8 Aralık 2015 Salı

Horoz Ömer


HOROZ ÖMER

Reşat Enis AYGEN



            Anası onu yaz tatillerinde tramvay deposu yanındaki esnaf kahvesine çırak verirdi. Tatsız tarafları vardı bu işin... Meselâ, müşterilerin çoğu “Ulan veled!” diye çağırırdı. Hele bazıları, çayları, kahveleri biraz gecikse ocakçının suçunu onun çelimsiz omuzlarına yükler, tersleyip küfür ederdi: “Veledizina!” Bütün kahvede bir kahkahadır kopardı. Gelsin Veledizina, gitsin Veledizina. Çocuk değildi artık... İlkokulun beşinde okuyordu. (Ama, düttürü pantalonunun örtemediği kuru bacaklariyle, sıska vücudiyle onun beşte okuduğuna, on iki yaşını sürdüğüne kim inanırdı?) Veledizinanın ne demek olduğunu öğretmen Hafize Hanım öğretmemişti, fakat biliyordu. Anası duysa kıyametleri koparır, şu kahvenin camını, çerçevesini indirirdi vallahi... Direk gibi babası, at arabasına yüklemek için bir apartımanın dördüncü katından “gaydırop” indirirken tepetaklak olup kafasını duvarlara çarparak mort limanına teslim bayrağını çekeli iki sene ya doldu, ya dolmadı.

            Kahveci de ters bir herifti haniya... Öğretmen Hafize Hanım bir gün onlara dünyanın yuvarlaklığını, fırıl fırıl döndüğünü anlatmış, insanların gökyüzüne uçmadıklarını izah için de bir misal vermişti: Kahveciler bazan, üzerinde su dolu bardaklar, kahve fincanlariyle askılarını fır döndürürlermiş de ne suyun, ne kahvenin damlası dökülürmüş!

            Horoz Ömer bu deneyi bir gün yapmağa kalkıştı. Bittabi yüzüne gözüne bulaştırdı. Bardaklar tabaklar havada uçtu. Ustasından öylesine bir dayak yedi ki, alimallah şu koskoca dünya gözlerinin önünde fırıl fırıl döndü.

            Ama, tatlı tarafları da vardı bu çıraklığın... Meselâ, tramvay deposunun duvarı dibindeki seyyar mangalında palamut, uskumru kızartan balıkçı, öğle üzerleri yarım ekmekle palamutlarından birini gövdesine indirdi mi, balığın zehirini öldürmek isterdi:

            -Ulan veled, okkalı bir kahve!

            Ömer hemen seğirtirdi. Cömerd adamdı balıkçı... Kızarmış palamutlardan ince bir dilim seçer, bir dilim ekmekle ona sunardı.

            Sonra, tramvay deposunun mutfağı da hemen karşılarındaydı. Günün bazı saatlerinde mis gibi bir yahni kokusu Horoz Ömer’in burnunu, ciğerlerini doldurur, yemekten sonra kahve içmeğe gelen vatmanlar, biletçiler onu imrendirirdi.

            Ömer, Hafize Hoca’dan öğrenemediklerini (yani hayatı, dünyayı, insanları ve iyiliği, kötülüğü) bu kahveden öğrendi.

            Palabıyıklı, iriyarı bir bekçi vardı ki, ömürdü vesselâm... Kara bıyıkları kulak memelerine varırdı. Pek genç sayılmazdı ama, bıyıkları kurum gibi karaydı: Berbere gittiği zaman kesenin ağzını açar, habire kozmatik sürdürürdü. O, bütün heybetinin, kuvvetinin bıyıklarından doğduğuna inanırdı. Kudretini saçlarında vehmeden Samson gibi... Bir gün bıyıklarını kaybedecek olursa bekçilik yapamayacağından korkardı.

            Bekçi Murtaza kadınlara bayılırdı. Önünden tombul tombul, bıngıl bıngıl bir hatun geçmiye görsün! Gözleri mahmurlaşır, kara bıyıklarını burmaktan parmakları simsiyah kesilirdi. Ona takılırlardı kahvedekiler:

            -Hah şöyle, Murtaza... İnsana alış be kuzum, insana alış!

            Horoz Ömer hikâyeyi biliyordu: Vaktiyle astığı astık, kestiği kestik bir adam, bir çergiye düşmüş top gibi... Çeribaşıyı yakalamış: “İllâ bana bir dişi ayı bulacaksın!” diye dayatmış.

            -Aman ağam! Etme ağam, eyleme ağam!

            -Suuuss! Bulmazsan seni asarım, keserim, biçerim!

            Çeribaşı dağ, bayır dolaşmış. Yok! Yok vesselam... Ağanın kurşunlariyle delik deşik edileceğini bile bile, çergiye dönmüş. Bir de ne görsün? Ağa hazretleri genç, güzel karıciğiyle oynaşmıyor mu? Adamcağız geniş bir soluk salıvermiş:

            -Hah şöyleee! İnsana alış be ağam, insana alış!

            Bekçi Murtaza, memleketinde bir halt edip dağa kaçmış fi tarihinde... Bir mağarada gizleniyormuş. Zifiri karanlık bir gece -gök gürültülerinin top gibi patladığı, şimşekli, yıldırımlı bir gece- gözlerini açmış ki, yanıbaşında bir dişi mahlûk! Gerisini siz düşünüverin! Dağ başında, günlerce kadına duyulan hasret... Fakat, sabahın ilk aydınlıklarında ne görsün? Bu dişi mahlûk bir ayı değil mi?

            Ömer’in ustası anlatırdı: Bir gün sabaha karşı, bekçi Murtaza’yı Aksaray parkında çırılçıplak görmüşler. Parkın bahçıvanı, yeşillikleri sulamayı bırakmış, elindeki hortumu Murtaza’nın üzerine sıkarmış habire...

            -Bu ne hal Murtaza Efendi!

            -Ben Müslüman adamım, demiş; başımıza bir kaza geldi. Gece vakti hamam bulamadık. Mahalleyi cenabet bekliyemezdik ya!

            “Keyif kahvesi” müşterileri arasında bir adam vardı ki, Horoz Ömer onu gördükçe fıkır fıkır gülerdi: Boynunda kolalı dik yakası, papyon kıravatı, eski redingotu ile, yarım asır önce Febüs fotoğrafhanesinde çektirilmiş bir kartpostaldan fırlamışa benzerdi bu adam... Ne suratı ustura, ne de kafası berber makası görürdü sanki... Kahvede saatlerce oturur, tek kelime konuşmaz, arpacıkumrusu gibi düşünürdü.

            Horoz Ömer, işi biter bitmez -ki yatsı vakti evine dönecekti; ustasiyle anasının pazarlığı böyleydi- soluğu Yenikapı sahillerinde alırdı. Bir lâğım borusunun yanında arkadaşları gibi o da çırılçıplak soyunurdu ve haydi cup denize!

İlk zamanlar, sahilden on metre uzaktaki kayaya nefes nefese yüzerdi. Sonraları, üçüncü kayaya -yani yirmi metreye kadar- tıkanmadan açılabildi.

            Anası denize girmesine razı değildi. Geciktiği akşamlar elindeki petrol lambasını suratına doğru uzatır, uzun uzun gözlerinin içini dikizlerdi:

            -Doğru söyle lan! Denize girdin değil mi?

            -Girmedim!

            -Soyun bakayım...

            Ömer çırılçıplak soyununca sırtını, göğsünü yalardı.

            -Yalancı, pis köpek! Denize girmişsin. Yut[t]uramazsın bana!

            Mahallelerinde Kâtib Salih Efendiler oturuyordu. Kâtib Salih’in oğlu Pertevniyal lisesinde öğrenciydi. Ömer bir gün ona anasının kerâmetini anlattı.

            -Kocakarı denize girdiğimi nasıl anlıyor, şaşıyorum abi... dedi.

            Kâtib Salih’in oğlu kahkahayla güldü:

            -Ben de seni akıllı sanırdım, Horoz Ömer!

            -Anan ne yapıyor da anlıyor dedin?

            -Sırtımı yalıyor.

            -Denizde hiç su yutmadın mı yüzerken?

            -Çooook!

            -Tatlı mıydı lan?

            -Zehir gibi tuzlu!

            Horoz Ömer’in kafasına o zaman dank etti. Şimdi ikisi birden gülüyordu. Ama, Ömer’in gülüşü pek içten değildi. Enayiliğine adamakıllı içerlemişti.

            Artık denizden dönerken, terkosun altına çırılçıplak yatıyor, vücudundaki tuzu akıtıyordu.

            -Gene denizde miydin lan?

            -Değildim, anacığım.

            -Yalan!

            -Ekmek kör etsin ki...

            -Soyun kâfir...

            Anası onu şimdi biraz daha mufassal yalıyor, bir şey anlayamayınca çileden çıkıyordu.

            -Denize girmemişsin, ama gülüyorsun!

            -Sen yalarken gıdıklanıyorum da ondan, anacığım!

            Horoz Ömer, bir akşam denizden çıktığı zaman, elbiselerini bulamadı. Çalmışlardı. Bir kaya dibinde tir tir titreyerek gece yarısını etti. Uzunyusuf’taki evlerine sabaha karşı döndü. Anasını uyandırmaktan korkarak pencereden içeri girdi. Hakkuran kafesi gibi bir yerdi bu ev zaten... Gecenin ayazı, rutubeti kırık camlardan taşlığa doluyordu.

            Üzerine bir örtü bite bulamadan uyuyakalan küçük Ömer şifayı kaptı ve kurtulamadı.

            Binnaz Hanım, ne zaman denizi görse, küçük Ömer’ini, onun tuzlu sırtını hatırlar ve burnunun direği sızım sızım sızlar.

            Kaynak: Falaka, Ömer Seyfettin, Bir Milyon Çocuk Kitabı, Ankara Belediyesi, 1979, s. 53-62.

Hiç yorum yok: