HOROZ
ÖMER
Reşat Enis AYGEN
Anası
onu yaz tatillerinde tramvay deposu yanındaki esnaf kahvesine çırak verirdi.
Tatsız tarafları vardı bu işin... Meselâ, müşterilerin çoğu “Ulan veled!” diye
çağırırdı. Hele bazıları, çayları, kahveleri biraz gecikse ocakçının suçunu
onun çelimsiz omuzlarına yükler, tersleyip küfür ederdi: “Veledizina!” Bütün
kahvede bir kahkahadır kopardı. Gelsin Veledizina, gitsin Veledizina. Çocuk
değildi artık... İlkokulun beşinde okuyordu. (Ama, düttürü pantalonunun
örtemediği kuru bacaklariyle, sıska vücudiyle onun beşte okuduğuna, on iki
yaşını sürdüğüne kim inanırdı?) Veledizinanın ne demek olduğunu öğretmen Hafize
Hanım öğretmemişti, fakat biliyordu. Anası duysa kıyametleri koparır, şu
kahvenin camını, çerçevesini indirirdi vallahi... Direk gibi babası, at
arabasına yüklemek için bir apartımanın dördüncü katından “gaydırop” indirirken
tepetaklak olup kafasını duvarlara çarparak mort limanına teslim bayrağını
çekeli iki sene ya doldu, ya dolmadı.
Kahveci
de ters bir herifti haniya... Öğretmen Hafize Hanım bir gün onlara dünyanın
yuvarlaklığını, fırıl fırıl döndüğünü anlatmış, insanların gökyüzüne
uçmadıklarını izah için de bir misal vermişti: Kahveciler bazan, üzerinde su
dolu bardaklar, kahve fincanlariyle askılarını fır döndürürlermiş de ne suyun, ne
kahvenin damlası dökülürmüş!
Horoz
Ömer bu deneyi bir gün yapmağa kalkıştı. Bittabi yüzüne gözüne bulaştırdı.
Bardaklar tabaklar havada uçtu. Ustasından öylesine bir dayak yedi ki,
alimallah şu koskoca dünya gözlerinin önünde fırıl fırıl döndü.
Ama,
tatlı tarafları da vardı bu çıraklığın... Meselâ, tramvay deposunun duvarı
dibindeki seyyar mangalında palamut, uskumru kızartan balıkçı, öğle üzerleri
yarım ekmekle palamutlarından birini gövdesine indirdi mi, balığın zehirini
öldürmek isterdi:
-Ulan
veled, okkalı bir kahve!
Ömer
hemen seğirtirdi. Cömerd adamdı balıkçı... Kızarmış palamutlardan ince bir
dilim seçer, bir dilim ekmekle ona sunardı.
Sonra,
tramvay deposunun mutfağı da hemen karşılarındaydı. Günün bazı saatlerinde mis
gibi bir yahni kokusu Horoz Ömer’in burnunu, ciğerlerini doldurur, yemekten
sonra kahve içmeğe gelen vatmanlar, biletçiler onu imrendirirdi.
Ömer,
Hafize Hoca’dan öğrenemediklerini (yani hayatı, dünyayı, insanları ve iyiliği,
kötülüğü) bu kahveden öğrendi.
Palabıyıklı,
iriyarı bir bekçi vardı ki, ömürdü vesselâm... Kara bıyıkları kulak memelerine
varırdı. Pek genç sayılmazdı ama, bıyıkları kurum gibi karaydı: Berbere gittiği
zaman kesenin ağzını açar, habire kozmatik sürdürürdü. O, bütün heybetinin,
kuvvetinin bıyıklarından doğduğuna inanırdı. Kudretini saçlarında vehmeden
Samson gibi... Bir gün bıyıklarını kaybedecek olursa bekçilik yapamayacağından
korkardı.
Bekçi
Murtaza kadınlara bayılırdı. Önünden tombul tombul, bıngıl bıngıl bir hatun
geçmiye görsün! Gözleri mahmurlaşır, kara bıyıklarını burmaktan parmakları
simsiyah kesilirdi. Ona takılırlardı kahvedekiler:
-Hah
şöyle, Murtaza... İnsana alış be kuzum, insana alış!
Horoz
Ömer hikâyeyi biliyordu: Vaktiyle astığı astık, kestiği kestik bir adam, bir
çergiye düşmüş top gibi... Çeribaşıyı yakalamış: “İllâ bana bir dişi ayı
bulacaksın!” diye dayatmış.
-Aman
ağam! Etme ağam, eyleme ağam!
-Suuuss!
Bulmazsan seni asarım, keserim, biçerim!
Çeribaşı
dağ, bayır dolaşmış. Yok! Yok vesselam... Ağanın kurşunlariyle delik deşik
edileceğini bile bile, çergiye dönmüş. Bir de ne görsün? Ağa hazretleri genç,
güzel karıciğiyle oynaşmıyor mu? Adamcağız geniş bir soluk salıvermiş:
-Hah
şöyleee! İnsana alış be ağam, insana alış!
Bekçi
Murtaza, memleketinde bir halt edip dağa kaçmış fi tarihinde... Bir mağarada
gizleniyormuş. Zifiri karanlık bir gece -gök gürültülerinin top gibi patladığı,
şimşekli, yıldırımlı bir gece- gözlerini açmış ki, yanıbaşında bir dişi mahlûk!
Gerisini siz düşünüverin! Dağ başında, günlerce kadına duyulan hasret... Fakat,
sabahın ilk aydınlıklarında ne görsün? Bu dişi mahlûk bir ayı değil mi?
Ömer’in
ustası anlatırdı: Bir gün sabaha karşı, bekçi Murtaza’yı Aksaray parkında
çırılçıplak görmüşler. Parkın bahçıvanı, yeşillikleri sulamayı bırakmış,
elindeki hortumu Murtaza’nın üzerine sıkarmış habire...
-Bu
ne hal Murtaza Efendi!
-Ben
Müslüman adamım, demiş; başımıza bir kaza geldi. Gece vakti hamam bulamadık.
Mahalleyi cenabet bekliyemezdik ya!
“Keyif
kahvesi” müşterileri arasında bir adam vardı ki, Horoz Ömer onu gördükçe fıkır
fıkır gülerdi: Boynunda kolalı dik yakası, papyon kıravatı, eski redingotu ile,
yarım asır önce Febüs fotoğrafhanesinde çektirilmiş bir kartpostaldan fırlamışa
benzerdi bu adam... Ne suratı ustura, ne de kafası berber makası görürdü
sanki... Kahvede saatlerce oturur, tek kelime konuşmaz, arpacıkumrusu gibi
düşünürdü.
Horoz
Ömer, işi biter bitmez -ki yatsı vakti evine dönecekti; ustasiyle anasının
pazarlığı böyleydi- soluğu Yenikapı sahillerinde alırdı. Bir lâğım borusunun
yanında arkadaşları gibi o da çırılçıplak soyunurdu ve haydi cup denize!
İlk zamanlar, sahilden on metre uzaktaki
kayaya nefes nefese yüzerdi. Sonraları, üçüncü kayaya -yani yirmi metreye
kadar- tıkanmadan açılabildi.
Anası
denize girmesine razı değildi. Geciktiği akşamlar elindeki petrol lambasını
suratına doğru uzatır, uzun uzun gözlerinin içini dikizlerdi:
-Doğru
söyle lan! Denize girdin değil mi?
-Girmedim!
-Soyun
bakayım...
Ömer
çırılçıplak soyununca sırtını, göğsünü yalardı.
-Yalancı,
pis köpek! Denize girmişsin. Yut[t]uramazsın bana!
Mahallelerinde
Kâtib Salih Efendiler oturuyordu. Kâtib Salih’in oğlu Pertevniyal lisesinde
öğrenciydi. Ömer bir gün ona anasının kerâmetini anlattı.
-Kocakarı
denize girdiğimi nasıl anlıyor, şaşıyorum abi... dedi.
Kâtib
Salih’in oğlu kahkahayla güldü:
-Ben
de seni akıllı sanırdım, Horoz Ömer!
-Anan
ne yapıyor da anlıyor dedin?
-Sırtımı
yalıyor.
-Denizde
hiç su yutmadın mı yüzerken?
-Çooook!
-Tatlı
mıydı lan?
-Zehir
gibi tuzlu!
Horoz
Ömer’in kafasına o zaman dank etti. Şimdi ikisi birden gülüyordu. Ama, Ömer’in
gülüşü pek içten değildi. Enayiliğine adamakıllı içerlemişti.
Artık
denizden dönerken, terkosun altına çırılçıplak yatıyor, vücudundaki tuzu akıtıyordu.
-Gene
denizde miydin lan?
-Değildim,
anacığım.
-Yalan!
-Ekmek
kör etsin ki...
-Soyun
kâfir...
Anası
onu şimdi biraz daha mufassal yalıyor, bir şey anlayamayınca çileden çıkıyordu.
-Denize
girmemişsin, ama gülüyorsun!
-Sen
yalarken gıdıklanıyorum da ondan, anacığım!
Horoz
Ömer, bir akşam denizden çıktığı zaman, elbiselerini bulamadı. Çalmışlardı. Bir
kaya dibinde tir tir titreyerek gece yarısını etti. Uzunyusuf’taki evlerine
sabaha karşı döndü. Anasını uyandırmaktan korkarak pencereden içeri girdi.
Hakkuran kafesi gibi bir yerdi bu ev zaten... Gecenin ayazı, rutubeti kırık
camlardan taşlığa doluyordu.
Üzerine
bir örtü bite bulamadan uyuyakalan küçük Ömer şifayı kaptı ve kurtulamadı.
Binnaz
Hanım, ne zaman denizi görse, küçük Ömer’ini, onun tuzlu sırtını hatırlar ve
burnunun direği sızım sızım sızlar.
Kaynak: Falaka, Ömer Seyfettin, Bir
Milyon Çocuk Kitabı, Ankara Belediyesi, 1979, s. 53-62.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder