan o barış günlerinin serüvenleri; sisli, karışık
anılar arası yitip gitmiş, sanki o beyaz pantolonlu çocuk, yaz öğlelerinin
sıcağı, durgunluğu, neşesizliği içinde, sinemaların karşılıklı sıralandığı sokakta
dalgın, avare dolaşmamış; bol haydutlu, gürültülü bir filmin heyecanını resimlerini
seyrederken yaşamamış.
Benim masalımda şehzadeler,
peri kızları, bir dudağı göğe varan Araplar, zengin saraylar, uçan halılar, bir
kılıç darbesinde ejderhaları öldüren kahramanlar, korkunç süpürgeli cadılar
yok. Masalımı dinleyenleri hayalin en uzak ufuklarına, sisli mesafelerin
ötesine sürüklemeyeceğim. Sadece, şimdi kahramanına bile olmamış, yaşanmamış
gibi gelen ve savaştan önceki yılların kayıtsızlığı içinde eriyip kaybolan bir
gerçek serüvenden bahsedeceğim.
Benim uzun savaş yıllarında,
karanlık gecelerde, ekmek fırınlarının önünde; insanlardan, onların
büyüklüğünden, iyiliğinden ümidimi kestiğim, yaşamaya olan sevgimin eksildiğini
duyduğum anlarımda; geçip gitmiş uzak günlerin izlerini taşıyan, çocukluğumun
renkli dünyasında yer etmiş büyük balkonlu o geniş sinemanın hatırası ile
avunduğum oluyordu.
Bu sinema, çocukluğumun eski
bir aşinasıydı. Evimizin üst kat pencerelerinden damı görülürdü. Özellikle tatil aylarında haftada bir defa,
evimizi caddeye bağlayan, etrafı eski zaman evleriyle kaplı, tozlu yolu aşıp
sinemanın resimlerle süslü camlı kapısına varırdım. Her hafta değişen bu
resimlerdeki insanlar benim en yakın dostlarımdı. Bin bir tehlikeyle dolu bir
adada dövüşen denizcilerin yanında bulunur, uçurumlardan atımı aşırır, son
hızla giden otomobili ben sürerdim. Sinemaya girince en arkadaki tek koltuğa
yerleşir, kendi hayallerimle, düşüncelerimle baş başa kalmak isterdim.
Dakikalarca bekledikten sonra film başlar, bir sürü kavgadan, silah seslerinden
sonra biterdi.
O yaz ayları korkunç
derecede sıcaktı; insanlar ceketleri kollarında, beyaz mendilleri ellerinde
dolaşıyor, sucu dükkânlarına, şerbetçilere koşuyorlardı. Sinemalı sokak gitgide
tenhalaşıyor, gelenler azalıyordu. Ama ben, öteki mahalle çocukları, semtin
sinema delisi birkaç hizmetçi kızı, şımarık evlatlıklar ve birkaç avare, eskisi
gibi gidip gelmekteydik. Otuz kısımlı filmler her zamanki gibi salonu dolduran
yirmi, otuz kişiye gösteriliyordu. Boş bir sinemada film seyretmek hiç de hoş
bir şey değildi. Buck Jones’un yapıştırdığı yumruklar boş yere harcanıyor,
Tarzan, aslanları lüzumsuz yere öldürüyordu. En heyecanlı sahnelerde bile ses
seda çıkmıyordu. Böylece sinema gitgide tadını kaybetti. Koskoca bir salonda
yalnız başıma film seyretmek içimde bir korku yaratmaya başladı. Bu da büyük
sinemaya birkaç hafta uğramamam için bir sebep oldu.
Uzunca bir ayrılıktan sonra
bir gün sinemaya koştum. Biletimi alıp salona girerken duraklayıverdim. Bir
dondurmacı kapının iç tarafına sandalye atmış, külahları, bardakları önündeki
ufak masaya dizmişti. Beni görünce; “Kaymaklı mı, vişneli mi?” diyerek bir
külah çekip iki kaşık dondurma doldurdu, elime tutuşturdu. Şaşkınlık içinde bir
köseye çekilip beyaz önlüğü, neşeli sözleriyle hoşuma giden dondurmacıyı seyre
dalmıştım. Her gelene bir külah dondurma uzatıyor, komik sözler söylüyordu.
Sinema o gün de tenhaydı. Bir köşede birbirine sokulan bir çiftten başka herkes
dondurmasını yalamakla meşguldü. Hepsinin yüzünde sebepsiz bir sevincin
izlerini görmüştüm. O sıcak yaz günlerinin birbirine benzeyen akışı içinde sanki
birden her şey değişivermişti. Dondurmalı sinema, içime bir huzur, hayallerime
bir genişlik getirmişti.
Artık her hafta filmin
değişmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Her çarşamba günü, kapı önünde insanlara
sevinç ve mutluluk dağıtan babacan adamın elindeki vişneli, kaymaklı dondurma
külahını kaptığım gibi salondaki yerimi alıyor, perdedeki olayların akışına,
dostlarımın mutluluklarına kendimi kaptırıyordum. O sıralarda kimse dondurmalı
sinemanın farkında değildi. Hava sıcak, güneş yakıcıydı, insanlar rahat günlerin
kayıtsızlığı içindeydiler Biz; semt çocuklarından, üç-beş avareden, birkaç
tembel evlatlık ve hoppa hizmetçi kızdan, askerî okul öğrencileri ile
flörtlerinden başka bu eşsiz mutluluğu duyan hiç kimse yoktu. Bunların çoğu da
bir masal içinde yaşadığını bilmiyor, yıllarca sonra bir masal kahramanı halini
alacaklarından habersiz bulunuyorlardı. Ben bu yeni mutluluk duygusunun kapı
önündeki babacan adamın dondurmasından geldiğini o zaman anlamıyordum. Yalnız
bu sıkıntılı, uzun yaz günlerinde farkına varılmayan bir sebeple, bol
hayallerle yüklü bir sevincin içime düşüvermiş olduğunu hissediyordum.
Ama ne yapsalar, ne etseler
olmadı. Tersine, havalar ısındıkça ısındı, kimse sinemalı sokaktan geçmez;
âşıklı, dövüşlü filmlerin semtine uğramaz oldu. Yine dondurmalar dağıtılıyor;
biz çocuklar, işsizler, serseriler, hizmetçi kızlar sinemayı doldurmaya devam
ediyorduk. Hatta üç beş kişi daha aramıza katılıyor, sokak boyunca en çok
müşteri toplayan, bizim dondurmalı sinema oluyordu. Koskoca salonda yirmi-otuz
kişinin bulunduğu görülüyor, bir-iki locanın loşluğunda insanlar olduğunu,
babacan dondurmacının tepsisiyle dondurma bardaklarını o tarafa taşımasından
anlıyorduk. Sinemacı bu kalabalığa memnun, arada bir sokağa çıkıp öteki
sinemaların adamlarına caka satıyor, sigarasının dumanını o tarafa doğru üflüyordu.
Şu var ki, bu hal çok
sürmedi. Karşıki ufak sinema daha parlak bir şey düşünmüş, bulmuştu. Bir gün
sokak boyunca dolaşırken ufak sinemanın önünde bir kalabalığın biriktiğini
gördüm. Bir sokak şerbetçisi güğümünün başına geçmiş, masanın üzerindeki
bardaklara vişne şurubu dolduruyor, çatlak sesiyle bağırıyordu: “Giren içiyor,
giren içiyor... Maşallah, şerbete bak, buz gibi, buz!” Gerçekten şuruplar
bardakta öyle güzel görünüyordu ki seyircilerden bazıları dayanamadı, birer
paradi bileti alıp bardakları diktiler. Tabii ben de o gün ufak sinemaya
girmeden, o buz gibi şurubu içmeden duramazdım.
Böylece başlayan rekabet gün
geçtikçe hızlandı. Dondurmalar daha bol, şerbetler daha lezzetli olmaya
başladı. Karşılıklı bağrışılıyor, müşteri tavlamaya çalışılıyordu. Biz; semt
çocukları, işsizler, avareler, evlatlıklar ve hizmetçi kızlar şaşkına
dönüyorduk. Bir heyecandır gidiyordu. Ama dediğim gibi bu serüvenden kimsenin
haberi yoktu. Herkes başka âlemlerdeydi. Burunlarının dibindeki, gözlerinin
önündeki bu mutluluk kaynağını göremiyorlardı. Yalnız bizler, semtin avareleri;
bu heyecanlı, eşsiz dünyada yaşadık. Her gün telaşla caddeye kadar koşar,
dondurmacı ile şerbetçinin yeni buluşlarını görmeye, yeni nüktelerini işitmeye
giderdik, ikisi de şen adamlardı. Öğleden evvel mahalle aralarında dolaşır, bir
kahvede tavla oynar, ahbaplık ederler, öğleden sonra da işlerinin başına
koşarlardı.
Eski zaman masallarının
insanlarına benzeyen bu adamlar sonra birdenbire nasıl yok oldular? Bunu bir
türlü anlayamadım. Bu eşsiz serüvenin sonu, o günlerin telaşı arasında
kayboldu. Okullar açılmış, gerçek hayat bizi bu şiir dünyasından çekip almıştı.
İlk yağmurlarla beraber dondurmacı ve şerbetçi de sanki sellere kapılıp
bilinmeyen yerlere doğru uzaklaşmışlardı. Eşsiz bir masalın yaşandığını,
bittiğini bilmeyen insanlar sinemayı doldurmaya başladılar. Kimse, hiç kimse
şehrin göbek yerinde, herkesin gözü önünde yaşanan bu ele geçmez hikâyeyi
bilemedi, göremedi.
Öyle sanıyorum ki, bir biz;
semtin haylaz çocukları, bir o işsiz güçsüzler, bir o kötü boyanmış
hizmetçilerle, tombul göğüslü evlatlık kızlar bu hikâyeyi hatırlayacaklardır.
Ama hiçbiri de bir masal dünyasında yaşadığını, o yılların bir beyaz pantolonlu
çocuğunun gözünde, eski zaman masallarının ahu gözlü sultanları, uçan halıları,
gizli hazinelerinden farksız olduğunu bilmeyecektir.
Oktay Akbal, Dondurmalı Sinema, (5.b.), İstanbul:
Özyürek Yayınevi, 2011, s.7-14.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder