3 Mart 2015 Salı

Devlet Düşkünleri
Reşat Nuri GÜNTEKİN

Bir gün bir Anadolu kasabasında bir devlet düşkünü hakkında bana şunları söylediler:
­ Zavallı adam göze geldi. Memlekette saltanatını çekemeyenler vardı. Pazardan satın aldığı köfünler dolusu erzak evine gelirken konu komşu pencerelere üşüşürdü. Kapısı fukaraya açıktı. Mahalledeki dulları, yetimleri görür, gözetirdi. Ailesine dokuz körün bir değneğiydi. Kim ekmeksiz, parasız kalsa ona koşardı. Allah ona acımadı. Onun yüzünden geçinen bunca fakir fukaraya acıyaydı bari. Lakin dedim ya adamcağız göze geldi. Göz fena şeydir. Atalarımızın dediği gibi bir kem göz bir hanümanı söndürür.
Sonra biçarenin elindeki yağlı kuyruğa birçok kimseler göz dikmişti. Dost sıfatındaki düşmanlar yüzüne güldüler arkasından el ele verip kuyusunu kazdılar. Nihayet adamcağız günün birinde tepetaklak öyle bir gidiş gitti ki sen de şaş ben de şaşayım. Kendi de, çocuğu da, Allah için, tutumlu insanlardır. Yeniden bir iş tutmasa da namerde muhtaç olmadan ailesini geçindirecek kadar parası vardır. Fakat malum ya hazıra dağlar dayanamaz. Hem de düşünmeli ki insan kısmı sade para ile doymaz. Adama ekmek kadar şan ve şeref de lazımdır. Mevkiinden düşmüş insan ele güne karşı bir tuhaf vaziyette kalır. Hatırı sayılmaz olur. Kendisine verilen selamların şekli bile değişir.
Bu göze gelen, düşman şerrine uğrayan devlet düşkünü kimdir, diyeceksiniz? Vekâlet emrine alınmış bir vali mi? Yeniden intihap edilmemiş bir mebus mu? Hayır, ne o, ne öteki... Bu adam sadece kasabadaki orta mektebin on lira aylıklı hademesidir.
Fakat hayır yapmayı sevmesine, fakir fukarayı korumasına rağmen senelerce aldığı bu paradan bir kısmını, kara günleri düşünerek, bir köşeye koymuş olduğunu tekrar hatırlayalım ve merhametimizi uzun zaman bol maaşla memuriyet yaptıktan sonra günün birinde bu maaşın seksen, yüz, yahut yüz elli liraya indiğini görerek dehşete düşen mütekait memura saklayalım. Sonra gene düşünelim ki bu adamın bir lirasıyla bizim bir liramız arasında akla sığmaz bir kıymet farkı vardır. Bu iki liranın renkleri, şekilleri bir olduğu hâlde onunki büsbütün ayrı bir madde, hokkabaz değneği gibi bir kibrit kutusunun içinden yığınla canlı cansız eşya çıkaran bir tılsımdır.
Nasıl ki para fikri de onda bizimkiyle hiç münasebeti olmayan başka bir mefhumdur.
Onunla insanlığımıza ve milliyetimize ait bütün yüksek duygular ve düşüncelerimizde her zaman biriz, beraberiz ve öyle kalacağız. Fakat para fikrinde iki ayrı milletin çocukları gibiyiz. Karşı karşıya ana dilin aynı kelimeleriyle aynı şeyleri konuşuyoruz zannederken daima ayrı şeylerden bahsettiğimizin farkında olmayız.
Başka bir kasabada da zavallı bir manyakın bana şöyle bir tasvirini yaptılar:
- Dedeleri zengin adamlardı. İçinde bir devlet kurulacak kadar büyük toprakları vardı. Fakat üst üste gelen harpler, kıtlıklar ve daha başka felaketler onların saymakla bitmez sanılan toprak ve mallarının altından girdi, üstünden çıktı. Ailenin son çocuğunu tam manasıyla kuru hasır üstünde bıraktı. Tövbe yalan söylemeyelim. Adamcağıza dedelerinden bir de baş belası kuru bir gurur miras kaldı.
Bugün yaşı altmışa davranmıştır. Fakat ecdadının bir başka mirası olan uzun bıyıkları hâlâ kömür gibi kapkaradır.
İşi gücü yoktur. Bütün gün evde sırtüstü yatar ve karnı acıktıkça kuşağını sıkar. Bir gün kimseye hâlinden şikâyeti işitilmemiştir. Bilakis kendini olduğundan iyi göstermeye gayret eder ve herkese kafa tutar. Ara sıra eline beş on para geçerse gittiği yer mahalle kahvesidir. Onun kahveye gidişini görseniz arkasında dizi dizi çavuşlar yürüyen bir eski zaman paşası sanırsınız. Bir eli kısalmış ve renkten renge girmiş pantolonun cebinde, öteki eliyle ahaliye selamlar dağıtarak başköşeye geçer. Kahveciye azametle:
- Evlat yap bakalım bize bir sade kahve! der...
Sonra kendi kendine söylenir gibi ilave eder:
- Yağlı yedik. Başka türlü erimez.
Halka, evinde yağlı yemek yediğini zannettirmek: Zavallı adamın kendini şekerli kahve zevkinden mahrum etmesindeki tek sebep budur.
Bu devlet düşkününün evinde bir gün büyücek bir kavga çıktığını rivayet ederler. Evde bir ocak, ocağın üstünde bir gazete kâğıdında sarılı bir küçük kuyruk parçası varmış... Bayağı bildiğimiz bir keçi yahut koyun kuyruğu parçası... Kahve zamanı gelince adamcağız bu kuyruk parçasını alır, kozmetik sürer gibi bıyıklarını parıl parıl yağlarmış... Sebep malum... Görenler ağa evde yağlı yemek yedi zannetsinler diye... Günün birinde hain bir kedi bu kuyruk parçasını kapıp kaçmış, o da bunun için günlerce karısıyla dalaşmış...
Karnı açken yağlı yediğini zannettirmek isteyen bu zavallı adamın hikâyesi bana çocukken dinlediğim bir başka hikâyeyi hatırlattı. Fakat bu ikincinin kahramanı devlet düşkünü bir köylü değil, ikbal mevkiinde bir meşhur şeyhülislamdır.
Bu şeyhülislam ramazanlarda padişahın sofrasında iftara gittikçe kaymağı yüzüne gözüne sürer: “Kaymağı ancak şevketlu efendimin sofrasında görüyorum. Yoksa bizim gibi zavallılara böyle nimetler yemek nasip olur mu?” diye sızıldanırmış.
Köylüdeki yiyemediğini yemiş görünmek manisine mukabil onda yediğini yememiş görünmek manisi... Fakat birincinin yalanı ikincinin zelil dilenciliğine nispetle ne kadar vakur ve sempatiktir.

Anadolu Notları, (17. baskı), İnkılâp Kitabevi, 1993, s. 243-46.

Hiç yorum yok: