İMRENİLECEK BİR ÖLÜM
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR
Eskiden
beri yüksek yaşama sofraları ile orta hâlli ve daha aşağı halkın yemekleri
arasında çeşitçe büyük ayrılıklar olmakla birlikte fakirler de et, tatlı, meyve
yemek fırsatlarından bütün bütün yoksun değillerdi. Fakat şimdi yaşama
ölçüsünün dereceleri altüst oldu. Tabakaların soyluluk sıraları bozuldu. Şimdi genel
yaşamada bolluk ve yoksulluklarına göre sınıflara birer değer belirtmek
gerekirse kime zengin, kime fakir diyeceğimizi şaşıracağız. Günde ancak iki
lira alan kalem mümeyyizi ile, yedi sekiz yüz kuruş kazanan bir hamalın
geçimleri kıyaslanırsa meslekçe aşağıda olanların kazançça yükseldikleri
görülüyor ki bu, sosyal dengenin büyük bir karışıklığıdır. Kazançlarda orantısız
bir ayrılık var ve sonra hamalın ipi ile semerinden başka sırtında bir derdi,
kendi boğazından başka bir doyuracağı yoktur. Zavallı mümeyyiz beyin başında ev
kirasından evlat okumasına kadar günde iki lira gelirle ödenmesine hiçbir mucize
düşünülemeyen bir aile yükü var. Şimdi bunların hangisi hakiki hamal, hangisi
beyefendi? Zavallının kalemi kadar vücudunda da kuvvet olsa hısım ve
akrabasının söylemelerinden çekinmese, mümeyyizliğin şerefini hamallığın bayağılığına
çoktan üstün bulacak, ar değil kâr yılları işte bu yıllardır diyecek ama ne
yapsın?
İşte
Nasıh Bey derin sosyal felsefelerden sonra şimdi bu adi fikir kıyılarına
düşmüş, zavallı acılı başını taştan taşa vuruyordu. Her dakika altında ezildiği
geçim yükünün bezdirici fakat görünmez ağırlığına göre hamalın taşıdığı yükün
zahmeti hiçbir şey demekti.
Harpten
önce Nasıh Bey pek iyi yer içerdi. Fakat birçoklarına umulmaz, inanılmaz büyük
gelir sağlayan bu uğursuz savaş kendi geçim kaynaklarını hemen bütün bütün
kuruttu, elde avuçta bir şey kalmadı. Geçimlerini en dar ve en elemli dereceye
indirdi. Nasıh Bey İstanbul’un hatırı sayılır oburlarından ve daha okuldayken
arkadaşları arasında açılan iddia üzerine kırk beş kâse onluk (on paralık)
aşure yemekle partiyi kazanan mide kahramanlarındandı.
Kaleme
çırak olduktan sonra bu oburluk şöhreti artmıştı. Çarşı kapısındaki ince ve
kaymaklı baklavadan bir buçuk tepsiyi içine sindirerek seyircilerini hayrete
düşürmüştü. Bir Hünkârsuyu ziyafetinde birbiri üstüne midesine on beş patlıcan
dolması indirerek etrafındakilerin alkışlarına boğuldu, fakat bu sefer hazımsızlıktan
bir hafta yatmıştı. Hey gidi vakitler hey... Şimdi bu geçmiş zamanın anılarıyla
uğraşıyordu.
Nasıh,
boyca orta, fakat ence hürmetliydi. Geniş omuz, kalın pazı ve baldırları, bekçi
davulu şişliğindeki karnı ile bazı meyhanelerde görülen Baküs resimlerine
benzerdi. Fakat savaş kıtlığı ilkin onun kırmızı rengini soldurdu. Sonra koca
vücudunu eritti, eritti; zavallıyı tanınmaz bir hâle getirdi. Öteberi yiyecekle
doymadığından bir zaman kendini iaşe ekmeği ile bulgur pilavına verdi. Bağırsak
yangılarına, nefes darlığına uğradı. Şiddetli sancılar çekti. Hele bir gece az kalsın
tıkanıyordu. Arada bir ayakları şişiyor, koluna ağrılar giriyordu. Elinin
parmak uçları karıncalanıyordu. Bu işaretlere hiç aldırmadı. Ama bir baş dönmesine
tutuldu.
Sokakta
giderken ansızın kendini kaybederek düşüyor, beti benzi uçuyor, tıkanma geliyordu.
Sonunda hekime gitmek zorunda kaldı. İyice bir muayeneden sonra doktor ona
sindirimi ağır şeyler yemekten, mide doldurmaktan, sokakta hızlı yürümekten,
yokuş çıkmaktan, çarpıntı veren şeylerden kesinlikle sakınmayı tavsiye etti ama
evde midesi, bağırsakları, kalbi bozuk olan kendi değildi. Yaşça aralarında çok
fark olmayan eşi de sıhhatçe aynı hâlde gibiydi. Kızı, torunları hep hasta, hep
bakıma, besleyici şeyler yemeye muhtaçtılar. İaşe ekmeği, bulgur pilavı,
yağsız, etsiz taş gibi yemekler bütün aile insanlarının sağlıklarını berbat
etmiş, kanlarını bozmuş, vücutlarını bitirmişti. Büyük küçük hepsi
hazımsızlıktan, gıdasızlıktan bitik bir hâlde iken kendisi yalnız kendini
düşünerek beyaz etler, boyunlar, sütler, yoğurtlar, taze yumurtalar, tatlılar,
meyveler, francalarla nasıl beslenebilirdi? Ya hep birden aynı şeyleri yiyecek
veya hep birden öleceklerdi. İçlerinden biri ziyade hastalandığı zaman onu
marazın istediği gibi iyi beslemek için gösterilecek dikkat ancak üç gün
sürebilirdi.
Açlıktan
ölmek... İşte Nasıh Bey’in uykularını kaçıran meraklı gözü önünde korkunç,
simsiyah mezarlar kazan bir söz... Bu korkunç sözün kara uğursuzluğundan kaçmak
için o her şeyi göze aldırmaya razı idi! Her şeye, her şeye... Tek açlıktan ölmesin.
Her musibet, her fenalık açlıktan ölmenin yanında büyük bir felaket değildi.
Ölüm herkes için vardı.
Nasıh
Bey bu kadere hâşâ karşı gelmiyor, ölümden korkmuyordu. Onun titrediği şey
açlıktı, işte onun getirdiği işkenceli ölümü istemiyordu.
Savaşın
en alevli bir devrinde benizleri kükürt sarısı kesilmiş, gözlerinin karaları
kaymış, salyaları akarak açlıktan ölüm kıvranmaları içinde İstanbul
sokaklarında kaldırım üzerinde can verenleri çok
görmüştü. Böyle korkunç bir sonla karşılaşmaktan pek korkmuş ve hâlâ
korkuyordu. Adeta bu acıyla merak getirdi.
İstanbul’un
eski, sefil köpekleri gibi ayak altında çiğnenerek, can çekişme hırıltıları
otomobil homurtularına karışan ölenlerden başka evlerinde aynı acıdan
dünyalarını değiştiren zavallıların hesaplarının sayısı yoktu.
O,
sokakta ara sıra veremin son ümitsiz devresine gelmiş bir solgunluk ve
süzgünlükle bir deri bir kemik kalmış adım atacak hâli yok tanıdığa rast
geliyor, birkaç gün sonra bu zavallının ölümü duyuluyordu. Açlıktan ölmemek
için türlü türlü çareler düşünürdü. Fakat ne kadar düşünse dünyanın en büyük
iktisatçılarını aciz bırakan bu meselenin içinden çıkılacak bir tarafını bulamıyor,
yiyecek yoksulluğu her gün daha ziyade tehdidini artırıyordu.
Börekler,
kebaplar, tatlılar, kaymaklılara, tavuklara, balıklara veda edeli epey olmuştu.
Bir gün Bahçekapı’dan geçerken lokanta vitrinlerinin önünde durup durup
mosturadaki yemekleri seyre daldı.
Ağızlarda
yeşillik kuzu başları, yumuşak filetolar, büyük kayık tabaklara uzatılmış süzgün
bakışlı, pembe tenli barbunyalar, etli kalkan parçaları, piliç kızartmaları,
yalancı dolmalar, kaymaklı baklavalar, elma, kayısı kompostoları, bağrı yanık
sütlaçlar, salatalar, çeşitli meyveler…
Nasıh
Bey ağzını sulandırarak bu küçük yemek sergilerine baktı durdu. Boş midesi
iştahtan bütün salgılarını koyuverdi. Düşmemek için tutunacak bir yer aradı.
Midesinden kabaran iştah zehirli bir yel gibi vücuduna yayıldı. Topuklarından
beynine kadar her tarafını korkunç bir karamsarlık kapladı. Zenginlere, toklara
karşı yüreğinden büyük bir nefret, bir kin parladı.
Savaş
kıtlığı kimler içindi? Memlekette açlıktan ölenlerin beri tarafında tokluktan
hazımsızlığa uğrayanlar vardı. Ağızları sulanarak, canları çekerek, içleri
titreyerek, gözleri dönerek bu vitrinlerin önünden geçecek parasızların
acılarını hiç düşünmeden yemeklerini böyle sergilemek ne büyük insafsızlıktı.
Yerden bir taş alıp bu vitrinleri kırmak o süslü mosturaların üzerine çamur,
pislik atmak istedi. Fakat bu hiddeti, bu saldırışı neye yarayacaktı? Deli
zannederek kendini tevkif edecekler, o, merkezden merkeze posta edilirken yine
bu lokantaların müşterileri bütün iştahlarının zevki ile, lezzetiyle karın
doyurup gideceklerdi. Öfkesini yenmeye uğraşarak yine yemeklerin iyiliğini seyre
daldı. Bunlardan oburca yiyebilmek için kim bilir kaç lira gerekliydi? Üzerinde
ancak elli altmış kuruş kadar bir para vardı. Lokantadan dişlerini kürdanla
karıştırarak bir iki kişi çıktı. Yüzlerinden sağlık, yaşamalarının sevinci
akıyordu. Onlar doyuncaya kadar yemişlerdi. Şimdi toklara yaraşan birer neşe ile
işlerine gidiyorlardı. Kendi yememeye mahkûmdu. Niçin talih insanları böyle aç
ve tok olarak ikiye ayırıyor ve bu haksızlığa da ‘kader’ deniliyordu. Bu
yoksulluk yine beynini sızlattı.
O
sırada iki dilenci çocuğu geldi, salyalarını dudaklarından aşağı iplik gibi
akıtarak baygın gözlerini yemeklere diktiler. Biri kirli parmağıyla mayonezli
levrek tabağını göstererek:
—Ahmet
kim bilir bunu yemesi ne kadar tatlıdır? dedi.
Öteki
birbiri arkasına birkaç defa yutkunduktan sonra cevap verdi:
—Cama
bir yumruk vursam da bundan bir avuç kopararak kaçsam... Tadı nasıl olduğunu
anlardık...
O
aralık Nasıh’ın kalbinden fukaralık ve sefalete karşı da şiddetli bir nefret
kaynadı. Yumruğunu sıka sıka çocukların üzerine saldırarak:
—Ulan
piçler, dölünü fışkıya bırakan hayvanlar gibi sizi böyle sefalet tarlasına eken
anaya babaya nalet... Siz böyle yemeklerden tatmadan gebereceksiniz. Sizi
yaratan böyle buyurdu. Haydi gidiniz pazar yerlerinde, köpeklerle beraber döküntü,
söprüntü yiyiniz. Niçin kısmetiniz üstüne çıkmak istiyorsunuz, yumurcaklar?
Hele, bu haramlardan bir parmak tadınız da bakınız, sizi, döve döve yediğinizi
kustururlar. Niçin bir bulgurcudan doğmadınız eşekoğlu eşekler, diye payladı.
Küçük
dilenciler Nasıh’ı deli sanarak ürkmüş birer surat ile kaçtılar.
Sefil
çocuklar korkmuş gözleriyle arkalarına kaçarken Nasıh onlara kaldırmış olduğu
yumruğunu kendi başına indirerek:
—Sanki
benim bunlardan büyük bir farkım mı var? Onlar da aç ben de… Onlar mayonezli
levreğin tadını hiç bilmiyorlar, kaç zamandır ben de unuttum gitti. Gözleri
yemeklerde fikri bu acı açlık meselesinin karşılığı içinde boğularak düşündü,
düşündü. Savaşa, yaşamaya, ölüme, paraya, sefalete her şeye lanet etti. Kendisi
açlık ölümünden korkuyordu. Daha bütün bütün de aç kalmış değildi. Fakat öyle
lapa ile, sade suya, pırasa ile, o kerpiç iaşe ekmeğiyle ağır ağır Kaşeksi’den
ölenin doğrudan doğruya kestirme yolla açlıktan gitmeden farkı ne idi. Birincisi
daha acı, daha azaplı bir ölüm değil miydi? Hayır ne surette olursa olsun Nasıh
açlıktan ölmek istemiyordu. O, tok ölecekti, o tatlıların, yalancı dolmaların,
kuzuların, balıkların, piliçlerin bütün bu saygı değer kesilmişlerin
nefasetlerinden tok ölmeye büyük bir coşkunlukla yemin etti.
En zor
karar ölmeye razı olabilmekti. Bunu göze aldıktan sonra dünyada insanın
yapamayacağı şey kalır mı?
Ağır
ağır Yerebatan’daki evinin yolunu tuttu, bastığı yeri fark edemeyecek bir
dalgınlıkla yürüyor, kafasındaki meselenin yapılmasındaki zorlukları çözmeye
uğraşıyordu. Evine girdi, bir saat kadar odasına kapandı. En temiz elbiselerini
giyindi. Heyecanlar içinde bunalarak bir kâğıt yazdı dikkatle cebine koydu,
yanına hiç para almadı. Maksadını belli etmeden çoluğu ile çocuğu ile öpüştü.
Sokağa çıktı, yine aheste adımlarla Bahçekapı’ya indi. En zengin bir lokantadan
içeri girdi. Kuytu bir yer seçti. En güzel yemekleri tıkanıncaya kadar
yiyecekti. Bir gün lapa, bulgur pilavının şişkinliğiyle şehit düşmektense bu
surette ölümü adeta artistik buluyordu.
Listeyi
ezberlercesine bir dikkatle beş altı defa okudu.
Hindi
dolmasıyla bir uvertür yaptı. Çeşitli salatalar ısmarlattı, şampanya açtırdı.
Buza koydurttu, koyun, kuzu, piliç, balık gibi et nevilerinden hiçbirini
bırakmadı. Sade yahut zeytinyağlı sebzelerin hepsini sıraladı. Pilav ve
makoronyaya varıncaya kadar liste hanelerinden bir tekini boşlamadı. Son
zamanlarda çekilmez bir raddeye gelen hayat acılarından kurtulmak için hekimlerin
kendinde var dedikleri kalb illetinden faydalanacaktı. Yiyecek... yiyecek…
midesi şişecek, kalbini sıkıştıracak, kazanı patlıyan bir makine gibi hayat
birden duracaktı. Fakat yedikçe inanılmaz bir genişleme ile midesi açılıyordu.
Eski oburluğu aklına geldi, gençliğinde ne neşeli yerdi. O iddialı
oburluklarındaki eğlenceler başka idi. Şimdi ölmek için yiyordu. Artık pişman da
olsa bu kararını değiştiremezdi. Çünkü ceplerinde on para bulunmadığından bugün
lokantadan sağ olarak rezaletsiz çıkamazdı. Bakalım hangi katil, daha doğrusu kutsal
tabak hayatına son çekerek onun yakasını polislerden önce azraile teslim edecekti.
Garsonlar
şaşkınlıklar içinde bidüziye yemek taşıyorlardı. Masa üzerinde hesap pusulası
kabardıkça kabarıyordu.
Büfenin
arkasında müşterilerine soğuk yemekler, tatlılar ayıran patron bu doymaz oburu
ara sıra kuşkulu meraklı bakışlarla süzüyordu.
Nasıh
Bey, şimdi büyük merakla kendine dikilen bakışların şaşkınlığı altında
tatlılara başladı. Ne sütlaç bıraktı, ne pudinga, ne krema... Kaymaklı
baklavada karar kıldı. En çok hoşuna o gitmişti. Buna bir türlü doyamıyor,
porsiyon porsiyon üstüne getirtiyordu, şişti. Şişti. Yedikçe vücudu lastik
torba gibi açıldı. Enine boyuna kabardı. Kendini mandalaşmış sandı. Yıllarca süren
uzun bir açlıktan sonra böyle şampanyalarla sulanmış güzel yemeklerle şişmekten
bir nevi gurur duydu. Hekimler muayenelerinde ne kadar aldanmışlar. Haniya kalp
illeti niçin varlığını belli etmiyordu? Ah bu atılgan fen adamları kim bilir ne
kadar zenginleri hastalıkla korkutarak doyunca yiyip içmekten alıkoyuyorlardı.
Fakat doktorlar, teşhislerinde aldanmışlarsa kendinde hakikaten kalp hastalığı
yoksa, bu yemekler kendini öldürmeyecekse iş rezalete varacaktı. Canı daha
yemek istiyor muydu?
Gırtlağına
kadar üfüren dolgunluğun baskısı ile, sıkışmış bir sünger gibi bütün vücudundan
ter boşalıyor, pek derin bir kuyudan çıkıyor sanılacak bir zorlukla nefes alıp
veriyordu. Ufak geyirtiler, hıçkırıklarla yemekler tatlılı ekşili, tuzlu
biberli ağzına geliyordu. Artık doyduğunu anladı. Fena tıkanmıştı.
Uyanık
iken korkulu rüyaya tutulmuş gibi sıkıntılar geçiriyor büyük bir gevşeme içinde
ara sıra kendini kaybedip, yine buluyordu. Doymaz dedikleri kör nefis işte
sonunda doymuştu. Bütün çalmalar, hırsızlıklar, cinayetler, her zaman böyle
çatlayıncaya kadar tıkınmak için mi yapılıyordu? Her gün acıkmak ve sonra böyle
lezzetli yemeklerle tıka basa doymak yaşamak bu muydu? Eğer hayatın zevki her
şeyde böyle tokluğa ermekten başka bir şey değilse kaç zamandır şiddetle
isteyip durduğu bu doygunluğun şimdi o kadar gürültüsü, didinmeleri,
boğuşmaları, fenalıkları çekmeye pek değerli bulamıyordu. “Aç doymayacağım, tok
acıkmayacağım sanırmış” atasözünü hatırladı. Doymayacağım sanırken işte
doymuştu. Sağ kalırsa elbette yine acıkacaktı. O anda bir türlü eline geçiremeyeceği
sandığı sevgilisiyle doymuş hâle gelen mutlu âşık hâlinde idi. İnsanların ciddi
mutlulukları hep arzu etmelerinde idi. Arzular tatminle söndürüldüğü vakit
hayatta lezzet kalmıyordu.
Şimdi...
O saatte İstanbul’da o kadar çok aç vardı ki kendini bugün onlardan beş altı
kişinin yiyeceğini yalnız başına karnına doldurmuş olmak cinayetiyle suçlu
buluyordu. İnsanların en insaflısı en adaletlisi her şeyde böyle son derece hâline
geldikten sonra mı kendi gibilerin, muhtaçların acılarını düşünebiliyordu. Acaba
ömründe bir kere olsun böyle sevdiği yemeklerle doymak fırsatına ermemiş bir
adam var mıydı? Varsa bile işte kendisi bu cinsten bugün ayrılıyordu. Her
tarafını saran gevşeklikten zihnini kurtarmaya uğraşarak niçin o kadar yemiş olduğunu
düşünmek istedi. Ölmek için yemişti. Fakat neden hâlâ sağdı, bunu düşünerek bir
tabak daha kaymaklı baklava ısmarladı. Ağır ağır bir lokma aldı güçlükle yuttu.
İştahının son derecesini zorlamak için yarım kadeh şampanya içti, ikinci lokma bir
gülle ağırlığı ile boğazında durdu. Pek çok açların hayallerini dolduran
lezzeti ile çok ün almış bu nefis yemek şimdi ona yutulmayacak ağır ve bunaltılı
geliyordu. Bu son lokmanın yüküne midesi tahammül edemedi. Yüzü morardı.
Gözlerinin önünde bütün eşyalar berraklığını kaybetti. Göğsünün içinde bir şey
yırtılarak bir sıvının taştığını duydu. Tatlı bir kayışla bir boşluğa uçar gibi
oldu. Ufak bir çarpışma ile sessiz sedasızca tatlı tabağının üstüne devrildi. Avurtlarının
içi kaymaklı baklavayla doldu ve dudaklarının etrafı şampanya köpükleriyle çevrili
olarak ağız tadıyla bu ölümlü dünyanın yoksulluk, ahlaksızlık, açlık acılarına
veda etti. Sarılığı ile ölüm yüzünü sardı. Nasıh Bey şimdi içi yemek dolu bir
kadavra olmuştu. Böyle kıtlık yıllarında bu kadar yağlı ballı bir ölüm her kula
nasip olmayan saadetlerden idi.
Polise
haber gitti, polisler, doktorlar geldi. Muayene ederek ölenin kalp sektesinden
gittiği rapor verildi. Kim olduğunu anlamak için cesedin ceplerini yokladılar,
değerli hiçbir şey ve on para bulamadılar, yalnız bir kâğıt parçası çıktı.
Lokanta
sahibi uğradığı zararın kimin tarafından tazmin edileceğini anlamak telaşında
çırpınarak şöyle diyordu:
—Canım
efendim, bu acaip adam masa başında sekteye uğramayaydı hesabı nasıl
ödeyecekti? Merakım bu.
Üzerinde
çıkan kâğıtta şu satırlar vardı:
“Hele
çok şükür açlıktan ölmedim, kimseye kötü örnek olmak istemem, fakat bu ölümün
hoşluğunu nasıl inkâr edeyim? Yıllarca süren bir açlığı böyle tımtıkız ve nefis
bir toklukla taçlandırıp ahreti boylamak Amerikalıları bile icat fikrine hayran
edecek bir yeniliktir.”
“Haram
yemeklerle karın şişirerek öbür dünyaya gitmekteki cezayı düşünen kaba sofular
olabilir. Bu önemli husus sual sevap melekleri ile benim aramda görülecek bir
davadır. O meleklerin sorgularından önce benim onlardan soracak o kadar ince
suallerim var ki cesaret edebilirlerse karşıma çıksınlar. Bu yağma, bu çapul,
bu kapan kapana zamanında helal, haram ne kelime? Ben ömrümde bir defa beleşten
karın doyurdum. Buna karşı da hayatımı diyet verdim. Bu işin tekrarlanmasına da
artık imkân kalmadı. Bütün ömürlerindeki işleri haram yemekten başka bir şey
olmayan bu kadar insan var. Onlara bakınız. İşte hep o vicdansızlar helalleri
ile kanaat edenlerin rızıklarını çalıyorlar. Doğru hesap edersek benim daha
onlardan o kadar çok alacağım çıkar ki hayatımın bu son yemeğine haram demeye
utanırlar. Lokanta sahibi ile mutlaka helalleşmek lazımsa ona söyleyiniz beri
gelsin. Şu anda gözlerimden maddiyat perdeleri kalktı, berrak billur bir şişe
gibi her şeyin içini görüyorum. Patronun kalbini de önüme açılmış bir
müzevirlik kitabı gibi aynen okuyorum. Onun şimdiye kadar topladığı paranın
guguklarını hep birden ortaya dökeyim mi? Oğullarına biriktirdiği sermayelerin,
kızlarına verdiği çeyizlerin, Beyoğlu’ndaki apartmanların nasıl
kazanıldıklarını anlatayım mı?”
Bu
satırları gittikçe artan bir çarpıntı ile dinleyen ihtiyar lokantacı, bir
ikinci sekteye de kendi uğrayacak gibi mosmor kesilerek:
—Artık
yetişir, okumayınız. Yedikleri bu adama benden yana kat be kat helal ve hoş
olsun. Böyle bir zata haram etmeye nasıl dil varır ki… Yalnız şunu rica ederim
ki bu iş gazetecilerin ağzına düşmesin, belki bunu örnek tutacak başka açlar
bulunur.
Kaynak: Mehmet Semih,
Türk Gülmece Öyküleri Antolojisi, (2. basım), İstanbul: Yön Yayıncılık, 1994.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder