8 Aralık 2015 Salı

Horoz Ömer


HOROZ ÖMER

Reşat Enis AYGEN



            Anası onu yaz tatillerinde tramvay deposu yanındaki esnaf kahvesine çırak verirdi. Tatsız tarafları vardı bu işin... Meselâ, müşterilerin çoğu “Ulan veled!” diye çağırırdı. Hele bazıları, çayları, kahveleri biraz gecikse ocakçının suçunu onun çelimsiz omuzlarına yükler, tersleyip küfür ederdi: “Veledizina!” Bütün kahvede bir kahkahadır kopardı. Gelsin Veledizina, gitsin Veledizina. Çocuk değildi artık... İlkokulun beşinde okuyordu. (Ama, düttürü pantalonunun örtemediği kuru bacaklariyle, sıska vücudiyle onun beşte okuduğuna, on iki yaşını sürdüğüne kim inanırdı?) Veledizinanın ne demek olduğunu öğretmen Hafize Hanım öğretmemişti, fakat biliyordu. Anası duysa kıyametleri koparır, şu kahvenin camını, çerçevesini indirirdi vallahi... Direk gibi babası, at arabasına yüklemek için bir apartımanın dördüncü katından “gaydırop” indirirken tepetaklak olup kafasını duvarlara çarparak mort limanına teslim bayrağını çekeli iki sene ya doldu, ya dolmadı.

            Kahveci de ters bir herifti haniya... Öğretmen Hafize Hanım bir gün onlara dünyanın yuvarlaklığını, fırıl fırıl döndüğünü anlatmış, insanların gökyüzüne uçmadıklarını izah için de bir misal vermişti: Kahveciler bazan, üzerinde su dolu bardaklar, kahve fincanlariyle askılarını fır döndürürlermiş de ne suyun, ne kahvenin damlası dökülürmüş!

            Horoz Ömer bu deneyi bir gün yapmağa kalkıştı. Bittabi yüzüne gözüne bulaştırdı. Bardaklar tabaklar havada uçtu. Ustasından öylesine bir dayak yedi ki, alimallah şu koskoca dünya gözlerinin önünde fırıl fırıl döndü.

            Ama, tatlı tarafları da vardı bu çıraklığın... Meselâ, tramvay deposunun duvarı dibindeki seyyar mangalında palamut, uskumru kızartan balıkçı, öğle üzerleri yarım ekmekle palamutlarından birini gövdesine indirdi mi, balığın zehirini öldürmek isterdi:

            -Ulan veled, okkalı bir kahve!

            Ömer hemen seğirtirdi. Cömerd adamdı balıkçı... Kızarmış palamutlardan ince bir dilim seçer, bir dilim ekmekle ona sunardı.

            Sonra, tramvay deposunun mutfağı da hemen karşılarındaydı. Günün bazı saatlerinde mis gibi bir yahni kokusu Horoz Ömer’in burnunu, ciğerlerini doldurur, yemekten sonra kahve içmeğe gelen vatmanlar, biletçiler onu imrendirirdi.

            Ömer, Hafize Hoca’dan öğrenemediklerini (yani hayatı, dünyayı, insanları ve iyiliği, kötülüğü) bu kahveden öğrendi.

            Palabıyıklı, iriyarı bir bekçi vardı ki, ömürdü vesselâm... Kara bıyıkları kulak memelerine varırdı. Pek genç sayılmazdı ama, bıyıkları kurum gibi karaydı: Berbere gittiği zaman kesenin ağzını açar, habire kozmatik sürdürürdü. O, bütün heybetinin, kuvvetinin bıyıklarından doğduğuna inanırdı. Kudretini saçlarında vehmeden Samson gibi... Bir gün bıyıklarını kaybedecek olursa bekçilik yapamayacağından korkardı.

            Bekçi Murtaza kadınlara bayılırdı. Önünden tombul tombul, bıngıl bıngıl bir hatun geçmiye görsün! Gözleri mahmurlaşır, kara bıyıklarını burmaktan parmakları simsiyah kesilirdi. Ona takılırlardı kahvedekiler:

            -Hah şöyle, Murtaza... İnsana alış be kuzum, insana alış!

            Horoz Ömer hikâyeyi biliyordu: Vaktiyle astığı astık, kestiği kestik bir adam, bir çergiye düşmüş top gibi... Çeribaşıyı yakalamış: “İllâ bana bir dişi ayı bulacaksın!” diye dayatmış.

            -Aman ağam! Etme ağam, eyleme ağam!

            -Suuuss! Bulmazsan seni asarım, keserim, biçerim!

            Çeribaşı dağ, bayır dolaşmış. Yok! Yok vesselam... Ağanın kurşunlariyle delik deşik edileceğini bile bile, çergiye dönmüş. Bir de ne görsün? Ağa hazretleri genç, güzel karıciğiyle oynaşmıyor mu? Adamcağız geniş bir soluk salıvermiş:

            -Hah şöyleee! İnsana alış be ağam, insana alış!

            Bekçi Murtaza, memleketinde bir halt edip dağa kaçmış fi tarihinde... Bir mağarada gizleniyormuş. Zifiri karanlık bir gece -gök gürültülerinin top gibi patladığı, şimşekli, yıldırımlı bir gece- gözlerini açmış ki, yanıbaşında bir dişi mahlûk! Gerisini siz düşünüverin! Dağ başında, günlerce kadına duyulan hasret... Fakat, sabahın ilk aydınlıklarında ne görsün? Bu dişi mahlûk bir ayı değil mi?

            Ömer’in ustası anlatırdı: Bir gün sabaha karşı, bekçi Murtaza’yı Aksaray parkında çırılçıplak görmüşler. Parkın bahçıvanı, yeşillikleri sulamayı bırakmış, elindeki hortumu Murtaza’nın üzerine sıkarmış habire...

            -Bu ne hal Murtaza Efendi!

            -Ben Müslüman adamım, demiş; başımıza bir kaza geldi. Gece vakti hamam bulamadık. Mahalleyi cenabet bekliyemezdik ya!

            “Keyif kahvesi” müşterileri arasında bir adam vardı ki, Horoz Ömer onu gördükçe fıkır fıkır gülerdi: Boynunda kolalı dik yakası, papyon kıravatı, eski redingotu ile, yarım asır önce Febüs fotoğrafhanesinde çektirilmiş bir kartpostaldan fırlamışa benzerdi bu adam... Ne suratı ustura, ne de kafası berber makası görürdü sanki... Kahvede saatlerce oturur, tek kelime konuşmaz, arpacıkumrusu gibi düşünürdü.

            Horoz Ömer, işi biter bitmez -ki yatsı vakti evine dönecekti; ustasiyle anasının pazarlığı böyleydi- soluğu Yenikapı sahillerinde alırdı. Bir lâğım borusunun yanında arkadaşları gibi o da çırılçıplak soyunurdu ve haydi cup denize!

İlk zamanlar, sahilden on metre uzaktaki kayaya nefes nefese yüzerdi. Sonraları, üçüncü kayaya -yani yirmi metreye kadar- tıkanmadan açılabildi.

            Anası denize girmesine razı değildi. Geciktiği akşamlar elindeki petrol lambasını suratına doğru uzatır, uzun uzun gözlerinin içini dikizlerdi:

            -Doğru söyle lan! Denize girdin değil mi?

            -Girmedim!

            -Soyun bakayım...

            Ömer çırılçıplak soyununca sırtını, göğsünü yalardı.

            -Yalancı, pis köpek! Denize girmişsin. Yut[t]uramazsın bana!

            Mahallelerinde Kâtib Salih Efendiler oturuyordu. Kâtib Salih’in oğlu Pertevniyal lisesinde öğrenciydi. Ömer bir gün ona anasının kerâmetini anlattı.

            -Kocakarı denize girdiğimi nasıl anlıyor, şaşıyorum abi... dedi.

            Kâtib Salih’in oğlu kahkahayla güldü:

            -Ben de seni akıllı sanırdım, Horoz Ömer!

            -Anan ne yapıyor da anlıyor dedin?

            -Sırtımı yalıyor.

            -Denizde hiç su yutmadın mı yüzerken?

            -Çooook!

            -Tatlı mıydı lan?

            -Zehir gibi tuzlu!

            Horoz Ömer’in kafasına o zaman dank etti. Şimdi ikisi birden gülüyordu. Ama, Ömer’in gülüşü pek içten değildi. Enayiliğine adamakıllı içerlemişti.

            Artık denizden dönerken, terkosun altına çırılçıplak yatıyor, vücudundaki tuzu akıtıyordu.

            -Gene denizde miydin lan?

            -Değildim, anacığım.

            -Yalan!

            -Ekmek kör etsin ki...

            -Soyun kâfir...

            Anası onu şimdi biraz daha mufassal yalıyor, bir şey anlayamayınca çileden çıkıyordu.

            -Denize girmemişsin, ama gülüyorsun!

            -Sen yalarken gıdıklanıyorum da ondan, anacığım!

            Horoz Ömer, bir akşam denizden çıktığı zaman, elbiselerini bulamadı. Çalmışlardı. Bir kaya dibinde tir tir titreyerek gece yarısını etti. Uzunyusuf’taki evlerine sabaha karşı döndü. Anasını uyandırmaktan korkarak pencereden içeri girdi. Hakkuran kafesi gibi bir yerdi bu ev zaten... Gecenin ayazı, rutubeti kırık camlardan taşlığa doluyordu.

            Üzerine bir örtü bite bulamadan uyuyakalan küçük Ömer şifayı kaptı ve kurtulamadı.

            Binnaz Hanım, ne zaman denizi görse, küçük Ömer’ini, onun tuzlu sırtını hatırlar ve burnunun direği sızım sızım sızlar.

            Kaynak: Falaka, Ömer Seyfettin, Bir Milyon Çocuk Kitabı, Ankara Belediyesi, 1979, s. 53-62.

2 Aralık 2015 Çarşamba

İMRENİLECEK BİR ÖLÜM
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR



Eskiden beri yüksek yaşama sofraları ile orta hâlli ve daha aşağı halkın yemekleri arasında çeşitçe büyük ayrılıklar olmakla birlikte fakirler de et, tatlı, meyve yemek fırsatlarından bütün bütün yoksun değillerdi. Fakat şimdi yaşama ölçüsünün dereceleri altüst oldu. Tabakaların soyluluk sıraları bozuldu. Şimdi genel yaşamada bolluk ve yoksulluklarına göre sınıflara birer değer belirtmek gerekirse kime zengin, kime fakir diyeceğimizi şaşıracağız. Günde ancak iki lira alan kalem mümeyyizi ile, yedi sekiz yüz kuruş kazanan bir hamalın geçimleri kıyaslanırsa meslekçe aşağıda olanların kazançça yükseldikleri görülüyor ki bu, sosyal dengenin büyük bir karışıklığıdır. Kazançlarda orantısız bir ayrılık var ve sonra hamalın ipi ile semerinden başka sırtında bir derdi, kendi boğazından başka bir doyuracağı yoktur. Zavallı mümeyyiz beyin başında ev kirasından evlat okumasına kadar günde iki lira gelirle ödenmesine hiçbir mucize düşünülemeyen bir aile yükü var. Şimdi bunların hangisi hakiki hamal, hangisi beyefendi? Zavallının kalemi kadar vücudunda da kuvvet olsa hısım ve akrabasının söylemelerinden çekinmese, mümeyyizliğin şerefini hamallığın bayağılığına çoktan üstün bulacak, ar değil kâr yılları işte bu yıllardır diyecek ama ne yapsın?
İşte Nasıh Bey derin sosyal felsefelerden sonra şimdi bu adi fikir kıyılarına düşmüş, zavallı acılı başını taştan taşa vuruyordu. Her dakika altında ezildiği geçim yükünün bezdirici fakat görünmez ağırlığına göre hamalın taşıdığı yükün zahmeti hiçbir şey demekti.
Harpten önce Nasıh Bey pek iyi yer içerdi. Fakat birçoklarına umulmaz, inanılmaz büyük gelir sağlayan bu uğursuz savaş kendi geçim kaynaklarını hemen bütün bütün kuruttu, elde avuçta bir şey kalmadı. Geçimlerini en dar ve en elemli dereceye indirdi. Nasıh Bey İstanbul’un hatırı sayılır oburlarından ve daha okuldayken arkadaşları arasında açılan iddia üzerine kırk beş kâse onluk (on paralık) aşure yemekle partiyi kazanan mide kahramanlarındandı.
Kaleme çırak olduktan sonra bu oburluk şöhreti artmıştı. Çarşı kapısındaki ince ve kaymaklı baklavadan bir buçuk tepsiyi içine sindirerek seyircilerini hayrete düşürmüştü. Bir Hünkârsuyu ziyafetinde birbiri üstüne midesine on beş patlıcan dolması indirerek etrafındakilerin alkışlarına boğuldu, fakat bu sefer hazımsızlıktan bir hafta yatmıştı. Hey gidi vakitler hey... Şimdi bu geçmiş zamanın anılarıyla uğraşıyordu.
Nasıh, boyca orta, fakat ence hürmetliydi. Geniş omuz, kalın pazı ve baldırları, bekçi davulu şişliğindeki karnı ile bazı meyhanelerde görülen Baküs resimlerine benzerdi. Fakat savaş kıtlığı ilkin onun kırmızı rengini soldurdu. Sonra koca vücudunu eritti, eritti; zavallıyı tanınmaz bir hâle getirdi. Öteberi yiyecekle doymadığından bir zaman kendini iaşe ekmeği ile bulgur pilavına verdi. Bağırsak yangılarına, nefes darlığına uğradı. Şiddetli sancılar çekti. Hele bir gece az kalsın tıkanıyordu. Arada bir ayakları şişiyor, koluna ağrılar giriyordu. Elinin parmak uçları karıncalanıyordu. Bu işaretlere hiç aldırmadı. Ama bir baş dönmesine tutuldu.
Sokakta giderken ansızın kendini kaybederek düşüyor, beti benzi uçuyor, tıkanma geliyordu. Sonunda hekime gitmek zorunda kaldı. İyice bir muayeneden sonra doktor ona sindirimi ağır şeyler yemekten, mide doldurmaktan, sokakta hızlı yürümekten, yokuş çıkmaktan, çarpıntı veren şeylerden kesinlikle sakınmayı tavsiye etti ama evde midesi, bağırsakları, kalbi bozuk olan kendi değildi. Yaşça aralarında çok fark olmayan eşi de sıhhatçe aynı hâlde gibiydi. Kızı, torunları hep hasta, hep bakıma, besleyici şeyler yemeye muhtaçtılar. İaşe ekmeği, bulgur pilavı, yağsız, etsiz taş gibi yemekler bütün aile insanlarının sağlıklarını berbat etmiş, kanlarını bozmuş, vücutlarını bitirmişti. Büyük küçük hepsi hazımsızlıktan, gıdasızlıktan bitik bir hâlde iken kendisi yalnız kendini düşünerek beyaz etler, boyunlar, sütler, yoğurtlar, taze yumurtalar, tatlılar, meyveler, francalarla nasıl beslenebilirdi? Ya hep birden aynı şeyleri yiyecek veya hep birden öleceklerdi. İçlerinden biri ziyade hastalandığı zaman onu marazın istediği gibi iyi beslemek için gösterilecek dikkat ancak üç gün sürebilirdi.
Açlıktan ölmek... İşte Nasıh Bey’in uykularını kaçıran meraklı gözü önünde korkunç, simsiyah mezarlar kazan bir söz... Bu korkunç sözün kara uğursuzluğundan kaçmak için o her şeyi göze aldırmaya razı idi! Her şeye, her şeye... Tek açlıktan ölmesin. Her musibet, her fenalık açlıktan ölmenin yanında büyük bir felaket değildi. Ölüm herkes için vardı.
Nasıh Bey bu kadere hâşâ karşı gelmiyor, ölümden korkmuyordu. Onun titrediği şey açlıktı, işte onun getirdiği işkenceli ölümü istemiyordu.
Savaşın en alevli bir devrinde benizleri kükürt sarısı kesilmiş, gözlerinin karaları kaymış, salyaları akarak açlıktan ölüm kıvranmaları içinde İstanbul sokaklarında kaldırım üzerinde can verenleri çok görmüştü. Böyle korkunç bir sonla karşılaşmaktan pek korkmuş ve hâlâ korkuyordu. Adeta bu acıyla merak getirdi.
İstanbul’un eski, sefil köpekleri gibi ayak altında çiğnenerek, can çekişme hırıltıları otomobil homurtularına karışan ölenlerden başka evlerinde aynı acıdan dünyalarını değiştiren zavallıların hesaplarının sayısı yoktu.
O, sokakta ara sıra veremin son ümitsiz devresine gelmiş bir solgunluk ve süzgünlükle bir deri bir kemik kalmış adım atacak hâli yok tanıdığa rast geliyor, birkaç gün sonra bu zavallının ölümü duyuluyordu. Açlıktan ölmemek için türlü türlü çareler düşünürdü. Fakat ne kadar düşünse dünyanın en büyük iktisatçılarını aciz bırakan bu meselenin içinden çıkılacak bir tarafını bulamıyor, yiyecek yoksulluğu her gün daha ziyade tehdidini artırıyordu.
Börekler, kebaplar, tatlılar, kaymaklılara, tavuklara, balıklara veda edeli epey olmuştu. Bir gün Bahçekapı’dan geçerken lokanta vitrinlerinin önünde durup durup mosturadaki yemekleri seyre daldı.
Ağızlarda yeşillik kuzu başları, yumuşak filetolar, büyük kayık tabaklara uzatılmış süzgün bakışlı, pembe tenli barbunyalar, etli kalkan parçaları, piliç kızartmaları, yalancı dolmalar, kaymaklı baklavalar, elma, kayısı kompostoları, bağrı yanık sütlaçlar, salatalar, çeşitli meyveler…
Nasıh Bey ağzını sulandırarak bu küçük yemek sergilerine baktı durdu. Boş midesi iştahtan bütün salgılarını koyuverdi. Düşmemek için tutunacak bir yer aradı. Midesinden kabaran iştah zehirli bir yel gibi vücuduna yayıldı. Topuklarından beynine kadar her tarafını korkunç bir karamsarlık kapladı. Zenginlere, toklara karşı yüreğinden büyük bir nefret, bir kin parladı.
Savaş kıtlığı kimler içindi? Memlekette açlıktan ölenlerin beri tarafında tokluktan hazımsızlığa uğrayanlar vardı. Ağızları sulanarak, canları çekerek, içleri titreyerek, gözleri dönerek bu vitrinlerin önünden geçecek parasızların acılarını hiç düşünmeden yemeklerini böyle sergilemek ne büyük insafsızlıktı. Yerden bir taş alıp bu vitrinleri kırmak o süslü mosturaların üzerine çamur, pislik atmak istedi. Fakat bu hiddeti, bu saldırışı neye yarayacaktı? Deli zannederek kendini tevkif edecekler, o, merkezden merkeze posta edilirken yine bu lokantaların müşterileri bütün iştahlarının zevki ile, lezzetiyle karın doyurup gideceklerdi. Öfkesini yenmeye uğraşarak yine yemeklerin iyiliğini seyre daldı. Bunlardan oburca yiyebilmek için kim bilir kaç lira gerekliydi? Üzerinde ancak elli altmış kuruş kadar bir para vardı. Lokantadan dişlerini kürdanla karıştırarak bir iki kişi çıktı. Yüzlerinden sağlık, yaşamalarının sevinci akıyordu. Onlar doyuncaya kadar yemişlerdi. Şimdi toklara yaraşan birer neşe ile işlerine gidiyorlardı. Kendi yememeye mahkûmdu. Niçin talih insanları böyle aç ve tok olarak ikiye ayırıyor ve bu haksızlığa da ‘kader’ deniliyordu. Bu yoksulluk yine beynini sızlattı.
O sırada iki dilenci çocuğu geldi, salyalarını dudaklarından aşağı iplik gibi akıtarak baygın gözlerini yemeklere diktiler. Biri kirli parmağıyla mayonezli levrek tabağını göstererek:
—Ahmet kim bilir bunu yemesi ne kadar tatlıdır? dedi.
Öteki birbiri arkasına birkaç defa yutkunduktan sonra cevap verdi:
—Cama bir yumruk vursam da bundan bir avuç kopararak kaçsam... Tadı nasıl olduğunu anlardık...
O aralık Nasıh’ın kalbinden fukaralık ve sefalete karşı da şiddetli bir nefret kaynadı. Yumruğunu sıka sıka çocukların üzerine saldırarak:
—Ulan piçler, dölünü fışkıya bırakan hayvanlar gibi sizi böyle sefalet tarlasına eken anaya babaya nalet... Siz böyle yemeklerden tatmadan gebereceksiniz. Sizi yaratan böyle buyurdu. Haydi gidiniz pazar yerlerinde, köpeklerle beraber döküntü, söprüntü yiyiniz. Niçin kısmetiniz üstüne çıkmak istiyorsunuz, yumurcaklar? Hele, bu haramlardan bir parmak tadınız da bakınız, sizi, döve döve yediğinizi kustururlar. Niçin bir bulgurcudan doğmadınız eşekoğlu eşekler, diye payladı.
Küçük dilenciler Nasıh’ı deli sanarak ürkmüş birer surat ile kaçtılar.
Sefil çocuklar korkmuş gözleriyle arkalarına kaçarken Nasıh onlara kaldırmış olduğu yumruğunu kendi başına indirerek:
—Sanki benim bunlardan büyük bir farkım mı var? Onlar da aç ben de… Onlar mayonezli levreğin tadını hiç bilmiyorlar, kaç zamandır ben de unuttum gitti. Gözleri yemeklerde fikri bu acı açlık meselesinin karşılığı içinde boğularak düşündü, düşündü. Savaşa, yaşamaya, ölüme, paraya, sefalete her şeye lanet etti. Kendisi açlık ölümünden korkuyordu. Daha bütün bütün de aç kalmış değildi. Fakat öyle lapa ile, sade suya, pırasa ile, o kerpiç iaşe ekmeğiyle ağır ağır Kaşeksi’den ölenin doğrudan doğruya kestirme yolla açlıktan gitmeden farkı ne idi. Birincisi daha acı, daha azaplı bir ölüm değil miydi? Hayır ne surette olursa olsun Nasıh açlıktan ölmek istemiyordu. O, tok ölecekti, o tatlıların, yalancı dolmaların, kuzuların, balıkların, piliçlerin bütün bu saygı değer kesilmişlerin nefasetlerinden tok ölmeye büyük bir coşkunlukla yemin etti.
En zor karar ölmeye razı olabilmekti. Bunu göze aldıktan sonra dünyada insanın yapamayacağı şey kalır mı?
Ağır ağır Yerebatan’daki evinin yolunu tuttu, bastığı yeri fark edemeyecek bir dalgınlıkla yürüyor, kafasındaki meselenin yapılmasındaki zorlukları çözmeye uğraşıyordu. Evine girdi, bir saat kadar odasına kapandı. En temiz elbiselerini giyindi. Heyecanlar içinde bunalarak bir kâğıt yazdı dikkatle cebine koydu, yanına hiç para almadı. Maksadını belli etmeden çoluğu ile çocuğu ile öpüştü. Sokağa çıktı, yine aheste adımlarla Bahçekapı’ya indi. En zengin bir lokantadan içeri girdi. Kuytu bir yer seçti. En güzel yemekleri tıkanıncaya kadar yiyecekti. Bir gün lapa, bulgur pilavının şişkinliğiyle şehit düşmektense bu surette ölümü adeta artistik buluyordu.
Listeyi ezberlercesine bir dikkatle beş altı defa okudu.
Hindi dolmasıyla bir uvertür yaptı. Çeşitli salatalar ısmarlattı, şampanya açtırdı. Buza koydurttu, koyun, kuzu, piliç, balık gibi et nevilerinden hiçbirini bırakmadı. Sade yahut zeytinyağlı sebzelerin hepsini sıraladı. Pilav ve makoronyaya varıncaya kadar liste hanelerinden bir tekini boşlamadı. Son zamanlarda çekilmez bir raddeye gelen hayat acılarından kurtulmak için hekimlerin kendinde var dedikleri kalb illetinden faydalanacaktı. Yiyecek... yiyecek… midesi şişecek, kalbini sıkıştıracak, kazanı patlıyan bir makine gibi hayat birden duracaktı. Fakat yedikçe inanılmaz bir genişleme ile midesi açılıyordu. Eski oburluğu aklına geldi, gençliğinde ne neşeli yerdi. O iddialı oburluklarındaki eğlenceler başka idi. Şimdi ölmek için yiyordu. Artık pişman da olsa bu kararını değiştiremezdi. Çünkü ceplerinde on para bulunmadığından bugün lokantadan sağ olarak rezaletsiz çıkamazdı. Bakalım hangi katil, daha doğrusu kutsal tabak hayatına son çekerek onun yakasını polislerden önce azraile teslim edecekti.
Garsonlar şaşkınlıklar içinde bidüziye yemek taşıyorlardı. Masa üzerinde hesap pusulası kabardıkça kabarıyordu.
Büfenin arkasında müşterilerine soğuk yemekler, tatlılar ayıran patron bu doymaz oburu ara sıra kuşkulu meraklı bakışlarla süzüyordu.
Nasıh Bey, şimdi büyük merakla kendine dikilen bakışların şaşkınlığı altında tatlılara başladı. Ne sütlaç bıraktı, ne pudinga, ne krema... Kaymaklı baklavada karar kıldı. En çok hoşuna o gitmişti. Buna bir türlü doyamıyor, porsiyon porsiyon üstüne getirtiyordu, şişti. Şişti. Yedikçe vücudu lastik torba gibi açıldı. Enine boyuna kabardı. Kendini mandalaşmış sandı. Yıllarca süren uzun bir açlıktan sonra böyle şampanyalarla sulanmış güzel yemeklerle şişmekten bir nevi gurur duydu. Hekimler muayenelerinde ne kadar aldanmışlar. Haniya kalp illeti niçin varlığını belli etmiyordu? Ah bu atılgan fen adamları kim bilir ne kadar zenginleri hastalıkla korkutarak doyunca yiyip içmekten alıkoyuyorlardı. Fakat doktorlar, teşhislerinde aldanmışlarsa kendinde hakikaten kalp hastalığı yoksa, bu yemekler kendini öldürmeyecekse iş rezalete varacaktı. Canı daha yemek istiyor muydu?
Gırtlağına kadar üfüren dolgunluğun baskısı ile, sıkışmış bir sünger gibi bütün vücudundan ter boşalıyor, pek derin bir kuyudan çıkıyor sanılacak bir zorlukla nefes alıp veriyordu. Ufak geyirtiler, hıçkırıklarla yemekler tatlılı ekşili, tuzlu biberli ağzına geliyordu. Artık doyduğunu anladı. Fena tıkanmıştı.
Uyanık iken korkulu rüyaya tutulmuş gibi sıkıntılar geçiriyor büyük bir gevşeme içinde ara sıra kendini kaybedip, yine buluyordu. Doymaz dedikleri kör nefis işte sonunda doymuştu. Bütün çalmalar, hırsızlıklar, cinayetler, her zaman böyle çatlayıncaya kadar tıkınmak için mi yapılıyordu? Her gün acıkmak ve sonra böyle lezzetli yemeklerle tıka basa doymak yaşamak bu muydu? Eğer hayatın zevki her şeyde böyle tokluğa ermekten başka bir şey değilse kaç zamandır şiddetle isteyip durduğu bu doygunluğun şimdi o kadar gürültüsü, didinmeleri, boğuşmaları, fenalıkları çekmeye pek değerli bulamıyordu. “Aç doymayacağım, tok acıkmayacağım sanırmış” atasözünü hatırladı. Doymayacağım sanırken işte doymuştu. Sağ kalırsa elbette yine acıkacaktı. O anda bir türlü eline geçiremeyeceği sandığı sevgilisiyle doymuş hâle gelen mutlu âşık hâlinde idi. İnsanların ciddi mutlulukları hep arzu etmelerinde idi. Arzular tatminle söndürüldüğü vakit hayatta lezzet kalmıyordu.
Şimdi... O saatte İstanbul’da o kadar çok aç vardı ki kendini bugün onlardan beş altı kişinin yiyeceğini yalnız başına karnına doldurmuş olmak cinayetiyle suçlu buluyordu. İnsanların en insaflısı en adaletlisi her şeyde böyle son derece hâline geldikten sonra mı kendi gibilerin, muhtaçların acılarını düşünebiliyordu. Acaba ömründe bir kere olsun böyle sevdiği yemeklerle doymak fırsatına ermemiş bir adam var mıydı? Varsa bile işte kendisi bu cinsten bugün ayrılıyordu. Her tarafını saran gevşeklikten zihnini kurtarmaya uğraşarak niçin o kadar yemiş olduğunu düşünmek istedi. Ölmek için yemişti. Fakat neden hâlâ sağdı, bunu düşünerek bir tabak daha kaymaklı baklava ısmarladı. Ağır ağır bir lokma aldı güçlükle yuttu. İştahının son derecesini zorlamak için yarım kadeh şampanya içti, ikinci lokma bir gülle ağırlığı ile boğazında durdu. Pek çok açların hayallerini dolduran lezzeti ile çok ün almış bu nefis yemek şimdi ona yutulmayacak ağır ve bunaltılı geliyordu. Bu son lokmanın yüküne midesi tahammül edemedi. Yüzü morardı. Gözlerinin önünde bütün eşyalar berraklığını kaybetti. Göğsünün içinde bir şey yırtılarak bir sıvının taştığını duydu. Tatlı bir kayışla bir boşluğa uçar gibi oldu. Ufak bir çarpışma ile sessiz sedasızca tatlı tabağının üstüne devrildi. Avurtlarının içi kaymaklı baklavayla doldu ve dudaklarının etrafı şampanya köpükleriyle çevrili olarak ağız tadıyla bu ölümlü dünyanın yoksulluk, ahlaksızlık, açlık acılarına veda etti. Sarılığı ile ölüm yüzünü sardı. Nasıh Bey şimdi içi yemek dolu bir kadavra olmuştu. Böyle kıtlık yıllarında bu kadar yağlı ballı bir ölüm her kula nasip olmayan saadetlerden idi.
Polise haber gitti, polisler, doktorlar geldi. Muayene ederek ölenin kalp sektesinden gittiği rapor verildi. Kim olduğunu anlamak için cesedin ceplerini yokladılar, değerli hiçbir şey ve on para bulamadılar, yalnız bir kâğıt parçası çıktı.
Lokanta sahibi uğradığı zararın kimin tarafından tazmin edileceğini anlamak telaşında çırpınarak şöyle diyordu:
—Canım efendim, bu acaip adam masa başında sekteye uğramayaydı hesabı nasıl ödeyecekti? Merakım bu.
Üzerinde çıkan kâğıtta şu satırlar vardı:
“Hele çok şükür açlıktan ölmedim, kimseye kötü örnek olmak istemem, fakat bu ölümün hoşluğunu nasıl inkâr edeyim? Yıllarca süren bir açlığı böyle tımtıkız ve nefis bir toklukla taçlandırıp ahreti boylamak Amerikalıları bile icat fikrine hayran edecek bir yeniliktir.”
“Haram yemeklerle karın şişirerek öbür dünyaya gitmekteki cezayı düşünen kaba sofular olabilir. Bu önemli husus sual sevap melekleri ile benim aramda görülecek bir davadır. O meleklerin sorgularından önce benim onlardan soracak o kadar ince suallerim var ki cesaret edebilirlerse karşıma çıksınlar. Bu yağma, bu çapul, bu kapan kapana zamanında helal, haram ne kelime? Ben ömrümde bir defa beleşten karın doyurdum. Buna karşı da hayatımı diyet verdim. Bu işin tekrarlanmasına da artık imkân kalmadı. Bütün ömürlerindeki işleri haram yemekten başka bir şey olmayan bu kadar insan var. Onlara bakınız. İşte hep o vicdansızlar helalleri ile kanaat edenlerin rızıklarını çalıyorlar. Doğru hesap edersek benim daha onlardan o kadar çok alacağım çıkar ki hayatımın bu son yemeğine haram demeye utanırlar. Lokanta sahibi ile mutlaka helalleşmek lazımsa ona söyleyiniz beri gelsin. Şu anda gözlerimden maddiyat perdeleri kalktı, berrak billur bir şişe gibi her şeyin içini görüyorum. Patronun kalbini de önüme açılmış bir müzevirlik kitabı gibi aynen okuyorum. Onun şimdiye kadar topladığı paranın guguklarını hep birden ortaya dökeyim mi? Oğullarına biriktirdiği sermayelerin, kızlarına verdiği çeyizlerin, Beyoğlu’ndaki apartmanların nasıl kazanıldıklarını anlatayım mı?”
Bu satırları gittikçe artan bir çarpıntı ile dinleyen ihtiyar lokantacı, bir ikinci sekteye de kendi uğrayacak gibi mosmor kesilerek:
—Artık yetişir, okumayınız. Yedikleri bu adama benden yana kat be kat helal ve hoş olsun. Böyle bir zata haram etmeye nasıl dil varır ki… Yalnız şunu rica ederim ki bu iş gazetecilerin ağzına düşmesin, belki bunu örnek tutacak başka açlar bulunur.


Kaynak: Mehmet Semih, Türk Gülmece Öyküleri Antolojisi, (2. basım), İstanbul: Yön Yayıncılık, 1994.
ECİR VE SABIR
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR


Çocuğun cenazesi evden çıkarılırken validesi Behiye Hanım “Ah yavrum Cemal’im... ananı babanı bırakıp da nerelere gidiyorsun?..” figan-ı sine-şikâfiyle avazı çıkabildiği kadar bağırdı. Akûs-i muztaribanesi duvarlara tesir eden bu can-hıraş feryatlar, kalb-i maderanesinde çıra gibi iştialini hissettiği zahm-ı âteşe, o ceriha-ı firkate devasâz olamadı... Bî-şuurane bir şiddetle etrafına saldırarak birkaç cam kırdı; haykırmaktan sesi kısıldı. Nihayet yere düştü, bayıldı.
Behiye’yi o hal-i elîm içinde gören validesi Şekûre Hanım artık torununun ye’s-i mematını biraz unutur gibi olarak hemen kızının yanına koştu. Gelen bir iki komşunun, aşçı kadının muavenetiyle Behiye’ye limon koklattı. Ağzına çiçek suyu döktü. Göğsünü çözdü... Kollarını uğuşturdu. Bedbaht valide, azıcık gözlerini açtı. Etrafına toplananlara göğsünü gösteriyor, evet işte orada, eliyle işaret ettiği yerde gayr-i kabil-i intifa bir ateş feveran ettiğini anlatmak istiyor. Şallar içinde bayramlık kırmızı fesi başında şimdi kapıdan çıkarılan, omuzların üzerinde kuş gibi uçurulan o küçücük tabutun arkası sıra koşmak, onunla beraber toprağa gömülmek arzusunu kısık sesiyle             ifhama uğraşıyordu.
O nevhaları arasında diyordu ki:
—Vah Cemal’im!.. Ah yavrum bu sene büyük tövbenin on sekizine kadar yaşasaydı, beşini bitirip altısına basacaktı... Ne oldu bilmem ki? Kimlerin nazarı değdi? İlâhi gözleri çıksın... Yavrucağım bir haftalığına uğradı... Bir ateş, bir nöbet, hekim, ilâç... hoca, nefes deyinceye kadar a dostlar, uçtu elimizden gitti. Ah cennet kuşu yavrum, Allah bana ayân etti. Benim içime apaşikâre doğdu. Ama ben dedim. Mektebe başladığı günü başına elmasları taktım, göğsüne şalı bağladım. Ne yaraştı. Ne güzelleşti, Hanım... O ahu gibi gözler, kıvır kıvır kirpikler... Pembe pembe, ebru ebru yanaklar... O günü yavrumu öpüp koklamağa doyamadım. (İki tarafına sallanarak) işte o zaman dedim, bu oğlan bu güzelliğiyle, bu aklıyle yaşamaz, dedim. Yavrumu o süsüyle, o şanıyle “Amin” günü “payton”un içinde görenler hep maşallah dediler. Şu yukarıki odada hocanın önüne diz çöktüğü vakit “Rabbiyesir”i ezberinden su gibi yanlışsız okudu idi…
Komşulardan biri:
—Sus kardeş o çocuk değildi, artık bir şeydi. Büyüyeydi akılda Eflâtun’u geçecekti. İşte öyle akıllılar yaşamaz ki… Hani bir gün, elmasım, aklına geliyor mu? Basma değiştirmek için çarşıya gitti idik. O yavrucağız da beraberdi. Biz bir türlü dükkânı bulamadık, canına bin rahmet... Rahmet ne ya, o zaten cennet kuşu; makamına gitti bile. Cemal’im basmacı Rum’u görünce bizden evvel “İşte anne bu!” demedi miydi?
Diğer bir kadın — “Akıllıydı, akıllıydı… a yok hanım çok akıllıydı. Aklımdan hiç çıkmaz. Ben bir gün evin kapısı önünde küfeciden çalıfasulyası alıyordum; herife çeyrek bozdurdum. Nasıl oldu bilmem. Hesabı karıştırdık. Galiba ben heriften yetmiş para istiyordum. O bana doksan para veriyordu: “Ayol hiyle etme. Benim senden alacağım yetmiş para, bana niçin doksan para veriyorsun?” diye haykırdım. Fasulyeci de “A hanım, hiç aklın yok mu? yetmiş para ile doksan paranın hangisi ziyade?” dedi, benim de zihnim karıştı; doğrusunu birdenbire bulup çıkaramadım. O aralık kapının önünden yavrum, ah Cemal’im... (altı yedi kadın hep bir ağızdan ah Cemal’im) geçiyordu. Yavrumu çağırdım. “Oğlum, şu herif beni aldatacak. Yetmiş para ile doksan paranın hangisi büyüktür?” dedim. O küçücük gözlerini yüzüme dikti, biraz düşündü. “Yetmiş para büyüktür” cevabını verdi. Sonra ben de “Ben biliyorum zahir, şu çocuk olmasa beni aldatacaksın” tekdiriyle herifi savdım.
En yüksek ses, valide-i firkatzedenin olmak, komşu hanımların inceli-kalınlı refakat giryeleri de buna inzimam etmek üzere bir saat kadar böyle Cemal’ım tadad-ı mehasiniyle yaş döküldü. Feryat edildi. Biraz senalara hiffet, gözyaşlarına sükûn gelmek üzere iken beş altı yaşındaki çocuğunu elinden tutmuş bir komşu hanım daha zuhur etti: Odaya girer girmez hazırundan bir kadın yeni gelene elindeki çocuğu işaret ederek:
—Ayol Mehmed’i niçin getirdin? O, Cemal ile kırklı değil miydi? Şimdi Behiye Hanım görecek, meraklanacak, yine feryadı ayyuka çıkacak, zavallı kadın biraz susar gibi olduydu.
Yeni gelen kadın —Ne yapayım kardeş, kime bırakayım? Evde kimse yok ki. Bizimki (eliyle cenazeyi işaret ederek) oraya gitti. Kaynanam evde ama... o artık insandan sayılmıyor ki… yerinden kalkamıyor. Sahi midir yoksa inadına mı yapar? bilmem ki... Yine bu gece ne döşek kaldı ne yorgan… Başıma geleni anlatsam kırk yıl bitmez.
Öteden Behiye Hanım Mehmed’i görerek validesinin elinden çekip alır. Bağrına bastırarak yine üst perdeden:
—Ah yavrum Cemal’im! Bununla kırklıydı.
Çocuğu öper. Bütün ye’s-i maderânesi kuvvete inkılâpla kollarına sereyan etmiş gibi Behiye bağıra bağıra Mehmed’i göğsü üzerinde sıkıştırınca neye uğradığını bilemeyen biçare çocuğun bütün kanı çehresine hücum eder. Gözleri fincan gibi büyür. Behiye Hanım’ın “Ah Cemal’im” figan-ı nevmidânesine kucağındaki Mehmed’in şiddet-i tazyikinden “Aman anne ben de ölüyorum” feryad-ı muhikkanesi karışır. Behiye yine kamet-i matemini azıştırır. Bayılmak derekelerine gelir. O aralık ne yaptığını bilmez bir halde kucağındaki Mehmed’i bohça gibi kaldırıp karşıya fırlatarak:
—Benimki benden gitti. Besleyemedim öldü. Allah’ın emri böyle imiş ne yapayım? Ellerinki yaşasın. Vallahi haset etmem, güle güle büyüt kardeş.
Mehmet fırlatılınca başını mindere çarpar. Kadının tazyik-i mateminden kurtulduğu için çocukcağız, artık sevincinden kafasının acısını hissetmeyerek validesine sokulup sorar:
—Anne, Behiye Hanım’a ne oldu böyle?
Validesi usulcacık kulağına:
—Cemal öldü de.
—Cemal öldü mü? Öldüyse nereye götürdüler?
—Sus canım. Mezarlığa götürdüler.
—E orada ne yapacaklar?
—Şimdi ağzını koparırım. Mezarlıkta ölüyü ne yaparlar? Gömerler.
Mehmet bir ağlama tutturarak:
—Anne ben ölürsem beni gömmesinler, istemem, istemem.
Karşıdan bu muhavereyi işiten Behiye Hanım avazı çıkabildiği kadar üç dört defa haykırarak:
—Ah eşlerim, dostlarım, benimkini gömdüler. İşte o kara topraklara soktular. O pamuk gibi oğlan nerelerde? yerlerin altında, hay.. hay…
İhtiyar bir kadın:
—Kızım Behiye, kendini o kadar harap etmek iyi değildir. Allah’ın emrine razı değil misin? Cenab-ı Hak onu senden ziyade seviyormuş, aldı, ne yapalım? Elden ne gelir?
Diğer bir kadın:
—A hanım!.. Dokunmayınız ağlasın, ağlamak iyidir. İçinin zehri akar. Naciye’m öldüğü vakit ben tıkandım, bir türlü ağlıyamadım da sonra Hüd dağı gibi karnım şişti. O zaman bizimki Hallaç Hoca’ya gösterdi. “Gözlerinin zehri karnına akmış” dedi. A! validedir, canı yanıyor. Şimdi onun yüreği çıra gibi parlar şöyle.. A, lâkırdı mı bu? Bağır kardeş, bağır, içinin zehri boşansın; sonra kütükler gibi şişersin.
Diğer bir kadın:
—A hanım! Ağlama öğüdü verme öyle. Ölüye ağlamak günahtır. Bunun kitapta yeri var. Sen Kızıltaş’ta Gümüşselvi’nin vaizini dinlemedin mi?
Bu matemzede valideyi teselli için “Allah ecir sabır versin” demeğe gelen kadınların üç dört gün arkası kesilmez. “Ecir ve sabır” kelimatının medlüllerine bakılırsa gelenlerin vazife-i teziyeti ağlayanı susturmak olacağına şüphe yokken bilâkis girye ve figana teşvik edenler görülür; her yeni gelenin taziyet-i cedidesiyle Behiye Hanım’ın ceriha-ı teessürü tazelene tazelene biçare kadın bir hafta zarfında o kadar gözyaşı döker ki artık guded-i ayniyesinde sermaye-i dümu kalmaz. Gözler kurur; fakat gelen kadınların tarz-ı taziyetlerine karşı ağlamamak mümkün değil ki.. O dilsuz suallere, firkat-i müebbedeye uğramış bir valideyi çıldırtacak neviden tesellilere mukabil ağlamamak kabil olamayacağını, kabil olsa da ayıp olacağını görür.
Bu birinci haftada konunun komşunun taziyeti biter. Şimdi çocuğun vefatını geç haber alan uzaktaki ehibbaya sıra gelir. Baîd semtlerden, hattâ dehiz aşırı yerlerden her gün bir iki kafile kadın zuhur eder. Her ne kadar çocuğun vefatı üzerinden sekiz on gün geçmiş ise de son gelenler vakayı yeni duymuşlar... Onlar için hâdise taze demek... Ne kadar bağırır çağırırlar, izhar-ı teessürde ne derece şiddet gösterirlerse kendilerini o nisbette isbat-ı meveddet etmiş addiyle daha sokak kapısından girer girmez:
—Gelemediğimiz için bizi affedin, vallahi yeni duyduk. Ah kardeş! O tombul oğlan, şuralarda koşup gezen o güzel Cemal, gitti ha! Aman, aman sus, söylemeğe insanın dili varmıyor. Vah, yavrum!
Bu şiddet-i teessürün kalblerde uyandırdığı amîk bir rikkatle hanım hanımın, hizmetçi hizmetçinin boynuna sarılır. Gelenlerin derece-i hususiyet ve samimiyetlerine göre evvelâ bir matem öpüşmesidir başlar. Müteakiben gözyaşları birbirine karışarak vaveylaya girişilir. Bu sokak kapısı faslı... Bunun mâbad-i müessiri yukarıda itmam edilir. Birkaç gün de bu suretle geçer. Fakat artık Behiye Hanım’da ağlayacak hal kalmaz. Avurdu avurduna geçer. Biçarenin sıhhatinden validesi, zevci endişeye düşerler. Etibbaya müracaat olunur. Doktorlar Behiye’nin katiyen ağlatılmaması, gezdirilmesi, tahfif-i teessürüne uğraşılması, hasılı çocuğun acısını unutması esbabına tevessülü tavsiye ederler. Şekûre Hanım elân ardı kesilmeyen “ecir ve sabır”cıların önüne çıkarak, Behiye’nin yanında artık “ecir ve sabır” sözü etmemeleri, ölen çocuktan asla bahsolunmaması lüzumu doktorlar tarafından şiddetle ihtar edildiğini söyler, bu tenbih hilâfında harekette bulunacakların Behiye’nin yanına çıkmamalarını rica eder. Fakat kadınların hepsine söz anlatmak kabil mi? İkisi rica, istirham dinlerse, üçü kulak vermez. Yine bildiğini söyler. Böyle bin tenbih, istirham ve ihtar ile Behiye’nin, artık hasta düşen o zavallının yanına çıkarılan kadınlar Şekûre Hanım biraz odadan ayrılır ayrılmaz evvelâ birbirlerine:
—Yavrucak tosun gibiydi. Acaba ne oldu? Hangi hastalığa tutuldu? Ah sormağa da bir türlü dilim varmaz ki... Ah nasıl varsın kardeş, öyle gürbüz çocuk... E, bir varmış bir yokmuş dünyası bu... Hastalık gelince cılıza, gürbüze bakar mı?
Behiye, kurumuş dudaklariyle bu suallere cevap vermeğe uğraşarak:
—Evet tosun gibiydi, şuralarda geziyor, koşuyordu. Bir akşam mektepten geldi. Başcağızını dizime dayadı. Baktım, yavrumun neşesi yok. O gece yemek yemedi. Anne, üşüyorum, dedi, örttük, bastırdık; sonra vücudunu bir ateş sardı, gaseyanlar başladı. Nesi varsa hanım başcağızında idi. Yavrucak hep başını, alnını gösteriyordu. Gözleri çakmak çakmak oldu. Aklımız başımızdan gitti. Hekim, hoca, buzlar, karlar, ilâçlar... Hastalığın haftasında mıydı ne idi, kardeş, bir akşam ağzına ilâç veriyordum, ah analar başından ırak, dostlarıma Allah göstermesin, düşmanlarıma da yazık. Yavrumun çehresi değişti. Ben ilâcı içiyor zannediyordum. Meğer o, çene atıyormuş. Uçtu, hanım, gitti yavrum. Ah Cemal’im.
Hikâyenin bu noktasında gûya Cemal o dakikada yeniden teslim-i ruh etmiş gibi yine vaveylâ başlar. Şekûre Hanım odaya koşar ama, ekseriya kızını bayılmış bulur.
Behiye’nin validesi böyle rica ve istirhamla kadınlara söz anlatmak kabil olamıyacağını görerek son tedbir olmak üzere gelenleri Behiye’nin yanına sokmadan evvel ölen çocuktan bahsetmiyeceklerine dair birer ikişer defa yemin ettirmek çaresine baş vurur. Fakat maatteessüf bu tedbiri de müsmir olmaz.
Böyle yeminler, ahitlerle takdiyen Behiye’nin yanına salıverilenler meyanında ahit-şikâne harekete cüret ederler, yemin bozanlar eksik olmadığı gibi sözünü tutacak kadar metanet gösterenler de, ölen çocuğa dair cehri değil fakat zımnî beyan-ı teellüm etmekten, kaşla gözle olsun o “ecir ve sabır” mânâsını ithamdan kendilerini bir türlü alamıyorlar, her halde Behiye’yi ağlatıyorlardı.
Hâdise-yi vefatı en geç haber alanlar ecir ve sabır versin demeğe şitabta teehhür etmiş olduklarım ahbaplık, dostluk şanına bir türlü vermeyerek bu teehhürlerini affettirecek bir istical ile taziyete koşuyorlar. Sokak kapısından girince bunların istikbaline çıkan Şekûre Hanım felâketdide kerimesi Behiye’nin keyifsizliğinden, binaenaleyh cennet kuşu Cemal’in hatırası fart-ı teessürünü mucip olduğu için artık onun yanında çocuğun vefatına dair kelime-i vâhide ağza alınmaması hakkındaki etibbanın tenbihat-ı müekkide ve katiyesinden bahsederek gelenleri maalkasem birer birer zabt-ı lisana bil-icbar kızının yanına sokuyordu. Odaya girip de Behiye bu kadınlarla karşı karşıya gelince misafirler şu ziyaretten maksatları Allah ecir ve sabır versin demek olduğunu kalen değilse de hâlen pekâlâ anlatıyorlardı. Behiye’ye initaf eden ilk nazarlariyle:
—Vah zavallı kadın, ne kadar bozulmuşsun? Hani yavrucağın? Çocukcağız şimdi senin âğuş-ı nermin-i nüvazişine bedel siyah katı topraklara mı gömüldü?
Evet sakin bir çehre ile bu meal-i müthişi pek âlâ ifham ediyorlardı. Behiye onların, onlar Behiye’nin yüzüne bakarak mânidar, mağmumâne nazarlarla bir kere bu tefhim ve tefehhüm vuku buldu mu firkatzede valide artık dayanamıyor, mukaddime-i girye olan ufaktan bir “hı hı” salıveriyor. Bu “hı hı”ya misafirler tarafından “öhö, öhö, öhö”lerle mukabele ediliyor. Sonra mendiller çıkıyor, iş fitili alıyor, bayağı küçük bir matem ediliyor. Artık limonlar, çiçek suları, kordiyaller teskin-i yeis ve helecanda bî-tesir kalıyordu. Hem bu matem bir matem-i zımni sayılıyor, sarihi değil, çünkü Cemal’in ismi hiç kale alınmadı. Güya misafir hanımlar nakz-ı ahd etmediler. Yeminlerini bozmadılar. “Allah ecir ve sabır versin” sözü alenen söylenmedi. Fakat ölmüş çocuğun bütün mehasini, ahval ve ef’ali yegân yegân tadat olunaydı elem-dide validesi işte ancak bu kadar ağlayabilirdi.
Şekûre Hanım, bu suretle de matemin önünü almak kabil olmadığını görünce gelenlere kapıyı açmamağa karar verdi. Aşçı kadın, küçük hizmetçi kız ve evde bulunan sairelerine, evvelâ pencereden bakarak gelenlerin ecir sabırcı olmadıkları anlaşılmayınca kapıyı açmamalarını sıkı sıkı emir ve tenbih eder. Fakat küçük evlerde böyle bir emrin infâzı hükmü ne kadar müşküldür. İçeride cıvıl cıvıl kalabalık kaynarken kapıyı çalana o hâneyi boş zannettirmek kabil olur mu? Aşçı, hizmetçi makulesi kadınlar bu emrin hükmünü yerine getirebilmek için bir iki defa eser-i kiyaset gösterirlerse, üçüncüsünde emri de, tenbihi de yerli yerince unutarak bakmadan kapıyı açıverirler. Korkulan şeyin vukuundan sonra akıllan başlarına gelir… “A, ben kapıyı açmayacaktım; ama unuttum” derler. En büyük medar-ı mazeretleri de işte bu sözlerden ibaret olur.
Biçare Şekûre Hanım ne yaptı, nasıl hareket ettiyse kızını bu ecir sabırcıların derd-i tesliyetinden kurtaramadı. Behiye’nin her gün ayıla bayıla hali gittikçe vehamet peyda etti. Nihayet çocuğun vefatından bir buçuk ay kadar sonra o hâneden bir ikinci tabut daha çıktı ki bu da ecir ve sabrını yavrucağının karib-i lahdinde aramağa giden, daha doğrusu taziyetçilerin ağlata ağlata öldürdükleri valide-i bedbaht idi.
Cenaze evden çıkar çıkmaz Şekûre Hanım odunluğa iner. Kızının vefatından dolayı kendine en evvel ecir sabıra gelecek en hatırşinas dostuna acısına sabrolunmaz bir yara açmak için boylu boslu bir meşe sopası intihap eder.
—Hani senin Behiye’n! Anasını, kocasını bırakıp da nerelere gitti? Ah kara toprak neler alıyor! Zavallı Şekûre!.. Ne talihsiz başın varmış! Dayanılacak şey değil... Allah sana, sabırlar versin! Ağla, ağla, içinin zehri aksın!
Feryad-ı taziyetiyle kapıdan içeri girenlerin başına gözüne indirerek bir kaçını ağırca yaralar.
Torununun, müteakiben kızının gaybubeti fart-ı teessürüyle Şekûre Hanım’ın tecennün ettiğine hükmolunur. Ertesi günü mahallece lâzım gelen ilmühaber bittanzim biçare kadın darüşşifaya gönderilir.
Şekûre Hanım’ın darbe-i intikamından tadacak kadar erken davranmağa muvaffak olamayarak uzaklardan gelen taziyetçiler o hânede Allah ecir sabır versin diyecek, uzun uzadıya ağlatacak kimse bulamadıklarına çok meyus olurlar. Mahzunen avdet ederler.
Henüz Behiye’nin vefatını işitemeyerek hâlâ mı hâlâ Cemal’in ecri sabrı için gelenler vardı.
Bunlardan Behiye’nin vefatını, Şekûre’nin felâketini haber alanlar:
—Vah vah! Behiye ölmüş, anası da acıdan tımarhaneye gitmiş, acaba evde başka kimse yok mu? Bari aileden birini bulup da, “Mevlâ ecir sabır versin” diyeydik...
Zemininde beyan-ı teessüf edenler de çok oldu. El’an taziyetçilerin arkası kesilmediğini zavallı Şekûre Hanım tımarhaneden duyarak fart-ı hiddetle sonradan sahiden çıldırdı. Buna da kimse şaşmadı. Herkes hatuna hak verdi.


Kaynak: Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, (3. baskı), İstanbul: Dergâh Yayınları, 1986, ss. 26-31.

3 Mart 2015 Salı

Devlet Düşkünleri
Reşat Nuri GÜNTEKİN

Bir gün bir Anadolu kasabasında bir devlet düşkünü hakkında bana şunları söylediler:
­ Zavallı adam göze geldi. Memlekette saltanatını çekemeyenler vardı. Pazardan satın aldığı köfünler dolusu erzak evine gelirken konu komşu pencerelere üşüşürdü. Kapısı fukaraya açıktı. Mahalledeki dulları, yetimleri görür, gözetirdi. Ailesine dokuz körün bir değneğiydi. Kim ekmeksiz, parasız kalsa ona koşardı. Allah ona acımadı. Onun yüzünden geçinen bunca fakir fukaraya acıyaydı bari. Lakin dedim ya adamcağız göze geldi. Göz fena şeydir. Atalarımızın dediği gibi bir kem göz bir hanümanı söndürür.
Sonra biçarenin elindeki yağlı kuyruğa birçok kimseler göz dikmişti. Dost sıfatındaki düşmanlar yüzüne güldüler arkasından el ele verip kuyusunu kazdılar. Nihayet adamcağız günün birinde tepetaklak öyle bir gidiş gitti ki sen de şaş ben de şaşayım. Kendi de, çocuğu da, Allah için, tutumlu insanlardır. Yeniden bir iş tutmasa da namerde muhtaç olmadan ailesini geçindirecek kadar parası vardır. Fakat malum ya hazıra dağlar dayanamaz. Hem de düşünmeli ki insan kısmı sade para ile doymaz. Adama ekmek kadar şan ve şeref de lazımdır. Mevkiinden düşmüş insan ele güne karşı bir tuhaf vaziyette kalır. Hatırı sayılmaz olur. Kendisine verilen selamların şekli bile değişir.
Bu göze gelen, düşman şerrine uğrayan devlet düşkünü kimdir, diyeceksiniz? Vekâlet emrine alınmış bir vali mi? Yeniden intihap edilmemiş bir mebus mu? Hayır, ne o, ne öteki... Bu adam sadece kasabadaki orta mektebin on lira aylıklı hademesidir.
Fakat hayır yapmayı sevmesine, fakir fukarayı korumasına rağmen senelerce aldığı bu paradan bir kısmını, kara günleri düşünerek, bir köşeye koymuş olduğunu tekrar hatırlayalım ve merhametimizi uzun zaman bol maaşla memuriyet yaptıktan sonra günün birinde bu maaşın seksen, yüz, yahut yüz elli liraya indiğini görerek dehşete düşen mütekait memura saklayalım. Sonra gene düşünelim ki bu adamın bir lirasıyla bizim bir liramız arasında akla sığmaz bir kıymet farkı vardır. Bu iki liranın renkleri, şekilleri bir olduğu hâlde onunki büsbütün ayrı bir madde, hokkabaz değneği gibi bir kibrit kutusunun içinden yığınla canlı cansız eşya çıkaran bir tılsımdır.
Nasıl ki para fikri de onda bizimkiyle hiç münasebeti olmayan başka bir mefhumdur.
Onunla insanlığımıza ve milliyetimize ait bütün yüksek duygular ve düşüncelerimizde her zaman biriz, beraberiz ve öyle kalacağız. Fakat para fikrinde iki ayrı milletin çocukları gibiyiz. Karşı karşıya ana dilin aynı kelimeleriyle aynı şeyleri konuşuyoruz zannederken daima ayrı şeylerden bahsettiğimizin farkında olmayız.
Başka bir kasabada da zavallı bir manyakın bana şöyle bir tasvirini yaptılar:
- Dedeleri zengin adamlardı. İçinde bir devlet kurulacak kadar büyük toprakları vardı. Fakat üst üste gelen harpler, kıtlıklar ve daha başka felaketler onların saymakla bitmez sanılan toprak ve mallarının altından girdi, üstünden çıktı. Ailenin son çocuğunu tam manasıyla kuru hasır üstünde bıraktı. Tövbe yalan söylemeyelim. Adamcağıza dedelerinden bir de baş belası kuru bir gurur miras kaldı.
Bugün yaşı altmışa davranmıştır. Fakat ecdadının bir başka mirası olan uzun bıyıkları hâlâ kömür gibi kapkaradır.
İşi gücü yoktur. Bütün gün evde sırtüstü yatar ve karnı acıktıkça kuşağını sıkar. Bir gün kimseye hâlinden şikâyeti işitilmemiştir. Bilakis kendini olduğundan iyi göstermeye gayret eder ve herkese kafa tutar. Ara sıra eline beş on para geçerse gittiği yer mahalle kahvesidir. Onun kahveye gidişini görseniz arkasında dizi dizi çavuşlar yürüyen bir eski zaman paşası sanırsınız. Bir eli kısalmış ve renkten renge girmiş pantolonun cebinde, öteki eliyle ahaliye selamlar dağıtarak başköşeye geçer. Kahveciye azametle:
- Evlat yap bakalım bize bir sade kahve! der...
Sonra kendi kendine söylenir gibi ilave eder:
- Yağlı yedik. Başka türlü erimez.
Halka, evinde yağlı yemek yediğini zannettirmek: Zavallı adamın kendini şekerli kahve zevkinden mahrum etmesindeki tek sebep budur.
Bu devlet düşkününün evinde bir gün büyücek bir kavga çıktığını rivayet ederler. Evde bir ocak, ocağın üstünde bir gazete kâğıdında sarılı bir küçük kuyruk parçası varmış... Bayağı bildiğimiz bir keçi yahut koyun kuyruğu parçası... Kahve zamanı gelince adamcağız bu kuyruk parçasını alır, kozmetik sürer gibi bıyıklarını parıl parıl yağlarmış... Sebep malum... Görenler ağa evde yağlı yemek yedi zannetsinler diye... Günün birinde hain bir kedi bu kuyruk parçasını kapıp kaçmış, o da bunun için günlerce karısıyla dalaşmış...
Karnı açken yağlı yediğini zannettirmek isteyen bu zavallı adamın hikâyesi bana çocukken dinlediğim bir başka hikâyeyi hatırlattı. Fakat bu ikincinin kahramanı devlet düşkünü bir köylü değil, ikbal mevkiinde bir meşhur şeyhülislamdır.
Bu şeyhülislam ramazanlarda padişahın sofrasında iftara gittikçe kaymağı yüzüne gözüne sürer: “Kaymağı ancak şevketlu efendimin sofrasında görüyorum. Yoksa bizim gibi zavallılara böyle nimetler yemek nasip olur mu?” diye sızıldanırmış.
Köylüdeki yiyemediğini yemiş görünmek manisine mukabil onda yediğini yememiş görünmek manisi... Fakat birincinin yalanı ikincinin zelil dilenciliğine nispetle ne kadar vakur ve sempatiktir.

Anadolu Notları, (17. baskı), İnkılâp Kitabevi, 1993, s. 243-46.