2 Aralık 2015 Çarşamba

İMRENİLECEK BİR ÖLÜM
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR



Eskiden beri yüksek yaşama sofraları ile orta hâlli ve daha aşağı halkın yemekleri arasında çeşitçe büyük ayrılıklar olmakla birlikte fakirler de et, tatlı, meyve yemek fırsatlarından bütün bütün yoksun değillerdi. Fakat şimdi yaşama ölçüsünün dereceleri altüst oldu. Tabakaların soyluluk sıraları bozuldu. Şimdi genel yaşamada bolluk ve yoksulluklarına göre sınıflara birer değer belirtmek gerekirse kime zengin, kime fakir diyeceğimizi şaşıracağız. Günde ancak iki lira alan kalem mümeyyizi ile, yedi sekiz yüz kuruş kazanan bir hamalın geçimleri kıyaslanırsa meslekçe aşağıda olanların kazançça yükseldikleri görülüyor ki bu, sosyal dengenin büyük bir karışıklığıdır. Kazançlarda orantısız bir ayrılık var ve sonra hamalın ipi ile semerinden başka sırtında bir derdi, kendi boğazından başka bir doyuracağı yoktur. Zavallı mümeyyiz beyin başında ev kirasından evlat okumasına kadar günde iki lira gelirle ödenmesine hiçbir mucize düşünülemeyen bir aile yükü var. Şimdi bunların hangisi hakiki hamal, hangisi beyefendi? Zavallının kalemi kadar vücudunda da kuvvet olsa hısım ve akrabasının söylemelerinden çekinmese, mümeyyizliğin şerefini hamallığın bayağılığına çoktan üstün bulacak, ar değil kâr yılları işte bu yıllardır diyecek ama ne yapsın?
İşte Nasıh Bey derin sosyal felsefelerden sonra şimdi bu adi fikir kıyılarına düşmüş, zavallı acılı başını taştan taşa vuruyordu. Her dakika altında ezildiği geçim yükünün bezdirici fakat görünmez ağırlığına göre hamalın taşıdığı yükün zahmeti hiçbir şey demekti.
Harpten önce Nasıh Bey pek iyi yer içerdi. Fakat birçoklarına umulmaz, inanılmaz büyük gelir sağlayan bu uğursuz savaş kendi geçim kaynaklarını hemen bütün bütün kuruttu, elde avuçta bir şey kalmadı. Geçimlerini en dar ve en elemli dereceye indirdi. Nasıh Bey İstanbul’un hatırı sayılır oburlarından ve daha okuldayken arkadaşları arasında açılan iddia üzerine kırk beş kâse onluk (on paralık) aşure yemekle partiyi kazanan mide kahramanlarındandı.
Kaleme çırak olduktan sonra bu oburluk şöhreti artmıştı. Çarşı kapısındaki ince ve kaymaklı baklavadan bir buçuk tepsiyi içine sindirerek seyircilerini hayrete düşürmüştü. Bir Hünkârsuyu ziyafetinde birbiri üstüne midesine on beş patlıcan dolması indirerek etrafındakilerin alkışlarına boğuldu, fakat bu sefer hazımsızlıktan bir hafta yatmıştı. Hey gidi vakitler hey... Şimdi bu geçmiş zamanın anılarıyla uğraşıyordu.
Nasıh, boyca orta, fakat ence hürmetliydi. Geniş omuz, kalın pazı ve baldırları, bekçi davulu şişliğindeki karnı ile bazı meyhanelerde görülen Baküs resimlerine benzerdi. Fakat savaş kıtlığı ilkin onun kırmızı rengini soldurdu. Sonra koca vücudunu eritti, eritti; zavallıyı tanınmaz bir hâle getirdi. Öteberi yiyecekle doymadığından bir zaman kendini iaşe ekmeği ile bulgur pilavına verdi. Bağırsak yangılarına, nefes darlığına uğradı. Şiddetli sancılar çekti. Hele bir gece az kalsın tıkanıyordu. Arada bir ayakları şişiyor, koluna ağrılar giriyordu. Elinin parmak uçları karıncalanıyordu. Bu işaretlere hiç aldırmadı. Ama bir baş dönmesine tutuldu.
Sokakta giderken ansızın kendini kaybederek düşüyor, beti benzi uçuyor, tıkanma geliyordu. Sonunda hekime gitmek zorunda kaldı. İyice bir muayeneden sonra doktor ona sindirimi ağır şeyler yemekten, mide doldurmaktan, sokakta hızlı yürümekten, yokuş çıkmaktan, çarpıntı veren şeylerden kesinlikle sakınmayı tavsiye etti ama evde midesi, bağırsakları, kalbi bozuk olan kendi değildi. Yaşça aralarında çok fark olmayan eşi de sıhhatçe aynı hâlde gibiydi. Kızı, torunları hep hasta, hep bakıma, besleyici şeyler yemeye muhtaçtılar. İaşe ekmeği, bulgur pilavı, yağsız, etsiz taş gibi yemekler bütün aile insanlarının sağlıklarını berbat etmiş, kanlarını bozmuş, vücutlarını bitirmişti. Büyük küçük hepsi hazımsızlıktan, gıdasızlıktan bitik bir hâlde iken kendisi yalnız kendini düşünerek beyaz etler, boyunlar, sütler, yoğurtlar, taze yumurtalar, tatlılar, meyveler, francalarla nasıl beslenebilirdi? Ya hep birden aynı şeyleri yiyecek veya hep birden öleceklerdi. İçlerinden biri ziyade hastalandığı zaman onu marazın istediği gibi iyi beslemek için gösterilecek dikkat ancak üç gün sürebilirdi.
Açlıktan ölmek... İşte Nasıh Bey’in uykularını kaçıran meraklı gözü önünde korkunç, simsiyah mezarlar kazan bir söz... Bu korkunç sözün kara uğursuzluğundan kaçmak için o her şeyi göze aldırmaya razı idi! Her şeye, her şeye... Tek açlıktan ölmesin. Her musibet, her fenalık açlıktan ölmenin yanında büyük bir felaket değildi. Ölüm herkes için vardı.
Nasıh Bey bu kadere hâşâ karşı gelmiyor, ölümden korkmuyordu. Onun titrediği şey açlıktı, işte onun getirdiği işkenceli ölümü istemiyordu.
Savaşın en alevli bir devrinde benizleri kükürt sarısı kesilmiş, gözlerinin karaları kaymış, salyaları akarak açlıktan ölüm kıvranmaları içinde İstanbul sokaklarında kaldırım üzerinde can verenleri çok görmüştü. Böyle korkunç bir sonla karşılaşmaktan pek korkmuş ve hâlâ korkuyordu. Adeta bu acıyla merak getirdi.
İstanbul’un eski, sefil köpekleri gibi ayak altında çiğnenerek, can çekişme hırıltıları otomobil homurtularına karışan ölenlerden başka evlerinde aynı acıdan dünyalarını değiştiren zavallıların hesaplarının sayısı yoktu.
O, sokakta ara sıra veremin son ümitsiz devresine gelmiş bir solgunluk ve süzgünlükle bir deri bir kemik kalmış adım atacak hâli yok tanıdığa rast geliyor, birkaç gün sonra bu zavallının ölümü duyuluyordu. Açlıktan ölmemek için türlü türlü çareler düşünürdü. Fakat ne kadar düşünse dünyanın en büyük iktisatçılarını aciz bırakan bu meselenin içinden çıkılacak bir tarafını bulamıyor, yiyecek yoksulluğu her gün daha ziyade tehdidini artırıyordu.
Börekler, kebaplar, tatlılar, kaymaklılara, tavuklara, balıklara veda edeli epey olmuştu. Bir gün Bahçekapı’dan geçerken lokanta vitrinlerinin önünde durup durup mosturadaki yemekleri seyre daldı.
Ağızlarda yeşillik kuzu başları, yumuşak filetolar, büyük kayık tabaklara uzatılmış süzgün bakışlı, pembe tenli barbunyalar, etli kalkan parçaları, piliç kızartmaları, yalancı dolmalar, kaymaklı baklavalar, elma, kayısı kompostoları, bağrı yanık sütlaçlar, salatalar, çeşitli meyveler…
Nasıh Bey ağzını sulandırarak bu küçük yemek sergilerine baktı durdu. Boş midesi iştahtan bütün salgılarını koyuverdi. Düşmemek için tutunacak bir yer aradı. Midesinden kabaran iştah zehirli bir yel gibi vücuduna yayıldı. Topuklarından beynine kadar her tarafını korkunç bir karamsarlık kapladı. Zenginlere, toklara karşı yüreğinden büyük bir nefret, bir kin parladı.
Savaş kıtlığı kimler içindi? Memlekette açlıktan ölenlerin beri tarafında tokluktan hazımsızlığa uğrayanlar vardı. Ağızları sulanarak, canları çekerek, içleri titreyerek, gözleri dönerek bu vitrinlerin önünden geçecek parasızların acılarını hiç düşünmeden yemeklerini böyle sergilemek ne büyük insafsızlıktı. Yerden bir taş alıp bu vitrinleri kırmak o süslü mosturaların üzerine çamur, pislik atmak istedi. Fakat bu hiddeti, bu saldırışı neye yarayacaktı? Deli zannederek kendini tevkif edecekler, o, merkezden merkeze posta edilirken yine bu lokantaların müşterileri bütün iştahlarının zevki ile, lezzetiyle karın doyurup gideceklerdi. Öfkesini yenmeye uğraşarak yine yemeklerin iyiliğini seyre daldı. Bunlardan oburca yiyebilmek için kim bilir kaç lira gerekliydi? Üzerinde ancak elli altmış kuruş kadar bir para vardı. Lokantadan dişlerini kürdanla karıştırarak bir iki kişi çıktı. Yüzlerinden sağlık, yaşamalarının sevinci akıyordu. Onlar doyuncaya kadar yemişlerdi. Şimdi toklara yaraşan birer neşe ile işlerine gidiyorlardı. Kendi yememeye mahkûmdu. Niçin talih insanları böyle aç ve tok olarak ikiye ayırıyor ve bu haksızlığa da ‘kader’ deniliyordu. Bu yoksulluk yine beynini sızlattı.
O sırada iki dilenci çocuğu geldi, salyalarını dudaklarından aşağı iplik gibi akıtarak baygın gözlerini yemeklere diktiler. Biri kirli parmağıyla mayonezli levrek tabağını göstererek:
—Ahmet kim bilir bunu yemesi ne kadar tatlıdır? dedi.
Öteki birbiri arkasına birkaç defa yutkunduktan sonra cevap verdi:
—Cama bir yumruk vursam da bundan bir avuç kopararak kaçsam... Tadı nasıl olduğunu anlardık...
O aralık Nasıh’ın kalbinden fukaralık ve sefalete karşı da şiddetli bir nefret kaynadı. Yumruğunu sıka sıka çocukların üzerine saldırarak:
—Ulan piçler, dölünü fışkıya bırakan hayvanlar gibi sizi böyle sefalet tarlasına eken anaya babaya nalet... Siz böyle yemeklerden tatmadan gebereceksiniz. Sizi yaratan böyle buyurdu. Haydi gidiniz pazar yerlerinde, köpeklerle beraber döküntü, söprüntü yiyiniz. Niçin kısmetiniz üstüne çıkmak istiyorsunuz, yumurcaklar? Hele, bu haramlardan bir parmak tadınız da bakınız, sizi, döve döve yediğinizi kustururlar. Niçin bir bulgurcudan doğmadınız eşekoğlu eşekler, diye payladı.
Küçük dilenciler Nasıh’ı deli sanarak ürkmüş birer surat ile kaçtılar.
Sefil çocuklar korkmuş gözleriyle arkalarına kaçarken Nasıh onlara kaldırmış olduğu yumruğunu kendi başına indirerek:
—Sanki benim bunlardan büyük bir farkım mı var? Onlar da aç ben de… Onlar mayonezli levreğin tadını hiç bilmiyorlar, kaç zamandır ben de unuttum gitti. Gözleri yemeklerde fikri bu acı açlık meselesinin karşılığı içinde boğularak düşündü, düşündü. Savaşa, yaşamaya, ölüme, paraya, sefalete her şeye lanet etti. Kendisi açlık ölümünden korkuyordu. Daha bütün bütün de aç kalmış değildi. Fakat öyle lapa ile, sade suya, pırasa ile, o kerpiç iaşe ekmeğiyle ağır ağır Kaşeksi’den ölenin doğrudan doğruya kestirme yolla açlıktan gitmeden farkı ne idi. Birincisi daha acı, daha azaplı bir ölüm değil miydi? Hayır ne surette olursa olsun Nasıh açlıktan ölmek istemiyordu. O, tok ölecekti, o tatlıların, yalancı dolmaların, kuzuların, balıkların, piliçlerin bütün bu saygı değer kesilmişlerin nefasetlerinden tok ölmeye büyük bir coşkunlukla yemin etti.
En zor karar ölmeye razı olabilmekti. Bunu göze aldıktan sonra dünyada insanın yapamayacağı şey kalır mı?
Ağır ağır Yerebatan’daki evinin yolunu tuttu, bastığı yeri fark edemeyecek bir dalgınlıkla yürüyor, kafasındaki meselenin yapılmasındaki zorlukları çözmeye uğraşıyordu. Evine girdi, bir saat kadar odasına kapandı. En temiz elbiselerini giyindi. Heyecanlar içinde bunalarak bir kâğıt yazdı dikkatle cebine koydu, yanına hiç para almadı. Maksadını belli etmeden çoluğu ile çocuğu ile öpüştü. Sokağa çıktı, yine aheste adımlarla Bahçekapı’ya indi. En zengin bir lokantadan içeri girdi. Kuytu bir yer seçti. En güzel yemekleri tıkanıncaya kadar yiyecekti. Bir gün lapa, bulgur pilavının şişkinliğiyle şehit düşmektense bu surette ölümü adeta artistik buluyordu.
Listeyi ezberlercesine bir dikkatle beş altı defa okudu.
Hindi dolmasıyla bir uvertür yaptı. Çeşitli salatalar ısmarlattı, şampanya açtırdı. Buza koydurttu, koyun, kuzu, piliç, balık gibi et nevilerinden hiçbirini bırakmadı. Sade yahut zeytinyağlı sebzelerin hepsini sıraladı. Pilav ve makoronyaya varıncaya kadar liste hanelerinden bir tekini boşlamadı. Son zamanlarda çekilmez bir raddeye gelen hayat acılarından kurtulmak için hekimlerin kendinde var dedikleri kalb illetinden faydalanacaktı. Yiyecek... yiyecek… midesi şişecek, kalbini sıkıştıracak, kazanı patlıyan bir makine gibi hayat birden duracaktı. Fakat yedikçe inanılmaz bir genişleme ile midesi açılıyordu. Eski oburluğu aklına geldi, gençliğinde ne neşeli yerdi. O iddialı oburluklarındaki eğlenceler başka idi. Şimdi ölmek için yiyordu. Artık pişman da olsa bu kararını değiştiremezdi. Çünkü ceplerinde on para bulunmadığından bugün lokantadan sağ olarak rezaletsiz çıkamazdı. Bakalım hangi katil, daha doğrusu kutsal tabak hayatına son çekerek onun yakasını polislerden önce azraile teslim edecekti.
Garsonlar şaşkınlıklar içinde bidüziye yemek taşıyorlardı. Masa üzerinde hesap pusulası kabardıkça kabarıyordu.
Büfenin arkasında müşterilerine soğuk yemekler, tatlılar ayıran patron bu doymaz oburu ara sıra kuşkulu meraklı bakışlarla süzüyordu.
Nasıh Bey, şimdi büyük merakla kendine dikilen bakışların şaşkınlığı altında tatlılara başladı. Ne sütlaç bıraktı, ne pudinga, ne krema... Kaymaklı baklavada karar kıldı. En çok hoşuna o gitmişti. Buna bir türlü doyamıyor, porsiyon porsiyon üstüne getirtiyordu, şişti. Şişti. Yedikçe vücudu lastik torba gibi açıldı. Enine boyuna kabardı. Kendini mandalaşmış sandı. Yıllarca süren uzun bir açlıktan sonra böyle şampanyalarla sulanmış güzel yemeklerle şişmekten bir nevi gurur duydu. Hekimler muayenelerinde ne kadar aldanmışlar. Haniya kalp illeti niçin varlığını belli etmiyordu? Ah bu atılgan fen adamları kim bilir ne kadar zenginleri hastalıkla korkutarak doyunca yiyip içmekten alıkoyuyorlardı. Fakat doktorlar, teşhislerinde aldanmışlarsa kendinde hakikaten kalp hastalığı yoksa, bu yemekler kendini öldürmeyecekse iş rezalete varacaktı. Canı daha yemek istiyor muydu?
Gırtlağına kadar üfüren dolgunluğun baskısı ile, sıkışmış bir sünger gibi bütün vücudundan ter boşalıyor, pek derin bir kuyudan çıkıyor sanılacak bir zorlukla nefes alıp veriyordu. Ufak geyirtiler, hıçkırıklarla yemekler tatlılı ekşili, tuzlu biberli ağzına geliyordu. Artık doyduğunu anladı. Fena tıkanmıştı.
Uyanık iken korkulu rüyaya tutulmuş gibi sıkıntılar geçiriyor büyük bir gevşeme içinde ara sıra kendini kaybedip, yine buluyordu. Doymaz dedikleri kör nefis işte sonunda doymuştu. Bütün çalmalar, hırsızlıklar, cinayetler, her zaman böyle çatlayıncaya kadar tıkınmak için mi yapılıyordu? Her gün acıkmak ve sonra böyle lezzetli yemeklerle tıka basa doymak yaşamak bu muydu? Eğer hayatın zevki her şeyde böyle tokluğa ermekten başka bir şey değilse kaç zamandır şiddetle isteyip durduğu bu doygunluğun şimdi o kadar gürültüsü, didinmeleri, boğuşmaları, fenalıkları çekmeye pek değerli bulamıyordu. “Aç doymayacağım, tok acıkmayacağım sanırmış” atasözünü hatırladı. Doymayacağım sanırken işte doymuştu. Sağ kalırsa elbette yine acıkacaktı. O anda bir türlü eline geçiremeyeceği sandığı sevgilisiyle doymuş hâle gelen mutlu âşık hâlinde idi. İnsanların ciddi mutlulukları hep arzu etmelerinde idi. Arzular tatminle söndürüldüğü vakit hayatta lezzet kalmıyordu.
Şimdi... O saatte İstanbul’da o kadar çok aç vardı ki kendini bugün onlardan beş altı kişinin yiyeceğini yalnız başına karnına doldurmuş olmak cinayetiyle suçlu buluyordu. İnsanların en insaflısı en adaletlisi her şeyde böyle son derece hâline geldikten sonra mı kendi gibilerin, muhtaçların acılarını düşünebiliyordu. Acaba ömründe bir kere olsun böyle sevdiği yemeklerle doymak fırsatına ermemiş bir adam var mıydı? Varsa bile işte kendisi bu cinsten bugün ayrılıyordu. Her tarafını saran gevşeklikten zihnini kurtarmaya uğraşarak niçin o kadar yemiş olduğunu düşünmek istedi. Ölmek için yemişti. Fakat neden hâlâ sağdı, bunu düşünerek bir tabak daha kaymaklı baklava ısmarladı. Ağır ağır bir lokma aldı güçlükle yuttu. İştahının son derecesini zorlamak için yarım kadeh şampanya içti, ikinci lokma bir gülle ağırlığı ile boğazında durdu. Pek çok açların hayallerini dolduran lezzeti ile çok ün almış bu nefis yemek şimdi ona yutulmayacak ağır ve bunaltılı geliyordu. Bu son lokmanın yüküne midesi tahammül edemedi. Yüzü morardı. Gözlerinin önünde bütün eşyalar berraklığını kaybetti. Göğsünün içinde bir şey yırtılarak bir sıvının taştığını duydu. Tatlı bir kayışla bir boşluğa uçar gibi oldu. Ufak bir çarpışma ile sessiz sedasızca tatlı tabağının üstüne devrildi. Avurtlarının içi kaymaklı baklavayla doldu ve dudaklarının etrafı şampanya köpükleriyle çevrili olarak ağız tadıyla bu ölümlü dünyanın yoksulluk, ahlaksızlık, açlık acılarına veda etti. Sarılığı ile ölüm yüzünü sardı. Nasıh Bey şimdi içi yemek dolu bir kadavra olmuştu. Böyle kıtlık yıllarında bu kadar yağlı ballı bir ölüm her kula nasip olmayan saadetlerden idi.
Polise haber gitti, polisler, doktorlar geldi. Muayene ederek ölenin kalp sektesinden gittiği rapor verildi. Kim olduğunu anlamak için cesedin ceplerini yokladılar, değerli hiçbir şey ve on para bulamadılar, yalnız bir kâğıt parçası çıktı.
Lokanta sahibi uğradığı zararın kimin tarafından tazmin edileceğini anlamak telaşında çırpınarak şöyle diyordu:
—Canım efendim, bu acaip adam masa başında sekteye uğramayaydı hesabı nasıl ödeyecekti? Merakım bu.
Üzerinde çıkan kâğıtta şu satırlar vardı:
“Hele çok şükür açlıktan ölmedim, kimseye kötü örnek olmak istemem, fakat bu ölümün hoşluğunu nasıl inkâr edeyim? Yıllarca süren bir açlığı böyle tımtıkız ve nefis bir toklukla taçlandırıp ahreti boylamak Amerikalıları bile icat fikrine hayran edecek bir yeniliktir.”
“Haram yemeklerle karın şişirerek öbür dünyaya gitmekteki cezayı düşünen kaba sofular olabilir. Bu önemli husus sual sevap melekleri ile benim aramda görülecek bir davadır. O meleklerin sorgularından önce benim onlardan soracak o kadar ince suallerim var ki cesaret edebilirlerse karşıma çıksınlar. Bu yağma, bu çapul, bu kapan kapana zamanında helal, haram ne kelime? Ben ömrümde bir defa beleşten karın doyurdum. Buna karşı da hayatımı diyet verdim. Bu işin tekrarlanmasına da artık imkân kalmadı. Bütün ömürlerindeki işleri haram yemekten başka bir şey olmayan bu kadar insan var. Onlara bakınız. İşte hep o vicdansızlar helalleri ile kanaat edenlerin rızıklarını çalıyorlar. Doğru hesap edersek benim daha onlardan o kadar çok alacağım çıkar ki hayatımın bu son yemeğine haram demeye utanırlar. Lokanta sahibi ile mutlaka helalleşmek lazımsa ona söyleyiniz beri gelsin. Şu anda gözlerimden maddiyat perdeleri kalktı, berrak billur bir şişe gibi her şeyin içini görüyorum. Patronun kalbini de önüme açılmış bir müzevirlik kitabı gibi aynen okuyorum. Onun şimdiye kadar topladığı paranın guguklarını hep birden ortaya dökeyim mi? Oğullarına biriktirdiği sermayelerin, kızlarına verdiği çeyizlerin, Beyoğlu’ndaki apartmanların nasıl kazanıldıklarını anlatayım mı?”
Bu satırları gittikçe artan bir çarpıntı ile dinleyen ihtiyar lokantacı, bir ikinci sekteye de kendi uğrayacak gibi mosmor kesilerek:
—Artık yetişir, okumayınız. Yedikleri bu adama benden yana kat be kat helal ve hoş olsun. Böyle bir zata haram etmeye nasıl dil varır ki… Yalnız şunu rica ederim ki bu iş gazetecilerin ağzına düşmesin, belki bunu örnek tutacak başka açlar bulunur.


Kaynak: Mehmet Semih, Türk Gülmece Öyküleri Antolojisi, (2. basım), İstanbul: Yön Yayıncılık, 1994.

Hiç yorum yok: