BALIKÇININ
ÖLÜMÜ
Sait Faik ABASIYANIK
Deniz kenarından dünyaya
bakıyorum. Parmaklarımda pul, avucumda sedef, etrafımda balık kokusu… Bir
adanın arkasında sobasını yakmış bir şehrin dumanı, bir adanın arkasında
sobasız bir pencerenin buzunu kazıyorum. Gökyüzü beyazdan, siyahtan
sayabildiğim dört kirli renk bulutunu götürüp getiriyor. Nerede insanlar?
Her zaman son sual bu!
Nerede insanlar? Balıktalar mı, kahvedeler mi? Sonra bütün dünyaya doğru kayan
bu düşünce bulutu iki renkli bir ebemkuşağını ufkun bir ucundan öteki ucuna
geriyor, insanlar orada. Biri mesut öteki saadet peşinde, hangi dünya içinde
bulunsak bir başka dünyanın var olabileceğini düşünüyoruz. Hepimiz başka türlü.
Göğün bir tarafı mavi, mavi... Bir tarafı simsiyah, ya siyah, ya mavi, ya ölesiye
gülerek, ya yaşayasıya üzülerek...
Deniz kıyısına ördekler mi
gelmez? Deniz kıyısında martılar mı uçmaz? Deniz kıyısına sandallar mı
yanaşmaz? Deniz kıyısına balıklar mı sürünmez?
Otuz sekiz kulaçta yatan
kuzu gibi istavritleri balıkhaneye gönderen balıkçının hiç kimsesi yoktu.
Kafayı tütsülerdi, sandalında yatardı. Bir sabah, güzel bir kış sabahı istakoz
ağlarını çekmek üzere sandalına atladı. Öğleye doğru bu motor, sularda iki
tarafına sarhoş sarhoş sallanan sandalda balıkçıyı ağın yarısı elinde baygın
buldu. Gözlerini açtı balıkçı,
-Bu dünya kime kalmış ki
balıkçıya kalsın- dedi. Gözünü kapadı. Elbetteki bir daha açmamak üzere.
Kahvede balıkçının sözlerini
yoran yorana idi. Issız deniz kenarında insan büyük şehirleri, büyük şehirlerin
sobasını, sobasızlığının düşüncelerini düşünüyor, kurumuşa dönüyor. Hakikat
çırılçıplak, avuçlarında zil, ellerinde darbuka sert rüzgârlarıyla geliyor. Bir
mavilik, bir açıklık, bir hürriyet hasreti kayaları döven dalga gibi kafama
doğuyor.
Şimdi her şeyi anlıyorum
gibisine geliyor insanın. Bir hain akıllılar grubu poyrazda gülüyor, burnuna
gülüyor adamın, tepesini attırıyor adamın. Sonra esmiyor mu bir hınzır, bir
budala, bir sersem lodos… Ver anasını ediyor… düşünceyi… Sürükleniyor kafamda
her şey, balıkçılar yumuşuyor, olta esniyor, iğneden yem düşüyor. İnsan istakoz
ağlarını denizden çeken balıkçı misali gevşiyor, gözlerini yarım yarım ölümler
gibi uykuya kapamadan:
-Kimseye kalmadı bu dünya ki
balıkçıya kalsın...- diyor.
-Ama biliyorum ki bugün
kafalarımızda sert rüzgârlar kara bulutlarıyla durmadan estiği zaman deniz
kıyılarına hep sert balıklar gelecek. Lodosların gevşetemediği etleriyle bu
sert balıklar, balıkçıya gözlerini kapatırken hep birden, tütün gibi, tatlı
sert şarkılar söyliyecekler. Balıkçı belki ölürken içinde bir şeyler söylemek,
bir şeyler söylememek, duymamak, duyurmamak, bir iş bitirmemek gibi şeyler
bulunan garip lafından cayacak. Eskiden kral öldüğü zaman bağırdıkları gibi bir
balıkçı yaşadı, öldü, yaşasın öteki balıkçılar! diyecek.
(“Yenilik”, 1.6.1954,
C. 2. sayı: 6)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder