Devlet Düşkünleri
Reşat Nuri GÜNTEKİN
Bir
gün bir Anadolu kasabasında bir devlet düşkünü hakkında bana şunları söylediler:
Zavallı adam göze geldi. Memlekette saltanatını çekemeyenler vardı. Pazardan
satın aldığı köfünler dolusu erzak evine gelirken konu komşu pencerelere
üşüşürdü. Kapısı fukaraya açıktı. Mahalledeki dulları, yetimleri görür,
gözetirdi. Ailesine dokuz körün bir değneğiydi. Kim ekmeksiz, parasız kalsa ona
koşardı. Allah ona acımadı. Onun yüzünden geçinen bunca fakir fukaraya acıyaydı
bari. Lakin dedim ya adamcağız göze geldi. Göz fena şeydir. Atalarımızın dediği
gibi bir kem göz bir hanümanı söndürür.
Sonra
biçarenin elindeki yağlı kuyruğa birçok kimseler göz dikmişti. Dost sıfatındaki
düşmanlar yüzüne güldüler arkasından el ele verip kuyusunu kazdılar. Nihayet
adamcağız günün birinde tepetaklak öyle bir gidiş gitti ki sen de şaş ben de
şaşayım. Kendi de, çocuğu da, Allah için, tutumlu insanlardır. Yeniden bir iş
tutmasa da namerde muhtaç olmadan ailesini geçindirecek kadar parası vardır.
Fakat malum ya hazıra dağlar dayanamaz. Hem de düşünmeli ki insan kısmı sade para
ile doymaz. Adama ekmek kadar şan ve şeref de lazımdır. Mevkiinden düşmüş insan
ele güne karşı bir tuhaf vaziyette kalır. Hatırı sayılmaz olur. Kendisine
verilen selamların şekli bile değişir.
Bu
göze gelen, düşman şerrine uğrayan devlet düşkünü kimdir, diyeceksiniz? Vekâlet
emrine alınmış bir vali mi? Yeniden intihap edilmemiş bir mebus mu? Hayır, ne
o, ne öteki... Bu adam sadece kasabadaki orta mektebin on lira aylıklı
hademesidir.
Fakat
hayır yapmayı sevmesine, fakir fukarayı korumasına rağmen senelerce aldığı bu
paradan bir kısmını, kara günleri düşünerek, bir köşeye koymuş olduğunu tekrar
hatırlayalım ve merhametimizi uzun zaman bol maaşla memuriyet yaptıktan sonra
günün birinde bu maaşın seksen, yüz, yahut yüz elli liraya indiğini görerek dehşete
düşen mütekait memura saklayalım. Sonra gene düşünelim ki bu adamın bir lirasıyla
bizim bir liramız arasında akla sığmaz bir kıymet farkı vardır. Bu iki liranın
renkleri, şekilleri bir olduğu hâlde onunki büsbütün ayrı bir madde, hokkabaz
değneği gibi bir kibrit kutusunun içinden yığınla canlı cansız eşya çıkaran bir
tılsımdır.
Nasıl
ki para fikri de onda bizimkiyle hiç münasebeti olmayan başka bir mefhumdur.
Onunla
insanlığımıza ve milliyetimize ait bütün yüksek duygular ve düşüncelerimizde
her zaman biriz, beraberiz ve öyle kalacağız. Fakat para fikrinde iki ayrı milletin
çocukları gibiyiz. Karşı karşıya ana dilin aynı kelimeleriyle aynı şeyleri konuşuyoruz
zannederken daima ayrı şeylerden bahsettiğimizin farkında olmayız.
Başka
bir kasabada da zavallı bir manyakın bana şöyle bir tasvirini yaptılar:
-
Dedeleri zengin adamlardı. İçinde bir devlet kurulacak kadar büyük toprakları
vardı. Fakat üst üste gelen harpler, kıtlıklar ve daha başka felaketler onların
saymakla bitmez sanılan toprak ve mallarının altından girdi, üstünden çıktı.
Ailenin son çocuğunu tam manasıyla kuru hasır üstünde bıraktı. Tövbe yalan söylemeyelim.
Adamcağıza dedelerinden bir de baş belası kuru bir gurur miras kaldı.
Bugün
yaşı altmışa davranmıştır. Fakat ecdadının bir başka mirası olan uzun bıyıkları
hâlâ kömür gibi kapkaradır.
İşi
gücü yoktur. Bütün gün evde sırtüstü yatar ve karnı acıktıkça kuşağını sıkar.
Bir gün kimseye hâlinden şikâyeti işitilmemiştir. Bilakis kendini olduğundan
iyi göstermeye gayret eder ve herkese kafa tutar. Ara sıra eline beş on para
geçerse gittiği yer mahalle kahvesidir. Onun kahveye gidişini görseniz
arkasında dizi dizi çavuşlar yürüyen bir eski zaman paşası sanırsınız. Bir eli
kısalmış ve renkten renge girmiş pantolonun cebinde, öteki eliyle ahaliye selamlar
dağıtarak başköşeye geçer. Kahveciye azametle:
-
Evlat yap bakalım bize bir sade kahve! der...
Sonra
kendi kendine söylenir gibi ilave eder:
-
Yağlı yedik. Başka türlü erimez.
Halka,
evinde yağlı yemek yediğini zannettirmek: Zavallı adamın kendini şekerli kahve
zevkinden mahrum etmesindeki tek sebep budur.
Bu
devlet düşkününün evinde bir gün büyücek bir kavga çıktığını rivayet ederler.
Evde bir ocak, ocağın üstünde bir gazete kâğıdında sarılı bir küçük kuyruk
parçası varmış... Bayağı bildiğimiz bir keçi yahut koyun kuyruğu parçası...
Kahve zamanı gelince adamcağız bu kuyruk parçasını alır, kozmetik sürer gibi
bıyıklarını parıl parıl yağlarmış... Sebep malum... Görenler ağa evde yağlı
yemek yedi zannetsinler diye... Günün birinde hain bir kedi bu kuyruk parçasını
kapıp kaçmış, o da bunun için günlerce karısıyla dalaşmış...
Karnı
açken yağlı yediğini zannettirmek isteyen bu zavallı adamın hikâyesi bana
çocukken dinlediğim bir başka hikâyeyi hatırlattı. Fakat bu ikincinin kahramanı
devlet düşkünü bir köylü değil, ikbal mevkiinde bir meşhur şeyhülislamdır.
Bu
şeyhülislam ramazanlarda padişahın sofrasında iftara gittikçe kaymağı yüzüne
gözüne sürer: “Kaymağı ancak şevketlu efendimin sofrasında görüyorum. Yoksa
bizim gibi zavallılara böyle nimetler yemek nasip olur mu?” diye sızıldanırmış.
Köylüdeki
yiyemediğini yemiş görünmek manisine mukabil onda yediğini yememiş görünmek
manisi... Fakat birincinin yalanı ikincinin zelil dilenciliğine nispetle ne kadar
vakur ve sempatiktir.
Anadolu Notları, (17. baskı), İnkılâp Kitabevi, 1993, s. 243-46.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder