KUDUZ
DÜĞÜNÜ
Ahmet
Naim (ÇILADIR)
Demirci Kasım Usta’nın
oğlunu köpek daladı. Bu iş olurken, Kasım Usta ocakta tavladığı ısmarlama bir
sapan demirine su veriyordu. Dükkânın önünde kısa bir dalaşmadan sonra oğlunun
acı acı bağırdığını duyunca, sapan demirini bir yana, çekiçle kıskacı bir yana
fırlatıp, kapıdan uğradı.
Çocuk, üstü başı çamur
içinde, babasına doğru koşuyor, eliyle de yarım elifiye biçimi pantolonunun
parçalanmış paçasını gösteriyordu. Beş on adım ötede, başı yerde,
kuyruğu sopa gibi dimdik havaya dikilmiş bir köpek kaçıyor, ellerinde taşlar
ve değneklerle bir yığın adam da köpeği kovalıyordu.
Kasım Usta çocuğun küçücük
elini iri, nasırlı avuçları arasına aldı, sonra koltuk altlarından tutarak
dükkânın içine soktu. Korkusu geçsin diye, demirlere su verdiği fıçıdaki
bulanık sudan bir iki yudum içirdi.
Çıraklar, çocuğun
parçalanmış olan paçasını sıvamışlar, köpeğin daladığı yara yerini meydana
çıkarmışlardı. Kasım Usta:
- Ben bu köpeğin hâlini hiç
beğenmedim, çocuklar! diyordu. Sakın kuduz olmasın?
Çırağın biri:
- Başı yere bakıyordu, dedi.
- Kuyruğu
sopa gibi dimdikti... diye ekledi.
- İçime kurt düştü bir kere.
Kuduzdu, değildi. Biz tedbirde kusur etmeyelim.
Kalktı, körüğün üzerinde
duran simsiyah bir sicim çilesini aldı ve çocuğun tam diz kapağı hizasından
baldırını morartıncaya kadar boğdu. Bu işi bitirince çıraklarına çocuğu
göstererek.
- Kavrayın bakalım şunu!
dedi. Biriniz bir yanından, biriniz de öbür yanından... mengene gibi kavramalı
ha, karışmam!
İki iri kıyım delikanlı,
çocuğu kıskıvrak yakaladılar. Kasım Usta sustalısını çıkardı, sustalıyı gören
çocuk çığlığı bastı. Kasım Usta oralı bile değildi. Çocuğun yaralı bacağını bir
odun parçasıymış gibi yakaladı ve tam köpeğin dişlediği yerin üstünden, sanki
çetele kertiyormuş gibi, bir alttan, bir üstten, sustalıyı bastı. Yaradan
fışkıran kanın toprakta meydana getirdiği birikintiye çakının kopardığı küçük
bir et parçası düşmüştü. Kasım Usta bir hamlede ocak başına seğirtti ve tavlı
ocağa sokulu çubuk demirlerden birini kaptı. Kızıllıktan çıkarak beyaza yakın
bir kor parçası hâline gelen çubuğu yaraya yaklaştırdığı zaman iki çırak
gözlerini yummuşlardı. Bir anda yükselen, sonra yükseldiği gibi yine bir anda
sönen acı bir çığlık arasında kısa bir cızırtı duyuldu. Yaradan sarı, mavi ve
yeşil karışımı bir duman çıktı, yanık etin pis kokusu dükkânı doldurdu. Çocuk
bayılmıştı.
Usta, baygın çocuğu
çıraklardan birinin sırtında eve gönderirken, dükkândan içeri Kaşıkçıoğlu Rasim
Ağa girdi. Çırağın sırtında eve doğru yollanan çocuğun arkasından bir an
baktıktan sonra:
- Sana da, bana da geçmiş
olsun, dedi. Haber aldın mı? Bizim çocuğu da köpek daladı!
Kasım Usta:
- Ya! dedi. Geçmiş olsun
Ağa!
- Eyvallah Usta. Bizim
uşaklar köpeği gebertmişler, ayağına ip takıp sürükleyerek getirmişler. “Ağa bu
köpek kuduza benziyordu...” diye yüreğime kurt soktular. Sen ne yaptın ki?
Kasım Usta:
- Köpeğin dişlediği yeri
çakıyla oydum, dedi. Sonra da oyulan yeri kızgın demirle dağladım.
Kaşıkçıoğlu gözlerini
yummuştu. Sanki kızgın demir kendi etini dağlıyormuş gibi:
- Anacuğum, ışş!.. diye
inledi ve arkasından:
- Vay canavar herif vay!
diye bağırdı. Çocuğun ayağını kesip budarken, yakıp dağlarken elin de mi
titremedi?
Kasım Usta, ağzını açıp tek
söylemeye fırsat bulamadan Kaşıkçıoğlu yeniden gürledi:
- Bacak kadar masuma yazık
değil mi be! Kuduz daladıysa, palgurtlatırdın olup biterdi. Kuduz düğününe
harcayacak palgurtçuya verecek üç beş kuruşa kıyamadıysan biz verirdik.
Kasabanın eşrafı daha ölmedi. İşte, benim çocuğu da köpek daladı. Ona
yapacağımız kuduz düğününde seninki de aradan çıkardı.
Kasım Usta:
- Vallahi Ağa, dedi, ben
demirciyim. Devaların en iyisinin ateş olduğuna ve ateşin her şeyi
temizlediğine inanırım. Kuduzdan şüphelendim. Aklımın erdiği kadarını yaptım.
Sen ne dilersen öyle yap. Yap ama, beni dinlersen gel çocuğu İstanbul’a elet.
Benim param olsa, tövbeler olsun daha durmazdım.
Kaşıkçıoğlu güldü:
-Dedemizin zamanında her
köpek ısıranı İstanbul’a göndermezlerdi. Ne de senin gibi kesip dağlarlardı.
Hiç kimse de kudurmazdı.
Kasım Usta, biraz önce bir
köşeye savurduğu sapan demirini ocağa yerleştirirken omuzlarını kaldırıp:
- Sen bilirsin Ağam, dedi.
Malum ya... sen bilirsin deyince, kavga gürültü olmaz derler.
Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa’nın
oğluna üç günden beri kuduz düğünü yapılıyordu. Gece, harman yerinde meşaleler
yanmıştı. Sırayla değişen davulcular ve çifteciler, davullarını gümbürdeterek,
çiftelerini dolu nefes üfleyerek ortalığı inletiyorlardı. Kalabalık ortasında,
küçük Kaşıkçıoğlu’nun elinden iki kişi tutmuş, sürüklercesine gezdiriyorlardı.
Kuduz düğününün dehşetli gürültüsüyle üç günden beri uyutulmayan çocuğun
gözleri kan çanağına dönmüştü. Kafası önüne sarkıyor, yürürken, baskın bir
sarhoş gibi ayakları birbirine dolanıyordu. Ara sıra, elinden tutanlara
yalvarması vardı:
- Bırakın beni uyuyayım, ama
kudurup ölecekmişim, varayım öleyim! Üç günden beri uykusuzluk canıma yetti.
Biraz daha bırakmazsanız elinizde öleceğim!
Ama ona; “Sabır!”
diyorlardı. “Sabır! Bu akşam palgurtlanacaksın.”
Palgurt yapılıncaya kadar
uykusuzluğa sabrettin mi, dalayan köpek, kuyruğunun başından dişinin ucuna
kadar kuduz olsa zararı dokunmazdı artık.
Harman yerinde alev alev
yanan meşalelerin döktüğü kızıl ışık altında davullar gümbürdüyor, dolu ciğer
üflenen çifteler yankılanıyor, beri yanda palgurtçu İlyas Dayı hazırlıklarını
tamamlamaya çalışıyordu.
Kuduz köpeğin leşi yerde
yatmaktaydı. Bu leşe paralel olarak bir ateş yakılmıştı. İlyas Dayı, yakındaki
ağaçlardan birinden kestiği ince bir çubuğun yapraklarını yontup temizledikten
sonra, çocuğu getirmelerini işaret etti.
Küçük Kaşıkçıoğlu günlerden
beri uykusuzluğun verdiği bitkinlikle yaklaştı. İlyas Dayı çocuğun omuzlarını
sıvazladı, yapacağı iş üzerinde gereken şeyleri söyledi. Ve köpek leşiyle ona
paralel olarak yakılan ateşin arasında yer aldı, bacaklarını açtı, sopasını
hazırlayıp bekledi.
Şimdi çifteler daha zorlu
üfleniyor, davullar daha zorlu tokmaklanıyordu. Meşalelerin dil dil uzayan
kızıl ışıkları bu sahneyi çepeçevre aydınlatıyordu. Küçük Kaşıkçıoğlu
ellerinden tutanların yardımıyla önce köpek leşinin üzerinden, leşi tekmeleyerek
geçti. Geçerken de Dayı’nın elindeki çubuk kıçına indi. Ve yine İlyas Dayının “Atla!”
komutasıyla ateşin alevleri arasından sıçradı.
Bu hareket tam kırk defa
tekrarlandı. Şu farkla ki, her geçişte kıçına inen sopa sayısı geçiş sayısına
göre artıyor ve ateşten atlama komutası her on geçişte bir tekrarlanıyordu.
Sayı kırkı bulunca, kuduz
köpek leşinin kuyruğundan, belinin ortasından, kulaklarının arkasından birer
tutam tüy yolundu. Bu tüyler ateşe atıldı ve çıkan dumanın üzerine küçük
Kaşıkçıoğlu baş aşağı tutularak tütsülendi.
Bundan sonra palgurtçu İlyas
Dayı çocuğu anadan doğma soydu. Üzerinden çıkan elbise ve çamaşırları orada
hazır açılmış olan bir çukura gömdü. Sonra cebinden çıkardığı bir kibrit kutusu
içindeki üç tane kunduz böceğini canlı olarak çocuğa yutturduktan sonra
omuzlarını sıvazladı:
- Haydi artık, piripâk!
dedi.
Çocuk kusarak uzaklaşıyordu.
Palgurtçu İlyas Dayı da çevresini alanlara çocuğun çamaşırlarını gömdüğü çukuru
göstererek:
- Kırk gün sonra bu çukuru
açalım, göreceğiz ki, çamaşırlar kudurmuş ter ter tepiniyor, diye bilgi
veriyordu.
Ama, çamaşırlar kudurmadı.
Kırk güne varmadan küçük Kaşıkçıoğlu kudurdu.
Bir sabah yağmur yağmıştı.
Evlerinin avlusunda arkadaşlarıyla oynayan küçük Kaşıkçıoğlu yağmur damlaları
dökülmeye başlayınca birdenbire oyunu bıraktı. Yüzü sararmış, bakışları garip,
koşa koşa eve girdi, boş odalardan birisine saklandı, pencerelerdeki perdeleri
sımsıkı kapadı. Bu da yetmiyormuş gibi, odadaki yüklüğün içerisine girdi ve
kapaklarını üstüne çekti. Akşam, yemek vakti onu araya taraya yüklükte bir
yorgana sımsıkı bürünmüş, yüzükoyun yatar buldular. Küçük Kaşıkçıoğlu, o gece
yemek yemedi. Hele suyu, uzaktan bardakta bile görmeye dayanamıyordu.
Ertesi gün, öğle yemeği
vakti, çocuğu yine yüklükte, katlanmış bir yatağın arasında büzülmüş buldular.
Yüklüğün kapağını açtıkları zaman, çocuk:
- Kapayın, rüzgâr geliyor!
Allah aşkınıza kapayın rüzgâr gelmesin! diye yalvarıyordu.
O gün, küçük Kaşıkçıoğlu’nu
yüklükten çıkarmak mümkün olmadı. Ne yalvarmak, ne zor kullanmak para etmedi.
Çocuk üstüne gelenlere kanlı gözlerini çevirerek:
— Bırakın beni, bırakın
beni, ısırırım. Bırakın gelmeyin, vallahi hepinizi ısırırım! diye bağırıyordu.
Hastalığın üçüncü günü küçük
Kaşıkçıoğlu artık yüklükte de duramaz oldu. Elleriyle yüklüğü de eşelemek, daha
derinlere, daha karanlıklara inmek istiyordu. Bir süre tilki bayılması gibi
dalgın yatıyor, sonra ağzından köpükler saçarak kendisini yerden yere
vuruyordu. Bu bunalımlar geçtikten sonra kısa bir süre aklı başına gelip:
- Beni saklayın! beni sarın,
yorgana sarın! diye yalvarmaya başlıyordu.
Ama, annesi de içinde olmak
üzere, artık küçüğe yaklaşan yoktu.
Hastalığın dördüncü günü,
Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa, Kasım Usta’nın dükkânına gitti.
- Kasım Usta, dedi. Oğlan
fena... senin dağlamanın şimdi faydası olur mu dersin?..
Kasım Usta, örse inen
çekicini yavaşlatıp:
- Çok geç kaldın, dedi. Ben,
dağlamaya da kanmadım, karının boynundaki tek beşliyi bozdum, gönderdim
onları...
Rasim Ağa, ustadan ayrılınca
palgurtçu İlyas Dayı’yı buldurdu. Ama İlyas Dayı:
- Bende ne kabahat var?
diyordu. O gece yedirdiğim kunduz böceklerini kusup çıkarmış...
Rasim Ağa eli böğründe:
- Bir çare?.. diye yalvaran
gözlerle İlyas Dayı’ya bakıyordu.
İlyas Dayı içini çekti:
- Çare, dedi, sizin de onun
da çabuk kurtulması için bir çare var... Üzerine su eleyin.
Rasim Ağa, gözleri umut
dolu, palgurtçunun ağzından çıkacak tek harfi bile kaçırmamak için bütün vücudu
kulak kesilmiş dinliyordu. Palgurtçu, öğüdünün etkisine inanmış bir adamın
güçlü sesiyle ekledi:
- Çabuk ölür!
Hastalığın haftasında,
gözleri kanlı, ağzından salyalar saçarak kendi yumruklarını yemeye başlayan
çocuğu, bağlayarak dama attılar. Çocuğun tiz feryatları, ulumaları evdekileri
ıstırap içinde kıvrandırıyor, delirtiyordu.
En sonunda, dayanmaları
tükendi, palgurtçunun öğüdünü yerine getirmeye karar verdiler. Nasıl olsa
ölecekti, değilse bu kadar acı çekmezdi. Ama, ne evdekiler, ne komşulardan hiç
kimse bu acıklı görevi üzerine almadı. Çaresiz, Rasim Ağa bir kovaya su
doldurdu, eline bir kalbur aldı ve damın üstündeki odaya çıktı. Odanın tahta
kirişleri hayli aralıktı ya, çocuğun bağlı bulunduğu yere suyu eleyebilmek
için, Rasim Ağa tahtalardan birini daha kopardı, maşrapa ile aldığı suyu
kalburun üzerine dökerek hastanın üzerine elemeye başladı.
Kalburdan tıpkı bir duştan
damlar gibi serpilen su, aşağıdaki hastanın üzerine döküldükçe, kuduz büsbütün
kuduruyor, ağzından köpükler saçarak bağının elverdiği kadar, çevik bir kaplan
gibi, tavana doğru atılıyordu.
O gece, hastanın
ulumalarından evde kimse yatamadı.
Ertesi gün, Rasim Ağa, yine
elinde kalbur, adımları geri geri giderek damın üstündeki odaya çıktı.
Boşluktan aşağıya baktı. Hasta, sakin, bir köşede yatıyordu.
- Oğlum! diye seslendi.
Ses alamadı. Bir an ölmüş
olduğunu sandı, yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. Kovaya maşrapayı daldırarak
doldurdu ve hastanın üzerine serpti. Hasta, şimşek gibi yerinden fırladı. Yine
bağının elverdiği kadar tavana atıldı, düştü, atıldı, düştü. Sonra, çenesinden
irin gibi salyalar akıtarak kollarını kemirmeye başladı.
Rasim Ağa, gördüğü
manzaranın dehşetine dayanamadı; başı döndü, gözleri karardı ve önüne çömeldiği
tahta boşluktan aşağı yuvarlandı.
Küçük Kaşıkçıoğlu, ayağının
dibine yuvarlanan babasının üstüne atıldı, aralarından salya sızan dişleriyle,
ellerini, yanaklarını, burnunu kemirmeye başladı.
Ne ki, Rasim Ağa’da en ufak
bir kıpırtı bile yoktu. Daha damdan düşmeden önce kalbi durmuştu.
Yazarın
“Kuduz Düğünü” adlı kitabından
Mehmet Seyda, Cumhuriyet Öncesi Yazarlarından Çocuklara
Hikâyeler, (2.b.), İstanbul: Milliyet Yayınları, 1976, s.166-182.
2 yorum:
Premium Betting Tips & Tipster Guide | The Tioga Springs
If titanium build you're new titanium wedding band sets to sports titanium tv apk betting, you have probably heard of this guy who offers a $300 revlon titanium max edition bonus in no-deposit bets, nano titanium by babyliss pro
cheap sex toys,cheap sex toys,dildos,sex toys
Yorum Gönder