İp
Meselesi
Sait Faik ABASIYANIK
Arkasına
şöyle bir bakınca epey yol almış olduğunu gördü. Şehir çoktan kaybolmuştu. O
tarafta pis bir ufuk parçası hareketsiz birikmişti. Bu, bulut değildi. Pis bir
hava birikintisi idi. Şehir bu esmer tülün içinde idi. Önünde bir yol, dimdik
bir yokuş uzanıyordu. Yolun dik doğruğunda ağaçlar gözüküyordu. Orada, belki de
su da vardı: Serin bir kaynak. Ama yol, oraya kadar öyle ağaçsızdı ki, öylesine
sıcaktan demiryolları üstü gibi tütüyordu ki yola düzülmeden evvel bir dinlendi.
Şehri
bırakmak, ondan usanmak, onunla didişmemek erkekliğin şanından mıydı? Ama ne
yapsın? Yapamıyor işte. “Hayat mücadelesi” dedikleri kaypak şeye onda mâni olan
bir şey var. Kime sorsa; yapamazsın bu işi, edemezsin bu haltı, diyorlar. Neden,
diye sorduğu zaman, alışmamışsın... der demez, kendilerinin nasıl alıştığını
soracağımı hemen kavrayarak, bu yaştan sonra da alışamazsın, diye ilave
ediyorlar
Atlar
doğuyor, sütçü beygiri oluyor. Eşek, adam taşıyor, kum, harç, küfe taşıyor da
sahibini adam ediyor. Sinek doğuyor, bakkala yanaşıyor. Hamamböcekleri
hamamları, arılar şehir bahçelerini, serçeler at pisliklerini, kumrular
merhametli evleri, merhametli insanları buluyor. Ama o insanoğlu, ona ne iş var
ne güç. Onun böcek bile olamayışına keyifle bakıyorlar. Sen okuyup yazamazsın
da. İşte arada bir bir şeyler yaparsın, yaparsın ama bunlar iş değil, bunlar
müsbet iş değil?..
Sonra
şehir, şaşırtıcı müthiş bir kalabalıkla kaynıyor. Gazete satanlar, kibrit
satanlar, yakalara balena satanlar, aşk satanlar, fabrikatörler, bakkallar,
tiyatrocular, yazıcılar, kitapçılar, sucular, tütüncüler, profesörler, ayakkabı
boyacıları, talebeler, neler var neler...
Bütün
bu insanlar akşamlara kadar hangi müsbet işleri yaparak, hangi müspet
neticeleri alarak uykularına, rüyalarına, karılarına, metreslerine, çocuklarına,
analarına döndükleri zaman o da evinin yolunu tutardı. Kapıyı çalardı. Anası
yüz vermezdi, belki para isteyecek diye. İsterdi de, utanmazdı. Akşam olmuştur.
Yollar doludur. Bir insanla görüşmesi lazımdır. Bir hayal âlemine dalması
lazımdır. Bir el sıkması lazımdır. Canı bir dudak öpmek isterdi: Yumuşak,
tükrüklü, lezzetsiz, lezzetli bir dudak, elektrikli saç gibi çıtırdayan... Bir
elin hararetiyle deli gibi olmak isterdi. Bu kaskatı katılaşmış sandığı
yüreğinin korkunç yumuşayışını tekrardan bulmak isterdi. Kadınlar yalnız para
ile mi dudaklarını öptürür? Yalnız menfaatlere mi yumuşak avuçlarının
hararetini teslim ederlerdi? Yalnız parlağa, cebe mi kalplerinin anahtarlarını
atarlardı? Öyle hırsızcasına hırsız, öyle namussuzcasına namussuz, öyle
alçakçasına alçak bir adam olmak isterdi ama kolay mıydı? Her şeyi, o da her
şeyi para ile satın almak daha kolaymış gibi fakir mahallelere doğru yola
çıkardı. Kasvetli evler, korkunç kokulu ev içlerinden origan kokulu şık kızlar
çıkardı. Bir ihtiyar kadın kızının arkasından bakardı. Saat bire doğru bir
paket cıgara gelecek. Göğsüne iyi gelen tatula gelecek. Saat bire doğru para
gelecek. Saat bire doğru dudaklar yenmiş, gözleri yenmiş, burnu yenmiş, saçları
yenmiş kızı gelecek. O mis gibi kokusu kaçmıştır. Artık pudra, krem, ruj, Paris
Akşamı lavantası kokmayacak. Bir kadının, şehvetle, arzuyla, önce arzusuzlukla
başlayıp arzu ile bitmiş güne her şeyini vermiş kadının munzam diş kokusuyla
eve dönecektir. Çalgılı kahveler, adi, “vuslatın başka âlem” denildiği çirkin,
korkunç şarkılar, içkiler, manzaralar, oyunlar, tiyatrolar, kahveler,
muhallebiciler sabahtan akşama kadar müspet iş görenleredir. O da bir müspet iş
istiyordu. İstiyordu. Sahiden istiyordu. Biliyordu ki o da, bir iş yapacak
değil. Kendi başına ne yapabilir? Birisine hizmet edecekti. Ona yüz kuruş
kazandırırsa iki kuruşunu hak edecekti. Yüzüne bakan bu iki kuruşu ona
veremezdi. Yüz kuruşluk iş göremezdi ki günde o. İş sahibi ona bakınca, bana
kazandıracağı beş kuruşun ikisini ona veremem, nesine? diye düşünebilirdi.
Başka işler de vardı. Ama nasıl yapmalıydı? Ne çeşit müracaatlar yapılırdı?
İstida mı vermek lazımdı? İstida nasıl yazılırdı? Kime yalvarmalı, kime kendini
göstermeliydi? Şöyle bir bakıyor, kendini şöyle bir tartıyor. Hayır, hayır!
Hiçbir işe layık değil. Hakkı var insanların... O, dünyaya hayretle bakmaya
doğmuştur. Hiçbir şey anlamadan şaşırmaya doğmuştur. Başını alıp yollarda
dolaşmaya, insanlar neler yapıyor diye görmeye, görmemeye gelmiştir. Bir köprüde
durup suyun rengine bakmak, bir kızın bacaklarını seyretmek: Bunu kimler
öpebilir? Şu saçı nasıl okşarlar? Okşayan ne mübarek, ne iyi, ne harikulade
birisidir kim bilir? Öyle olmasa, bir kadın da kendini seçebilir? Demek dünyada
başkaları, korkunç surette iyi, olmayacak kadar akıllı... Belki de onlar aptes
bile dökmüyorlar. Belki de o insanlar ter bile kokmuyorlar. Onlar kokular gibi,
onlar yaz akşamları gibi, onlar deniz gibi, balıklar gibi tertemizdir.
Ya
onlar da ara sıra burunlarını karıştırırlarsa bu kıza layık mıdırlar? Ya bu kız
da akşam olunca işinden yorgun dönünce çoraplarını çıkardığı zaman onları
kokluyorsa?..
Şehir
birbiri üzerine yığılmış kat kat evler, ışıklar, karyolalar, örtüler, sofralar,
bardaklar, kadehler, pırlantalar, altınlar içinde korkunç bir hazine, canlı bir
hazine gibi kapaklarını kaldırmış; muazzam şey! Korkutuyor insanı... Bir adam
sokakta cüzdanını çıkarıyor: Elli liralıklar, beş yüzlükler... Nasıl kazanılır,
nasıl cüzdana bu kadar para yığılır? Adam:
—
Şoför, diyor, çek!
Dün
birine götürüp bir yazı verdi. Adam cüzdanını çıkardı. Sıra sıra dizmişti. Bir
iki tane beş yüzlük, ellilikler, onluklar, beşlikler. Çıkarıp bir beş liralık
verdi. Sanki ona dünyayı bağışlamıştı. Utandı. Teşekkür etti. Nasıl olabilirdi?
Kafasındaki bir fantaziye nasıl bu adam para verirdi? İnanamıyordu. Hayretler
içindeydi. Nasıl utandı. Para ellerini yaktı ama korkunç da bir sevinç vardı
içinde. Göğsü kabardı. Yürüdü. Simit aldı. Meyve suyu içti. Muhallebiciye
girdi. Kahve içti. Baframaden aldı. Tünele bindi. Tramvaya atladı. Şarap içti.
Gazete aldı. Daha neler, neler... Beş liralık büyüklükten ufaklığa, kâğıt
renginden maden rengine dönerken sonunda cebinde tırtıllı kuruşlar buldu. Bütün
öteki paralardan bin defa güzel oyuncaklar... Asıl bunlar, bu tırtıllar para
eder. Yarım ekmek aldı. Deniz kenarında martılara attı. Etrafına yalınayak
çocuklar toplanmıştı. Ekmek parçalarını daha denize düşmeden yakalayan, acı acı
bağrışan, kırmızı gözlü martılara dağıtacak ekmeği. Açlıktan ölse insanoğluna
vermeyecek. Verirse adam olmaz. İnsanoğlu hak etmeli hak! Yoksa şehirde
yaşamamalı, köylere gitmeli, merhametlere sığınmalı...
Bir
kadın, hamalın birini yakalamış yakasından polise götürüyordu. Arkalarından
gitti. Mesele şu idi: Hamal kadının eşyasını taşımıştı. Bu, iple sıkı sıkı
bağlı bir harardı. Kadın, hamalın ipi aşırdığını söylüyordu. Hamalın elinde bir
tek siyah, yağlı, bitkin bir ip vardı. Kayış gibi karaydı. Bununla ancak adam
asılabilirdi. Zayıf bir adam, elli kiloluk bir zavallı. Adam asmak hoş bir şey
olmalı! Acaba cellatlara aylık mı verilirdi? Kadına ipin bu olup olmadığı
soruldu. “Hayır,” dedi kadın, “benimki yepyeni idi.”
Hamal
yemin ediyor, “vallahi almadım ağabey onun ipini!” diyordu. “İpi ne yapacağım
ben? Kime satılır ip? Benimkisi bana daha ekmek paramı getiriyor.”
Kadın,
“bırakmam” diyordu, “o aldı ipi.” Ne hamalı bırakıyor, ne de bir ucundan
tuttuğu ipini. Hamal artık dayanamadı. İpi almaz ümidiyle kadına uzattı:
— Al,
vazgeçtim al, bunu al.
Almayacağını
öylesine umuyor bir hali vardı ki. Ama kadın ipi aldı gitti.
Hamal
sapsarı, oraya, parmaklığa dayandı. Sapsarı ufka baktı. “Ne yapacağım şimdi
ben?” dedi. Öyle bir ümitsizlik, öyle bir ümitsizlik içinde idi ki elinden malı
mülkü, apartımanı, karısı, altını alınmış bir zengin de bu kadar üzülürdü. Uzamış
sakalı içinden gözleri apak kesildi. İşte o anda onun içini şehirden bir
nefret, bir korku, bilinmez bir panik sardı. Şehri bırakıp gitmeliydi. Nereye olursa
olsun... Bu şehri bırakmalıydı. Dağlarda yatmalı, su başlarında garipler gibi
su içmeli, köylerden ekmek dilenmeli, şehirli görünce yol değiştirip koşa koşa
kaçmalı, samanlıklarda yatmalı, dağlardan üzüm çalmalıydı.
Hamalın
ipini bir fakir kadıncağız kendi çalınmış ipine karşılık aldı. Hamal belki de
bu ipi çalmış, bir arkadaşına satmış, parasını yemişti. Bana ne işin orasından?
Neden o kadar sarardı, neden parmaklığa dayanıp bomboş bir gökyüzüne, kalabalık
insanlara korku ile baktı? Bu korkuyu, bu korkunç korkuyu şehirlerde tatmak
kabil. Gitmeli, uzaklaşmalı, hiçbir şehirde durmamalı. Onun ipi yoktu.
Beceriksizliği, talihsizliği, şaşkınlığı, insanlara, işlere, eşyalara,
hadiselere hayreti vardır. Bir gün bir parmaklığa ipsiz bir hamal gibi dayanıp
sapsarı kesileceğini, kendi kendisini bir aynada gibi görmeden evvel şehirden
uzaklaşıp gitmeli. Tepeye doğru yürümeye başladı. İşte şehirden kaçıyordu.
Yolun ortasında durdu. Şehir uzaktan yavaş yavaş gözükmeye başladı. Bir sis
içinden sivri sivri her şeyi gözüküyordu: Bacaları, saat kuleleri, yangın
kuleleri, minareleri, çan kuleleri; sonra kubbeleri, pencereleri, taraçaları,
çamaşırlıkları gözüktü. Ters yüzüne döndü. Evine vardı. Mutfaktan güzel bir
koku geliyordu. Kırmızı bir şeyler vardı tavada. Önüne, ipler düşünmekten
görmediği bir tabağa bir şeyler konuldu. Onun iştahtan değil, çabuk bitirip
evden çıkmaya acelesinden hızlı hızlı yediğini gören anası:
—
İşinden dönmüş gibi acıkmışsın, dedi.
Dudağının
kenarında bıçak yarası gibi bir çizgiyle güldü.
Yirminci
Asır,
(1), 2 Ocak 1947
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder