ECİR VE
SABIR
Hüseyin
Rahmi GÜRPINAR
Çocuğun cenazesi evden çıkarılırken validesi
Behiye Hanım “Ah yavrum Cemal’im... ananı babanı bırakıp da nerelere gidiyorsun?..”
figan-ı sine-şikâfiyle avazı çıkabildiği kadar bağırdı. Akûs-i muztaribanesi
duvarlara tesir eden bu can-hıraş feryatlar, kalb-i maderanesinde çıra gibi
iştialini hissettiği zahm-ı âteşe, o ceriha-ı firkate devasâz olamadı...
Bî-şuurane bir şiddetle etrafına saldırarak birkaç cam kırdı; haykırmaktan sesi
kısıldı. Nihayet yere düştü, bayıldı.
Behiye’yi o hal-i elîm içinde gören validesi
Şekûre Hanım artık torununun ye’s-i mematını biraz unutur gibi olarak hemen
kızının yanına koştu. Gelen bir iki komşunun, aşçı kadının muavenetiyle
Behiye’ye limon koklattı. Ağzına çiçek suyu döktü. Göğsünü çözdü... Kollarını
uğuşturdu. Bedbaht valide, azıcık gözlerini açtı. Etrafına toplananlara göğsünü
gösteriyor, evet işte orada, eliyle işaret ettiği yerde gayr-i kabil-i intifa
bir ateş feveran ettiğini anlatmak istiyor. Şallar içinde bayramlık kırmızı
fesi başında şimdi kapıdan çıkarılan, omuzların üzerinde kuş gibi uçurulan o
küçücük tabutun arkası sıra koşmak, onunla beraber toprağa gömülmek arzusunu
kısık sesiyle ifhama uğraşıyordu.
O nevhaları arasında diyordu ki:
—Vah Cemal’im!.. Ah yavrum bu sene büyük
tövbenin on sekizine kadar yaşasaydı, beşini bitirip altısına basacaktı... Ne
oldu bilmem ki? Kimlerin nazarı değdi? İlâhi gözleri çıksın... Yavrucağım bir
haftalığına uğradı... Bir ateş, bir nöbet, hekim, ilâç... hoca, nefes deyinceye
kadar a dostlar, uçtu elimizden gitti. Ah cennet kuşu yavrum, Allah bana ayân etti.
Benim içime apaşikâre doğdu. Ama ben dedim. Mektebe başladığı günü başına
elmasları taktım, göğsüne şalı bağladım. Ne yaraştı. Ne güzelleşti, Hanım... O
ahu gibi gözler, kıvır kıvır kirpikler... Pembe pembe, ebru ebru yanaklar... O
günü yavrumu öpüp koklamağa doyamadım. (İki tarafına sallanarak) işte o zaman
dedim, bu oğlan bu güzelliğiyle, bu aklıyle yaşamaz, dedim. Yavrumu o süsüyle,
o şanıyle “Amin” günü “payton”un içinde görenler hep maşallah dediler. Şu
yukarıki odada hocanın önüne diz çöktüğü vakit “Rabbiyesir”i ezberinden su gibi
yanlışsız okudu idi…
Komşulardan biri:
—Sus kardeş o çocuk değildi, artık bir şeydi.
Büyüyeydi akılda Eflâtun’u geçecekti. İşte öyle akıllılar yaşamaz ki… Hani bir
gün, elmasım, aklına geliyor mu? Basma değiştirmek için çarşıya gitti idik. O
yavrucağız da beraberdi. Biz bir türlü dükkânı bulamadık, canına bin rahmet...
Rahmet ne ya, o zaten cennet kuşu; makamına gitti bile. Cemal’im basmacı Rum’u
görünce bizden evvel “İşte anne bu!” demedi miydi?
Diğer bir kadın — “Akıllıydı, akıllıydı… a
yok hanım çok akıllıydı. Aklımdan hiç çıkmaz. Ben bir gün evin kapısı önünde
küfeciden çalıfasulyası alıyordum; herife çeyrek bozdurdum. Nasıl oldu bilmem.
Hesabı karıştırdık. Galiba ben heriften yetmiş para istiyordum. O bana doksan
para veriyordu: “Ayol hiyle etme. Benim senden alacağım yetmiş para, bana niçin
doksan para veriyorsun?” diye haykırdım. Fasulyeci de “A hanım, hiç aklın yok
mu? yetmiş para ile doksan paranın hangisi ziyade?” dedi, benim de zihnim
karıştı; doğrusunu birdenbire bulup çıkaramadım. O aralık kapının önünden
yavrum, ah Cemal’im... (altı yedi kadın hep bir ağızdan ah Cemal’im) geçiyordu.
Yavrumu çağırdım. “Oğlum, şu herif beni aldatacak. Yetmiş para ile doksan
paranın hangisi büyüktür?” dedim. O küçücük gözlerini yüzüme dikti, biraz
düşündü. “Yetmiş para büyüktür” cevabını verdi. Sonra ben de “Ben biliyorum
zahir, şu çocuk olmasa beni aldatacaksın” tekdiriyle herifi savdım.
En yüksek ses, valide-i firkatzedenin olmak,
komşu hanımların inceli-kalınlı refakat giryeleri de buna inzimam etmek üzere
bir saat kadar böyle Cemal’ım tadad-ı mehasiniyle yaş döküldü. Feryat edildi.
Biraz senalara hiffet, gözyaşlarına sükûn gelmek üzere iken beş altı yaşındaki çocuğunu
elinden tutmuş bir komşu hanım daha zuhur etti: Odaya girer girmez hazırundan
bir kadın yeni gelene elindeki çocuğu işaret ederek:
—Ayol Mehmed’i niçin getirdin? O, Cemal ile
kırklı değil miydi? Şimdi Behiye Hanım görecek, meraklanacak, yine feryadı
ayyuka çıkacak, zavallı kadın biraz susar gibi olduydu.
Yeni gelen kadın —Ne yapayım kardeş, kime
bırakayım? Evde kimse yok ki. Bizimki (eliyle cenazeyi işaret ederek) oraya
gitti. Kaynanam evde ama... o artık insandan sayılmıyor ki… yerinden kalkamıyor.
Sahi midir yoksa inadına mı yapar? bilmem ki... Yine bu gece ne döşek kaldı ne
yorgan… Başıma geleni anlatsam kırk yıl bitmez.
Öteden Behiye Hanım Mehmed’i görerek
validesinin elinden çekip alır. Bağrına bastırarak yine üst perdeden:
—Ah yavrum Cemal’im! Bununla kırklıydı.
Çocuğu öper. Bütün ye’s-i maderânesi kuvvete
inkılâpla kollarına sereyan etmiş gibi Behiye bağıra bağıra Mehmed’i göğsü
üzerinde sıkıştırınca neye uğradığını bilemeyen biçare çocuğun bütün kanı
çehresine hücum eder. Gözleri fincan gibi büyür. Behiye Hanım’ın “Ah Cemal’im”
figan-ı nevmidânesine kucağındaki Mehmed’in şiddet-i tazyikinden “Aman anne ben
de ölüyorum” feryad-ı muhikkanesi karışır. Behiye yine kamet-i matemini
azıştırır. Bayılmak derekelerine gelir. O aralık ne yaptığını bilmez bir halde
kucağındaki Mehmed’i bohça gibi kaldırıp karşıya fırlatarak:
—Benimki benden gitti. Besleyemedim öldü.
Allah’ın emri böyle imiş ne yapayım? Ellerinki yaşasın. Vallahi haset etmem,
güle güle büyüt kardeş.
Mehmet fırlatılınca başını mindere çarpar.
Kadının tazyik-i mateminden kurtulduğu için çocukcağız, artık sevincinden
kafasının acısını hissetmeyerek validesine sokulup sorar:
—Anne, Behiye Hanım’a ne oldu böyle?
Validesi usulcacık kulağına:
—Cemal öldü de.
—Cemal öldü mü? Öldüyse nereye götürdüler?
—Sus canım. Mezarlığa götürdüler.
—E orada ne yapacaklar?
—Şimdi ağzını koparırım. Mezarlıkta ölüyü ne
yaparlar? Gömerler.
Mehmet bir ağlama tutturarak:
—Anne ben ölürsem beni gömmesinler, istemem,
istemem.
Karşıdan bu muhavereyi işiten Behiye Hanım
avazı çıkabildiği kadar üç dört defa haykırarak:
—Ah eşlerim, dostlarım, benimkini gömdüler.
İşte o kara topraklara soktular. O pamuk gibi oğlan nerelerde? yerlerin
altında, hay.. hay…
İhtiyar bir kadın:
—Kızım Behiye, kendini o kadar harap etmek
iyi değildir. Allah’ın emrine razı değil misin? Cenab-ı Hak onu senden ziyade
seviyormuş, aldı, ne yapalım? Elden ne gelir?
Diğer bir kadın:
—A hanım!.. Dokunmayınız ağlasın, ağlamak
iyidir. İçinin zehri akar. Naciye’m öldüğü vakit ben tıkandım, bir türlü ağlıyamadım
da sonra Hüd dağı gibi karnım şişti. O zaman bizimki Hallaç Hoca’ya gösterdi. “Gözlerinin
zehri karnına akmış” dedi. A! validedir, canı yanıyor. Şimdi onun yüreği çıra
gibi parlar şöyle.. A, lâkırdı mı bu? Bağır kardeş, bağır, içinin zehri boşansın;
sonra kütükler gibi şişersin.
Diğer bir kadın:
—A hanım! Ağlama öğüdü verme öyle. Ölüye
ağlamak günahtır. Bunun kitapta yeri var. Sen Kızıltaş’ta Gümüşselvi’nin
vaizini dinlemedin mi?
Bu matemzede valideyi teselli için “Allah
ecir sabır versin” demeğe gelen kadınların üç dört gün arkası kesilmez. “Ecir
ve sabır” kelimatının medlüllerine bakılırsa gelenlerin vazife-i teziyeti
ağlayanı susturmak olacağına şüphe yokken bilâkis girye ve figana teşvik
edenler görülür; her yeni gelenin taziyet-i cedidesiyle Behiye Hanım’ın
ceriha-ı teessürü tazelene tazelene biçare kadın bir hafta zarfında o kadar
gözyaşı döker ki artık guded-i ayniyesinde sermaye-i dümu kalmaz. Gözler kurur;
fakat gelen kadınların tarz-ı taziyetlerine karşı ağlamamak mümkün değil ki.. O
dilsuz suallere, firkat-i müebbedeye uğramış bir valideyi çıldırtacak neviden
tesellilere mukabil ağlamamak kabil olamayacağını, kabil olsa da ayıp olacağını
görür.
Bu birinci haftada konunun komşunun taziyeti
biter. Şimdi çocuğun vefatını geç haber alan uzaktaki ehibbaya sıra gelir. Baîd
semtlerden, hattâ dehiz aşırı yerlerden her gün bir iki kafile kadın zuhur
eder. Her ne kadar çocuğun vefatı üzerinden sekiz on gün geçmiş ise de son
gelenler vakayı yeni duymuşlar... Onlar için hâdise taze demek... Ne kadar
bağırır çağırırlar, izhar-ı teessürde ne derece şiddet gösterirlerse
kendilerini o nisbette isbat-ı meveddet etmiş addiyle daha sokak kapısından
girer girmez:
—Gelemediğimiz için bizi affedin, vallahi
yeni duyduk. Ah kardeş! O tombul oğlan, şuralarda koşup gezen o güzel Cemal,
gitti ha! Aman, aman sus, söylemeğe insanın dili varmıyor. Vah, yavrum!
Bu şiddet-i teessürün kalblerde uyandırdığı
amîk bir rikkatle hanım hanımın, hizmetçi hizmetçinin boynuna sarılır. Gelenlerin
derece-i hususiyet ve samimiyetlerine göre evvelâ bir matem öpüşmesidir başlar.
Müteakiben gözyaşları birbirine karışarak vaveylaya girişilir. Bu sokak kapısı
faslı... Bunun mâbad-i müessiri yukarıda itmam edilir. Birkaç gün de bu suretle
geçer. Fakat artık Behiye Hanım’da ağlayacak hal kalmaz. Avurdu avurduna geçer.
Biçarenin sıhhatinden validesi, zevci endişeye düşerler. Etibbaya müracaat
olunur. Doktorlar Behiye’nin katiyen ağlatılmaması, gezdirilmesi, tahfif-i
teessürüne uğraşılması, hasılı çocuğun acısını unutması esbabına tevessülü
tavsiye ederler. Şekûre Hanım elân ardı kesilmeyen “ecir ve sabır”cıların önüne
çıkarak, Behiye’nin yanında artık “ecir ve sabır” sözü etmemeleri, ölen
çocuktan asla bahsolunmaması lüzumu doktorlar tarafından şiddetle ihtar
edildiğini söyler, bu tenbih hilâfında harekette bulunacakların Behiye’nin
yanına çıkmamalarını rica eder. Fakat kadınların hepsine söz anlatmak kabil mi?
İkisi rica, istirham dinlerse, üçü kulak vermez. Yine bildiğini söyler. Böyle
bin tenbih, istirham ve ihtar ile Behiye’nin, artık hasta düşen o zavallının
yanına çıkarılan kadınlar Şekûre Hanım biraz odadan ayrılır ayrılmaz evvelâ
birbirlerine:
—Yavrucak tosun gibiydi. Acaba ne oldu? Hangi
hastalığa tutuldu? Ah sormağa da bir türlü dilim varmaz ki... Ah nasıl varsın kardeş,
öyle gürbüz çocuk... E, bir varmış bir yokmuş dünyası bu... Hastalık gelince
cılıza, gürbüze bakar mı?
Behiye, kurumuş dudaklariyle bu suallere
cevap vermeğe uğraşarak:
—Evet tosun gibiydi, şuralarda geziyor,
koşuyordu. Bir akşam mektepten geldi. Başcağızını dizime dayadı. Baktım, yavrumun
neşesi yok. O gece yemek yemedi. Anne, üşüyorum, dedi, örttük, bastırdık; sonra
vücudunu bir ateş sardı, gaseyanlar başladı. Nesi varsa hanım başcağızında idi.
Yavrucak hep başını, alnını gösteriyordu. Gözleri çakmak çakmak oldu. Aklımız
başımızdan gitti. Hekim, hoca, buzlar, karlar, ilâçlar... Hastalığın haftasında
mıydı ne idi, kardeş, bir akşam ağzına ilâç veriyordum, ah analar başından
ırak, dostlarıma Allah göstermesin, düşmanlarıma da yazık. Yavrumun çehresi değişti.
Ben ilâcı içiyor zannediyordum. Meğer o, çene atıyormuş. Uçtu, hanım, gitti
yavrum. Ah Cemal’im.
Hikâyenin bu noktasında gûya Cemal o dakikada
yeniden teslim-i ruh etmiş gibi yine vaveylâ başlar. Şekûre Hanım odaya koşar
ama, ekseriya kızını bayılmış bulur.
Behiye’nin validesi böyle rica ve istirhamla
kadınlara söz anlatmak kabil olamıyacağını görerek son tedbir olmak üzere gelenleri
Behiye’nin yanına sokmadan evvel ölen çocuktan bahsetmiyeceklerine dair birer
ikişer defa yemin ettirmek çaresine baş vurur. Fakat maatteessüf bu tedbiri de
müsmir olmaz.
Böyle yeminler, ahitlerle takdiyen Behiye’nin
yanına salıverilenler meyanında ahit-şikâne harekete cüret ederler, yemin
bozanlar eksik olmadığı gibi sözünü tutacak kadar metanet gösterenler de, ölen
çocuğa dair cehri değil fakat zımnî beyan-ı teellüm etmekten, kaşla gözle olsun
o “ecir ve sabır” mânâsını ithamdan kendilerini bir türlü alamıyorlar, her
halde Behiye’yi ağlatıyorlardı.
Hâdise-yi vefatı en geç haber alanlar ecir ve
sabır versin demeğe şitabta teehhür etmiş olduklarım ahbaplık, dostluk şanına
bir türlü vermeyerek bu teehhürlerini affettirecek bir istical ile taziyete
koşuyorlar. Sokak kapısından girince bunların istikbaline çıkan Şekûre Hanım
felâketdide kerimesi Behiye’nin keyifsizliğinden, binaenaleyh cennet kuşu
Cemal’in hatırası fart-ı teessürünü mucip olduğu için artık onun yanında
çocuğun vefatına dair kelime-i vâhide ağza alınmaması hakkındaki etibbanın
tenbihat-ı müekkide ve katiyesinden bahsederek gelenleri maalkasem birer birer
zabt-ı lisana bil-icbar kızının yanına sokuyordu. Odaya girip de Behiye bu
kadınlarla karşı karşıya gelince misafirler şu ziyaretten maksatları Allah ecir
ve sabır versin demek olduğunu kalen değilse de hâlen pekâlâ anlatıyorlardı.
Behiye’ye initaf eden ilk nazarlariyle:
—Vah zavallı kadın, ne kadar bozulmuşsun?
Hani yavrucağın? Çocukcağız şimdi senin âğuş-ı nermin-i nüvazişine bedel siyah
katı topraklara mı gömüldü?
Evet sakin bir çehre ile bu meal-i müthişi
pek âlâ ifham ediyorlardı. Behiye onların, onlar Behiye’nin yüzüne bakarak
mânidar, mağmumâne nazarlarla bir kere bu tefhim ve tefehhüm vuku buldu mu firkatzede
valide artık dayanamıyor, mukaddime-i girye olan ufaktan bir “hı hı”
salıveriyor. Bu “hı hı”ya misafirler tarafından “öhö, öhö, öhö”lerle mukabele
ediliyor. Sonra mendiller çıkıyor, iş fitili alıyor, bayağı küçük bir matem
ediliyor. Artık limonlar, çiçek suları, kordiyaller teskin-i yeis ve helecanda
bî-tesir kalıyordu. Hem bu matem bir matem-i zımni sayılıyor, sarihi değil,
çünkü Cemal’in ismi hiç kale alınmadı. Güya misafir hanımlar nakz-ı ahd
etmediler. Yeminlerini bozmadılar. “Allah ecir ve sabır versin” sözü alenen
söylenmedi. Fakat ölmüş çocuğun bütün mehasini, ahval ve ef’ali yegân yegân
tadat olunaydı elem-dide validesi işte ancak bu kadar ağlayabilirdi.
Şekûre Hanım, bu suretle de matemin önünü
almak kabil olmadığını görünce gelenlere kapıyı açmamağa karar verdi. Aşçı
kadın, küçük hizmetçi kız ve evde bulunan sairelerine, evvelâ pencereden bakarak
gelenlerin ecir sabırcı olmadıkları anlaşılmayınca kapıyı açmamalarını sıkı
sıkı emir ve tenbih eder. Fakat küçük evlerde böyle bir emrin infâzı hükmü ne
kadar müşküldür. İçeride cıvıl cıvıl kalabalık kaynarken kapıyı çalana o hâneyi
boş zannettirmek kabil olur mu? Aşçı, hizmetçi makulesi kadınlar bu emrin
hükmünü yerine getirebilmek için bir iki defa eser-i kiyaset gösterirlerse,
üçüncüsünde emri de, tenbihi de yerli yerince unutarak bakmadan kapıyı
açıverirler. Korkulan şeyin vukuundan sonra akıllan başlarına gelir… “A, ben kapıyı
açmayacaktım; ama unuttum” derler. En büyük medar-ı mazeretleri de işte bu
sözlerden ibaret olur.
Biçare Şekûre Hanım ne yaptı, nasıl hareket
ettiyse kızını bu ecir sabırcıların derd-i tesliyetinden kurtaramadı. Behiye’nin
her gün ayıla bayıla hali gittikçe vehamet peyda etti. Nihayet çocuğun
vefatından bir buçuk ay kadar sonra o hâneden bir ikinci tabut daha çıktı ki bu
da ecir ve sabrını yavrucağının karib-i lahdinde aramağa giden, daha doğrusu
taziyetçilerin ağlata ağlata öldürdükleri valide-i bedbaht idi.
Cenaze evden çıkar çıkmaz Şekûre Hanım
odunluğa iner. Kızının vefatından dolayı kendine en evvel ecir sabıra gelecek
en hatırşinas dostuna acısına sabrolunmaz bir yara açmak için boylu boslu bir
meşe sopası intihap eder.
—Hani senin Behiye’n! Anasını, kocasını
bırakıp da nerelere gitti? Ah kara toprak neler alıyor! Zavallı Şekûre!.. Ne
talihsiz başın varmış! Dayanılacak şey değil... Allah sana, sabırlar versin!
Ağla, ağla, içinin zehri aksın!
Feryad-ı taziyetiyle kapıdan içeri girenlerin
başına gözüne indirerek bir kaçını ağırca yaralar.
Torununun, müteakiben kızının gaybubeti fart-ı
teessürüyle Şekûre Hanım’ın tecennün ettiğine hükmolunur. Ertesi günü mahallece
lâzım gelen ilmühaber bittanzim biçare kadın darüşşifaya gönderilir.
Şekûre Hanım’ın darbe-i intikamından tadacak
kadar erken davranmağa muvaffak olamayarak uzaklardan gelen taziyetçiler o
hânede Allah ecir sabır versin diyecek, uzun uzadıya ağlatacak kimse bulamadıklarına
çok meyus olurlar. Mahzunen avdet ederler.
Henüz Behiye’nin vefatını işitemeyerek hâlâ
mı hâlâ Cemal’in ecri sabrı için gelenler vardı.
Bunlardan Behiye’nin vefatını, Şekûre’nin
felâketini haber alanlar:
—Vah vah! Behiye ölmüş, anası da acıdan
tımarhaneye gitmiş, acaba evde başka kimse yok mu? Bari aileden birini bulup da,
“Mevlâ ecir sabır versin” diyeydik...
Zemininde beyan-ı teessüf edenler de çok
oldu. El’an taziyetçilerin arkası kesilmediğini zavallı Şekûre Hanım
tımarhaneden duyarak fart-ı hiddetle sonradan sahiden çıldırdı. Buna da kimse
şaşmadı. Herkes hatuna hak verdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder