26 Haziran 2016 Pazar

KUDUZ DÜĞÜNÜ
Ahmet Naim (ÇILADIR)


Demirci Kasım Usta’nın oğlunu köpek daladı. Bu iş olurken, Kasım Usta ocakta tavladığı ısmarlama bir sapan demirine su veriyordu. Dükkânın önünde kısa bir dalaşmadan sonra oğlunun acı acı bağırdığını duyunca, sapan demirini bir yana, çekiçle kıskacı bir yana fırlatıp, kapıdan uğradı.
Çocuk, üstü başı çamur içinde, babasına doğru koşuyor, eliyle de yarım elifiye biçimi pantolonunun parçalanmış paçasını gösteriyordu. Beş on adım ötede, başı yerde, kuyruğu sopa gibi dimdik ha­vaya dikilmiş bir köpek kaçıyor, ellerinde taşlar ve değneklerle bir yığın adam da köpeği kovalıyordu.
Kasım Usta çocuğun küçücük elini iri, nasırlı avuçları arasına aldı, sonra koltuk altlarından tutarak dükkânın içine soktu. Korkusu geçsin diye, demirlere su verdiği fıçıdaki bulanık sudan bir iki yu­dum içirdi.
Çıraklar, çocuğun parçalanmış olan paçasını sıvamışlar, köpeğin daladığı ya­ra yerini meydana çıkarmışlardı. Kasım Usta:
- Ben bu köpeğin hâlini hiç beğen­medim, çocuklar! diyordu. Sakın kuduz olmasın?
Çırağın biri:
- Başı yere bakıyordu, dedi.
Öbürü de:
- Kuyruğu sopa gibi dimdikti... diye ekledi.
- İçime kurt düştü bir kere. Kuduzdu, değildi. Biz tedbirde kusur etmeyelim.
Kalktı, körüğün üzerinde duran simsiyah bir sicim çilesini aldı ve çocuğun tam diz kapağı hizasından baldırını morartıncaya kadar boğdu. Bu işi bitirince çıraklarına çocuğu göstererek.
- Kavrayın bakalım şunu! dedi. Biriniz bir yanından, biriniz de öbür yanından... mengene gibi kavramalı ha, karışmam!
İki iri kıyım delikanlı, çocuğu kıskıvrak yakaladılar. Kasım Usta sustalısını çıkardı, sustalıyı gören çocuk çığlığı bastı. Kasım Usta oralı bile değildi. Çocuğun yaralı bacağını bir odun parçasıymış gibi yakaladı ve tam köpeğin dişlediği yerin üstünden, sanki çetele kertiyormuş gibi, bir alttan, bir üstten, sustalıyı bastı. Yaradan fışkıran kanın toprakta meydana getirdiği birikintiye çakının kopardığı küçük bir et parçası düşmüştü. Kasım Usta bir hamlede ocak başına seğirtti ve tavlı ocağa sokulu çubuk demirlerden birini kaptı. Kızıllıktan çıkarak beyaza yakın bir kor parçası hâline gelen çubuğu yaraya yaklaştırdığı zaman iki çırak gözlerini yummuşlardı. Bir anda yükselen, sonra yükseldiği gibi yine bir anda sönen acı bir çığlık arasında kısa bir cızırtı duyuldu. Yaradan sarı, mavi ve yeşil karışımı bir duman çıktı, yanık etin pis kokusu dükkânı doldurdu. Çocuk bayılmıştı.
Usta, baygın çocuğu çıraklardan birinin sırtında eve gönderirken, dükkândan içeri Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa girdi. Çırağın sırtında eve doğru yollanan çocuğun arkasından bir an baktıktan sonra:
- Sana da, bana da geçmiş olsun, dedi. Haber aldın mı? Bizim çocuğu da köpek daladı!
Kasım Usta:
- Ya! dedi. Geçmiş olsun Ağa!
- Eyvallah Usta. Bizim uşaklar köpeği gebertmişler, ayağına ip takıp sürükleyerek getirmişler. “Ağa bu köpek kuduza benziyordu...” diye yüreğime kurt soktular. Sen ne yaptın ki?
Kasım Usta:
- Köpeğin dişlediği yeri çakıyla oydum, dedi. Sonra da oyulan yeri kızgın demirle dağladım.
Kaşıkçıoğlu gözlerini yummuştu. Sanki kızgın demir kendi etini dağlıyormuş gibi:
- Anacuğum, ışş!.. diye inledi ve arkasından:
- Vay canavar herif vay! diye bağırdı. Çocuğun ayağını kesip budarken, yakıp dağlarken elin de mi titremedi?
Kasım Usta, ağzını açıp tek söylemeye fırsat bulamadan Kaşıkçıoğlu yeniden gürledi:
- Bacak kadar masuma yazık değil mi be! Kuduz daladıysa, palgurtlatırdın olup biterdi. Kuduz düğününe harcayacak palgurtçuya verecek üç beş kuruşa kıyamadıysan biz verirdik. Kasabanın eşrafı daha ölmedi. İşte, benim çocuğu da köpek daladı. Ona yapacağımız kuduz düğününde seninki de aradan çıkardı.
Kasım Usta:
- Vallahi Ağa, dedi, ben demirciyim. Devaların en iyisinin ateş olduğuna ve ateşin her şeyi temizlediğine inanırım. Kuduzdan şüphelendim. Aklımın erdiği kadarını yaptım. Sen ne dilersen öyle yap. Yap ama, beni dinlersen gel çocuğu İstanbul’a elet. Benim param olsa, tövbeler olsun daha durmazdım.
Kaşıkçıoğlu güldü:
-Dedemizin zamanında her köpek ısıranı İstanbul’a göndermezlerdi. Ne de senin gibi kesip dağlarlardı. Hiç kimse de kudurmazdı.
Kasım Usta, biraz önce bir köşeye savurduğu sapan demirini ocağa yerleştirirken omuzlarını kaldırıp:
- Sen bilirsin Ağam, dedi. Malum ya... sen bilirsin deyince, kavga gürültü olmaz derler.
Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa’nın oğluna üç günden beri kuduz düğünü yapılıyordu. Gece, harman yerinde meşaleler yanmıştı. Sırayla değişen davulcular ve çifteciler, davullarını gümbürdeterek, çiftelerini dolu nefes üfleyerek ortalığı inletiyorlardı. Kalabalık ortasında, küçük Kaşıkçıoğlu’nun elinden iki kişi tutmuş, sürüklercesine gezdiriyorlardı. Kuduz düğününün dehşetli gürültüsüyle üç günden beri uyutulmayan çocuğun gözleri kan çanağına dönmüştü. Kafası önüne sarkıyor, yürürken, baskın bir sarhoş gibi ayakları birbirine dolanıyordu. Ara sıra, elinden tutanlara yalvarması vardı:
- Bırakın beni uyuyayım, ama kudurup ölecekmişim, varayım öleyim! Üç günden beri uykusuzluk canıma yetti. Biraz daha bırakmazsanız elinizde öleceğim!
Ama ona; “Sabır!” diyorlardı. “Sabır! Bu akşam palgurtlanacaksın.”
Palgurt yapılıncaya kadar uykusuzluğa sabrettin mi, dalayan köpek, kuyruğunun başından dişinin ucuna kadar kuduz olsa zararı dokunmazdı artık.
Harman yerinde alev alev yanan meşalelerin döktüğü kızıl ışık altında davullar gümbürdüyor, dolu ciğer üflenen çifteler yankılanıyor, beri yanda palgurtçu İlyas Dayı hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu.
Kuduz köpeğin leşi yerde yatmaktaydı. Bu leşe paralel olarak bir ateş yakılmıştı. İlyas Dayı, yakındaki ağaçlardan birinden kestiği ince bir çubuğun yapraklarını yontup temizledikten sonra, çocuğu getirmelerini işaret etti.
Küçük Kaşıkçıoğlu günlerden beri uykusuzluğun verdiği bitkinlikle yaklaştı. İlyas Dayı çocuğun omuzlarını sıvazladı, yapacağı iş üzerinde gereken şeyleri söyledi. Ve köpek leşiyle ona paralel olarak yakılan ateşin arasında yer aldı, bacaklarını açtı, sopasını hazırlayıp bekledi.
Şimdi çifteler daha zorlu üfleniyor, davullar daha zorlu tokmaklanıyordu. Meşalelerin dil dil uzayan kızıl ışıkları bu sahneyi çepeçevre aydınlatıyordu. Küçük Kaşıkçıoğlu ellerinden tutanların yardımıyla önce köpek leşinin üzerinden, leşi tekmeleyerek geçti. Geçerken de Dayı’nın elindeki çubuk kıçına indi. Ve yine İlyas Dayının “Atla!” komutasıyla ateşin alevleri arasından sıçradı.
Bu hareket tam kırk defa tekrarlandı. Şu farkla ki, her geçişte kıçına inen sopa sayısı geçiş sayısına göre artıyor ve ateşten atlama komutası her on geçişte bir tekrarlanıyordu.
Sayı kırkı bulunca, kuduz köpek leşinin kuyruğundan, belinin ortasından, kulaklarının arkasından birer tutam tüy yolundu. Bu tüyler ateşe atıldı ve çıkan dumanın üzerine küçük Kaşıkçıoğlu baş aşağı tutularak tütsülendi.
Bundan sonra palgurtçu İlyas Dayı çocuğu anadan doğma soydu. Üzerinden çıkan elbise ve çamaşırları orada hazır açılmış olan bir çukura gömdü. Sonra cebinden çıkardığı bir kibrit kutusu içindeki üç tane kunduz böceğini canlı olarak çocuğa yutturduktan sonra omuzlarını sıvazladı:
- Haydi artık, piripâk! dedi.
Çocuk kusarak uzaklaşıyordu. Palgurtçu İlyas Dayı da çevresini alanlara çocuğun çamaşırlarını gömdüğü çukuru göstererek:
- Kırk gün sonra bu çukuru açalım, göreceğiz ki, çamaşırlar kudurmuş ter ter tepiniyor, diye bilgi veriyordu.
Ama, çamaşırlar kudurmadı. Kırk güne varmadan küçük Kaşıkçıoğlu kudurdu.
Bir sabah yağmur yağmıştı. Evlerinin avlusunda arkadaşlarıyla oynayan küçük Kaşıkçıoğlu yağmur damlaları dökülmeye başlayınca birdenbire oyunu bıraktı. Yüzü sararmış, bakışları garip, koşa koşa eve girdi, boş odalardan birisine saklandı, pencerelerdeki perdeleri sımsıkı kapadı. Bu da yetmiyormuş gibi, odadaki yüklüğün içerisine girdi ve kapaklarını üstüne çekti. Akşam, yemek vakti onu araya taraya yüklükte bir yorgana sımsıkı bürünmüş, yüzükoyun yatar buldular. Küçük Kaşıkçıoğlu, o gece yemek yemedi. Hele suyu, uzaktan bardakta bile görmeye dayanamıyordu.
Ertesi gün, öğle yemeği vakti, çocuğu yine yüklükte, katlanmış bir yatağın arasında büzülmüş buldular. Yüklüğün kapağını açtıkları zaman, çocuk:
- Kapayın, rüzgâr geliyor! Allah aşkınıza kapayın rüzgâr gelmesin! diye yalvarıyordu.
O gün, küçük Kaşıkçıoğlu’nu yüklükten çıkarmak mümkün olmadı. Ne yalvarmak, ne zor kullanmak para etmedi. Çocuk üstüne gelenlere kanlı gözlerini çevirerek:
— Bırakın beni, bırakın beni, ısırırım. Bırakın gelmeyin, vallahi hepinizi ısırırım! diye bağırıyordu.
Hastalığın üçüncü günü küçük Kaşıkçıoğlu artık yüklükte de duramaz oldu. Elleriyle yüklüğü de eşelemek, daha derinlere, daha karanlıklara inmek istiyordu. Bir süre tilki bayılması gibi dalgın yatıyor, sonra ağzından köpükler saçarak kendisini yerden yere vuruyordu. Bu bunalımlar geçtikten sonra kısa bir süre aklı başına gelip:
- Beni saklayın! beni sarın, yorgana sarın! diye yalvarmaya başlıyordu.
Ama, annesi de içinde olmak üzere, artık küçüğe yaklaşan yoktu.
Hastalığın dördüncü günü, Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa, Kasım Usta’nın dükkânına gitti.
- Kasım Usta, dedi. Oğlan fena... senin dağlamanın şimdi faydası olur mu dersin?..
Kasım Usta, örse inen çekicini yavaşlatıp:
- Çok geç kaldın, dedi. Ben, dağlamaya da kanmadım, karının boynundaki tek beşliyi bozdum, gönderdim onları...
Rasim Ağa, ustadan ayrılınca palgurtçu İlyas Dayı’yı buldurdu. Ama İlyas Dayı:
- Bende ne kabahat var? diyordu. O gece yedirdiğim kunduz böceklerini kusup çıkarmış...
Rasim Ağa eli böğründe:
- Bir çare?.. diye yalvaran gözlerle İlyas Dayı’ya bakıyordu.
İlyas Dayı içini çekti:
- Çare, dedi, sizin de onun da çabuk kurtulması için bir çare var... Üzerine su eleyin.
Rasim Ağa, gözleri umut dolu, palgurtçunun ağzından çıkacak tek harfi bile kaçırmamak için bütün vücudu kulak kesilmiş dinliyordu. Palgurtçu, öğüdünün etkisine inanmış bir adamın güçlü sesiyle ekledi:
- Çabuk ölür!
Hastalığın haftasında, gözleri kanlı, ağzından salyalar saçarak kendi yumruklarını yemeye başlayan çocuğu, bağlayarak dama attılar. Çocuğun tiz feryatları, ulumaları evdekileri ıstırap içinde kıvrandırıyor, delirtiyordu.
En sonunda, dayanmaları tükendi, palgurtçunun öğüdünü yerine getirmeye karar verdiler. Nasıl olsa ölecekti, değilse bu kadar acı çekmezdi. Ama, ne evdekiler, ne komşulardan hiç kimse bu acıklı görevi üzerine almadı. Çaresiz, Rasim Ağa bir kovaya su doldurdu, eline bir kalbur aldı ve damın üstündeki odaya çıktı. Odanın tahta kirişleri hayli aralıktı ya, çocuğun bağlı bulunduğu yere suyu eleyebilmek için, Rasim Ağa tahtalardan birini daha kopardı, maşrapa ile aldığı suyu kalburun üzerine dökerek hastanın üzerine elemeye başladı.
Kalburdan tıpkı bir duştan damlar gibi serpilen su, aşağıdaki hastanın üzerine döküldükçe, kuduz büsbütün kuduruyor, ağzından köpükler saçarak bağının elverdiği kadar, çevik bir kaplan gibi, tavana doğru atılıyordu.
O gece, hastanın ulumalarından evde kimse yatamadı.
Ertesi gün, Rasim Ağa, yine elinde kalbur, adımları geri geri giderek damın üstündeki odaya çıktı. Boşluktan aşağıya baktı. Hasta, sakin, bir köşede yatıyordu.
- Oğlum! diye seslendi.
Ses alamadı. Bir an ölmüş olduğunu sandı, yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. Kovaya maşrapayı daldırarak doldurdu ve hastanın üzerine serpti. Hasta, şimşek gibi yerinden fırladı. Yine bağının elverdiği kadar tavana atıldı, düştü, atıldı, düştü. Sonra, çenesinden irin gibi salyalar akıtarak kollarını kemirmeye başladı.
Rasim Ağa, gördüğü manzaranın dehşetine dayanamadı; başı döndü, gözleri karardı ve önüne çömeldiği tahta boşluktan aşağı yuvarlandı.
Küçük Kaşıkçıoğlu, ayağının dibine yuvarlanan babasının üstüne atıldı, aralarından salya sızan dişleriyle, ellerini, yanaklarını, burnunu kemirmeye başladı.
Ne ki, Rasim Ağa’da en ufak bir kıpırtı bile yoktu. Daha damdan düşmeden önce kalbi durmuştu.

Yazarın “Kuduz Düğünü” adlı kitabından

Mehmet Seyda, Cumhuriyet Öncesi Yazarlarından Çocuklara Hikâyeler, (2.b.), İstanbul: Milliyet Yayınları, 1976, s.166-182.







18 Mayıs 2016 Çarşamba

BALIKÇININ ÖLÜMÜ

Sait Faik ABASIYANIK


Deniz kenarından dünyaya bakıyorum. Parmaklarımda pul, avucumda sedef, etrafımda balık kokusu… Bir adanın arkasında sobasını yakmış bir şehrin dumanı, bir adanın arkasında sobasız bir pencerenin buzunu kazıyorum. Gökyüzü beyazdan, siyahtan sayabildiğim dört kirli renk bulutunu götürüp getiriyor. Nerede insanlar?
Her zaman son sual bu! Nerede insanlar? Balıktalar mı, kahvedeler mi? Sonra bütün dünyaya doğru kayan bu düşünce bulutu iki renkli bir ebemkuşağını ufkun bir ucundan öteki ucuna geriyor, insanlar orada. Biri mesut öteki saadet peşinde, hangi dünya içinde bulunsak bir başka dünyanın var olabileceğini düşünüyoruz. Hepimiz başka türlü. Göğün bir tarafı mavi, mavi... Bir tarafı simsiyah, ya siyah, ya mavi, ya ölesiye gülerek, ya yaşayasıya üzülerek...
Deniz kıyısına ördekler mi gelmez? Deniz kıyısında martılar mı uçmaz? Deniz kıyısına sandallar mı yanaşmaz? Deniz kıyısına balıklar mı sürünmez?
Otuz sekiz kulaçta yatan kuzu gibi istavritleri balıkhaneye gönderen balıkçının hiç kimsesi yoktu. Kafayı tütsülerdi, sandalında yatardı. Bir sabah, güzel bir kış sabahı istakoz ağlarını çekmek üzere sandalına atladı. Öğleye doğru bu motor, sularda iki tarafına sarhoş sarhoş sallanan sandalda balıkçıyı ağın yarısı elinde baygın buldu. Gözlerini açtı balıkçı,
-Bu dünya kime kalmış ki balıkçıya kalsın- dedi. Gözünü kapadı. Elbetteki bir daha açmamak üzere.
Kahvede balıkçının sözlerini yoran yorana idi. Issız deniz kenarında insan büyük şehirleri, büyük şehirlerin sobasını, sobasızlığının düşüncelerini düşünüyor, kurumuşa dönüyor. Hakikat çırılçıplak, avuçlarında zil, ellerinde darbuka sert rüzgârlarıyla geliyor. Bir mavilik, bir açıklık, bir hürriyet hasreti kayaları döven dalga gibi kafama doğuyor.
Şimdi her şeyi anlıyorum gibisine geliyor insanın. Bir hain akıllılar grubu poyrazda gülüyor, burnuna gülüyor adamın, tepesini attırıyor adamın. Sonra esmiyor mu bir hınzır, bir budala, bir sersem lodos… Ver anasını ediyor… düşünceyi… Sürükleniyor kafamda her şey, balıkçılar yumuşuyor, olta esniyor, iğneden yem düşüyor. İnsan istakoz ağlarını denizden çeken balıkçı misali gevşiyor, gözlerini yarım yarım ölümler gibi uykuya kapamadan:
-Kimseye kalmadı bu dünya ki balıkçıya kalsın...- diyor.
-Ama biliyorum ki bugün kafalarımızda sert rüzgârlar kara bulutlarıyla durmadan estiği zaman deniz kıyılarına hep sert balıklar gelecek. Lodosların gevşetemediği etleriyle bu sert balıklar, balıkçıya gözlerini kapatırken hep birden, tütün gibi, tatlı sert şarkılar söyliyecekler. Balıkçı belki ölürken içinde bir şeyler söylemek, bir şeyler söylememek, duymamak, duyurmamak, bir iş bitirmemek gibi şeyler bulunan garip lafından cayacak. Eskiden kral öldüğü zaman bağırdıkları gibi bir balıkçı yaşadı, öldü, yaşasın öteki balıkçılar! diyecek.
(“Yenilik”, 1.6.1954, C. 2. sayı: 6)


Sait Faik Abasıyanık, “Balıkçının Ölümü”, Balıkçının Ölümü Yaşasın Edebiyat, (9.b.), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1998, s.92-94.
LÜZUMSUZ ADAM
Sait Faik ABASIYANIK

                Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum. Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile... Mahallemden pek memnunum. Yedi senedir çıkmadım oradan desem yeri. Hiçbir dostum da nerede oturduğumu bilmiyor. Mahallem dediğim; şu yedi senedir -üç ayda bir Karaköy’e inip dükkân kirasını almak bir yana- yaşadığım yer, üç dört sokak içindedir.
                Mahallem, birbirine muvazi üç sokakla, bu sokakları diklemesine kesen bir diğer sokak, bir de bunlardan bütün bütüne bağımsız, -ama sokak sayılmayacak kadar dar, kısa- benim sokağımdan ibarettir. Ben bu sokaklara, önemliliklerine göre, 1, 2, 3, 4 numaralarını taktım. Kendi sokağım numarasızdır. Onu numaralamağa elim varmadı.
                Oturduğum apartmanın altında bir sütçü, onun karşısında iki marangoz vardır. Marangozlara hiç işim düşmedi. Nasıl geçindiklerine şaşar kalırım. Akşamlara dek uğraşırlar. Demek herkes benim gibi değil: Öyle ya, tam kırk sekiz senedir marangoza işim düşmesin. İstanbul’da marangoza işi düşecek insanlara şaşar kalırım. Hem de şu İstanbul denilen yerde kim bilir kaç marangoz vardır?
                Sabahları kalktım mı koşarım doğru bir kahveye. Bu kahve tertemiz, yedi, sekiz masadan ibarettir. Sessiz insanlar gelir, gider. Bir köşede bezik, kaptıkaçtı, satranç oynarlar. Sahibi Frenk’le Yahudi kırması bir hatundur. Dünyalar kadar iyi bir kadındır. Kahvesine girer girmez:
                — Bonjur madam, derim.
                — Bonjur mösyö, der, komantalevu?
                Lazım gelen cevabı veririm. O, bu cevapla kanmaz. Bana Fransızca herhalde pek hoş lakırdılar eder. Kimini anlar, kimini anlamam. Ne kadar vıy demek lazımsa der, bu vıy’ların arasına bir iki tane de no yerleştiririm. Rahat rahat anlaşırız. Elime Fransızca bir mecmua sıkıştırır. Ben de resimlerine bakar, anlayamadığım kelimeleri bir yere yazar, eve gidip lügata baktıktan sonra da anlar, ertesi sabah gelip de mecmuayı yeniden okuduğum zaman, “vay anasını” derim.
                Madam:
                — Ön kapuçina?.. der,
                Ben:
                — Peki, derim önce.
                Sonra Fransızca olsun diye, sesa’yı yapıştırırım. Madam, pek sevinir. Başlar kapuçinasını nasıl yaptığını Alamanca anlatmaya:
                .....
                On bire doğru küçük yokuşu çıkar, tramvay yoluna varır, sola döner, on beş adım atar, bir kütüphanenin önüne düşerim. Oradan Fransızca bir resimli mecmua satın alırım. Koltuğumun altında mecmua, kütüphaneden çıkar çıkmaz hemen dalarım bizim sokağa. Oh! Ne rahatımdır girer girmez. İnsanları başkadır bizim sokağın; bu tramvay yolu insanına benzemez. Korkarım bu tramvay yolu insanından.
                Çoğu gün canım yemek istemiyor şimdi. Bizim mahallede bir işkembeci vardır. Temiz adam, çorbası da iyidir. Dükkânı ötedeki pis işkembeci dükkânlarına benzemez. Kâseleri antika, işkembesi de kar gibi beyazdır.
                — Terbiyeli mi olsun, Mansur bey? der.
                — Terbiyeli olsun, Bayram, derim.
                İsmi ister Bayram, ister Muharrem olsun, her işkembeci benim için Bayram’dır.
                — Sirke, sarmısak koyayım mı, Mansur bey?
                — Koyma bugün. Evvelsi gün biraz dokandı; gaz yaptı. Bir limon alsın çocuk, sıkıver.
                — Sizin geçen günkü limonun, yarısı duruyor.
                — Yok be?
                Bayağı, çocuk gibi sevinirim limonumun yarısının durduğuna. Bayram da bayağı çocuk gibi limonu sakladığına, beni sevindirdiğine sevinir.
                — Hepsini sıkayım mı yarım limonun Mansur bey?
                — Sık, sık, Bayram! Ekşi olsun şöyle.
                Ekşi ekşi çorbayı içer, odama çıkarım. Kamusu Fransevi karşımda, satın aldığım mecmuanın resim altlarını Türkçe edeyim derken uyuyakalırım. Elifi elifine dört buçukta uyanırım. Dört buçuk gezinti saatimdir. Evimden çıkar, sağa sapar, bir numaralı sokağı geçer, tramvay yolunu geçmeden sol yaya kaldırımdan hızlı hızlı yürür, hemen soldaki bizim bir numaralı sokağa paralel iki numaralı sokağa sapıveririm.
                Bu sokak çamurlu, pis, dar bir sokaktır. Sağ tarafta bir bar, sonra bir ekmekçi, ekmekçiden sonra bir lokanta gelir. Bana da öyle gelir ki, bu lokantada memnu meyvalarla yemekler satılır. Her akşam aynı melankolik, garip adamlarla kadınlar geliyor. Belki de kurbağa, fare, karga, kedi, köpek, insan eti yiyorlar. Orayı da geçince bizim sokağın başına sapmış olurum. Sağa döner; yemişçi kadına, “Merhaba” derim. “Merhaba bey!” der. Gözleri pek güzeldir. Sağdaki sokağa sapıp sapmamakta tereddüte düşerim... Neden mi?
                Anlatayım: Bu her akşamki gezintilerimden birinde... İnsan gezinirken etrafına bakacak, yolda durup vitrin seyredecek, birinin yüzüne bakacak, ağır ağır yürüyecektir elbette. Bütün bunları yapamam işte. Bu sokağa girince hızlanır, önüme bakarak yürür; kızgınmışım, bu sokaktan geçmeye de mecburmuşum gibi yaparım. Neden mi? Ben de onu anlatacaktım:
                Efendim, buradaki evlerin birinde ağzı burnu yerinde, (bir gözünde tavuk karası vardır ama, zararı yok!) eski kadınların dediği gibi, ellerinin üstüne fındık oturtulacak kadar yumuk yumuk elli, büyük büyük memeli, entarisinin göğse açılan yerinde hafifçe kirli esmer bir ayrılıp birleşme, hoppa mı hoppa bir Yahudi kızcağızı vardı. Çift kanatlı bir pencerenin önünde oturur, bir şeyler dikerdi. Bazen kapının önüne çıkar, saatlerce sağa sola bakar, adam bulursa çene çalardı. Bir de kalın kalın, yere sağlam basan bacakları vardı. Yahudi’nin esmeri de başka türlü güzel oluyor... Ne öpmek isterdim bacaklarından şu kızı bir defacık ömrümde.
                Bir gün mahut sokağı aşağıya doğru inmeye başlamıştım. Yahudi kızı kapının önündeydi. Karşıdaki marangoz da kapısının önünde. Tam hizalarına gelince marangoz karşıma dikildi:
                — Bana baksana; dedi, lop incir! Bir daha buradan geçersen gözünü patlatırım!
                O günden sonra bu sokaktan geçmek dileği benim için dayanılmaz bir şey olmaya başladı. Ama ilk günleri akşam gezintilerimde oradan geçmek arzusuna dayanmak için ne çarpıntılar geçirmedim! Ha şimdi patlatacak gözümü marangoz, ha şimdi!.. Ne günlerdi o günler!.. Senelerden beri bu nevi çarpıntılara yüreğimi kapamıştım. Nabzım günlerce bir tek vuruş fazla atmazdı. Onu da sayardım: Hep altmış üç, hep altmış üç. Altmış ikiye indiği de olurdu. “Yürürken normalini bulur,” derdi bir doktor arkadaşım. Durup da sokakta nabzımı sayamam a!.. Ama şöyle bir dinlenip; bir kapuçina çektim, sağda solda bana bakan insan görmeyince, gizlice saatimi çıkardım mı, tamam: Altmış üç. Ne bir kadın yüzüme bakar, ne bir portakalın beş kuruştan yirmi beş kuruşa fırlaması beni ilgilendirirdi. Beş kuruşa yerdim. Yirmi beşse portakala da veda! Üç numaralı sokağa da, İstanbul’a olduğu gibi, darıldıktan sonra akşam gezintilerim bir zaman tadını kaybetti. İki sokak içinde mahpus gibi oldum. Ama sıkılmadım. Mahallem gerçi sakindir, sakindir ama civcivli de bir mahalledir. Oturanların yarısı Levanten’le Yahudi olan bir mahallede civciv olmaz olur mu? Hele Yahudiler!.. Ne iyi, ne tatlı, ne civcivli, ne hayatı sever insanlar!.. Mahallemin Yahudileri öyle pek zengin takımı değil, daha doğrusu benim zenginlerle alışverişim yok. Portakalcım benden kırk para fazla kopardığı gün, dünyanın en sevimli insanıdır. İsmi de Salomon’dur. Pahalı bulup da bir şey almadığım zaman arkamdan ne fena fena bakar, ne de olmayacak bir fiyat verdiğim zaman homurdanır. Aksine bana hak verir.
                Akşam olur. Akşamın olduğunu bizim madamın pastanesinin pencerelerine dallı bir perde çekilince anlarım. İçerinin tatlı sarı ışığı yanar. İlkin madam yakar elektriğini. Sonra Salomon diker mumunu portakal sandığına. Sonra lakerdacı 300 mumluk ampulünün kordonunu prize geçirir. Siklamen renkli kırmızı soğan kesilince dudak boyası, tırnak cilası güzelliğiyle parlar. Lakerda; şişman, esmer bir Rum kadının kaba ve oyluk etleri gibidir!..
                Meyhaneden çıkınca yanıma, bırakılmak istenen metresler talihsizliğiyle mahallem sokulur. Zavallı sokağım!
                Bir numaralı sokakta iki tane sazlı meyhane vardır. Onların önünde taksiler bekler. Taksilerin arasında şoförler, orospular gezinir. Otomobillerin önündeki hep yıldırım düşmesin diye takılmış paratonerdir sandığım, anten olduğunu öğrendiğim halde gene ilk görüşte aldandığım, o beyaz parlak maden sopa yağmurda bir şimşek gibi parlar.
                Kocaman hayvan otomobilin bu küçük kuyruğunu; onun isterik, tehditkâr sallanışını pek severim. İşkembecinin karşısında yağmurun altında durur, şapkamı kulaklarıma geçirir, sanki uzak bir kadınsız memleketten buralara düşmüşüm de beraber geceyi geçirecek, derdimi paylaşacak bir kadın arıyormuşum gibi kocamanlaştığını tahmin ettiğim fena gözlerimle gelen geçene bakar dururum...
                On dakika sonra benden çok yaşlı bir adam geçer. Bu adam iri yarı bir adamdır. Kır bıyıklıdır. Saçları hiç dökülmemiştir ama beyazdır. Şoförler onu görünce:
                — Vay beybaba, merhaba, derler.
                O:
                — Merhaba evlatlar, der.
                Sonra Fuzuli’den beyitler okur. Şoförler adam gittikten sonra:
                — Okumuş adamdır, derler. Ama huyu kötü: Küçük kızlara düşkün. Hem küçük, hem de en adisinden olmazsa alıp gitmez, enayi!
                Adam, karşıki gazinoya yollanır. Az sonra ben de oraya giderim. O tam saz takımının karşısına geçer oturur. Üstü başı gayet temizdir. Elleri, saçları, bıyıkları itinalıdır. Gözüküşü elliden fazla değildir. Küçük şanoda bir, iki, üç, dört, beş, kadın vardır. Beybaba en gencine diker gözlerini. O kadın beybabaya kokteyl ısmarlatır. İçine dört beş damla tuvalet ispirtosu damlatılmış nar şerbeti getirirler. Bir daha getirirler. Adam ortada hizmet eden yusyuvarlak, gözleri tatlı, sıcak kızı çağırır, kulağına bir şeyler söyler, sonra artık bu adam uyumaya başlar. Masaya dirseğini yaslar, uyur. Yalnız, gözlerine siyah gözlük takmış, kısık kadın seslerinin arasına ara sıra çatlak, fakat usule uygun bir ses fırlatan kemancı, taksime giriştiği zaman gözünü açar, “Allah, Allah!” diye haykırır. Garson Bekir anlatırdı: Beraber gittiği kadınların göğsüne başını kor, ağlar, uyur, şarkı söyler, şiir okurmuş. Bu beş fiilden bir altıncısı (mesela gülmek) hiç olmazmış. Adam sonra gene uyur. Artık meyhaneye yıldırım gibi giren bir bilmem ne mahallesinin meşhur hergelesinin bilmem kim için attığı naraya bile kulak asmaz; meyhanenin birbirine girdiği, Laz meyhane sahibinin bir iki külhanbeyini yakalayıp sokağa attığı, meyhanenin camının kırıldığı akşamlar o uyur. Hatta bazı geceler, içeriye yağmurla, karla birlikte giren genç irisi, pek şişman, yanakları, boynu, saçı, bıyıkları, paltosunun yakası yağ içinde zurnacının pantolonunun düğmelerini ilikleyerek ihtiyar, bitkin hanendelerden birinin boş bıraktığı, yahut onu görünce nezaketen, belki de meslektaşlık gayretiyle kalktığı iskemleye kurulduğu, kurulup da zurnasını korkunç bir sesle üflediği zamanlarda bile uyanmaz. Bu zurnacı, saz yerinin son numarasıdır. Saat on bire doğru gelir. İki kalın, kısa, şişman bacağın üzerinde vücudunu tarta tarta yürür, yakası kadife paltosunu çıkarır; salonun bir köşesine kor, kör kemancıya selam durur. Dümbelekçi, zurnacının selam durduğunu kemancıya fısıldar. Yüzü, hanendelerin arkasında pek seyrek görünen kanuncunun biraz evvel tıraş olup şap sürdüğü gergin yüzü birdenbire bir milyon yerinden buruşur... Zurnacımız da sandalyesine oturmuştur. Pantolonunun ön düğmeleri yok mudur? Yoksa şişmanlıktan her zaman mı kopar? Orasından yeşil kaşkolunun püskülleri çıkar. Görenler güler. Gazino sahibi başıyla gözüyle işaret eder. Zurnacı mahcup ayağa kalkar. Dakikalarca arkası müşterilere dönük, pantolonunu toplar, gene oturur, bir zaman etrafına bakar. Sonra cebinden bir tabaka çıkarır. Sigara saracak sanırsınız — hayır, zurnasının kamış düdüklerinden birini alır, onu yerine kor, ötekini alır, en münasip olanını, yahut da en iyisini bu akşam için çıkaracakmış gibi yapar. Ben hep bu sırada kalkarım.
                Yedi senedir bu sokaktan gayri, İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış —ne bileyim bir şeyler işte— gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı adamlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?
                Mahalle gene ne olsa mahalledir. Benim dükkân yanabilir, aç da kalabilirim. Ama bana öyle gelir ki, şu öğleleri limonlu terbiyeli işkembe çorbasını içtiğim işkembeci beni ölünceye kadar besleyecek. Portakalcı Salomon çürük portakalları çıplak Yahudi çocuklarına nasıl dağıtıyorsa, ben geçerken de iki tane avcuma koyacak. O günler belki elbiselerim pek eski olur da içeriye almaz ama; pastanenin madamı kapısının önünde bana bir kapuçina içirir.
                Bunlar hayal ama, mahallemi ben böyle seviyorum işte! Hele eski tanıdıkları hiç görmek istemiyorum. Ara sıra mahallede onlardan birine rastlıyorum:
                — Vay! Sen buralarda, ha?
                Boynumu büküp, “Ne yapayım?” der gibi bakıyorum.
                — Kim bilir ne dalgan vardır, diyorlar.
                Sonra:
                — Ulan! Serserilikten vazgeçmedin gitti. Serserilikten değil, kendimden vazgeçtim ama dert anlatamıyorum. Kimisi:
                — Bilirim seni, hınzır, gene kimin peşindesin kim bilir? diyor.
                Kendi peşimi bile bıraktım. Ama o marangozun dostu, bir gözüne karatavuk oturmuş, elleri, çukur çukur esmer Yahudi kızına bayılıyorum. Kim bilir ne tatlı yerleri, ne kokulu tarafları vardır, kalın bacaklarından gayrı.
                Dün mahalleden şöyle bir çıkmaya karar verdim. Unkapanı’ndan vurup Saraçhane’ye çıktım. İstanbul bayağı değişmiş. Şaşırdım kaldım. Hoşuma da gitti bir bakıma:
                Temiz asfalt, kocaman yollar... O su kemeri ne güzel şeymiş meğer! Nedir o ta bir kilometreden takızafer gibi görünüşü! Yanında Gazanferağa Medresesi şipşirin, bembeyaz. Parklar, ağaçlar gördüm. İnsanlar gördüm. Ürkek ürkek dolaştım. Kıztaşı’na kadar uzandım. Fatih’ten aşağıya yürümeye başladım. Saraçhane’ye vardım. Baktım bir binanın tepesine yıkıcılar çıkmış, yıkıyorlar. Şuralarda bir hamam vardı, dedim kendi kendime. Yıkılan o hamammış. O sıra vücuduma bir hamamda yıkanmak kaşıntısı geldi.
                Ne olursa olsun, artık kepazeliği ele aldık, onu da söyleyeyim: Yedi senedir yıkanmamıştım. Yıkanmak aklıma bile gelmemişti. Beni bir kaşıntı aldı, bir kaşıntı!.. Bitlendim gibime geldi. Bir hamama girdim. Bir yıkandım, bir yıkandım! Fitil fitil de kir çıktı. Ama ben de rahat ettim. Aman, bir terlemişim, aman bir terlemişim! Elimi nereye sürsem elimde deri parçası mı, yağ parçası mı, kir parçası mı, ne bileyim bir şeyler kaldı. Şaştım kaldım insanoğlunun bu kadar çörü çöpü olmasına... Bayağı kabuk bağlarmışız.
                Hamamdan çıkıp tramvaya atladım. Eve uğrayayım da sonra akşama bir de Teşvikiye taraflarına gideyim diyordum. Eve döndüm. Yatağıma şöyle bir uzanmamla uyumam, yirmi dört saat uyumam bir oldu. Uyandığım zaman saat, ertesi gün iki idi. Aşağı yukarı tam yirmi saat uyumuşum. Doğru işkembeciye koştum.
                Bayram:
                — Maşallah, renginiz pek iyi, Mansur bey, dedi.
                Söyleyemezdim a, hamama gittim diye. Çorbama sarmısak koydurtmadım. Gezintimi yaptım. Hava kararırken Maçka’ya vardım. Oralar da bir başka âlem... Dönüşte yedi sene daha mahalleden dışarıya çıkmamaya karar vereyim dedim, olmadı. Bu başımı döndüren, iki günlük hayattan şaşkına dönmüştüm. Bir ara ne düşündüm bilir misiniz? Şu bizim dükkânla evi satayım. O sazlı gazino yok mu hani, söz açtığım? Orada dışarı siparişlerini gören kız vardı ya —hani alnı dar olanı— onu metres tutayım. Bir sene sonra da öleyim.
                Bineyim bir Boğaziçi vapuruna, günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.

Varlık, (322), Mayıs 1947
Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam, (14.b.), İstanbul: YKY, 2011, s.9-16.


İp Meselesi
Sait Faik ABASIYANIK

Arkasına şöyle bir bakınca epey yol almış olduğunu gördü. Şehir çoktan kaybolmuştu. O tarafta pis bir ufuk parçası hareketsiz birikmişti. Bu, bulut değildi. Pis bir hava birikintisi idi. Şehir bu esmer tülün içinde idi. Önünde bir yol, dimdik bir yokuş uzanıyordu. Yolun dik doğruğunda ağaçlar gözüküyordu. Orada, belki de su da vardı: Serin bir kaynak. Ama yol, oraya kadar öyle ağaçsızdı ki, öylesine sıcaktan demiryolları üstü gibi tütüyordu ki yola düzülmeden evvel bir dinlendi.
Şehri bırakmak, ondan usanmak, onunla didişmemek erkekliğin şanından mıydı? Ama ne yapsın? Yapamıyor işte. “Hayat mücadelesi” dedikleri kaypak şeye onda mâni olan bir şey var. Kime sorsa; yapamazsın bu işi, edemezsin bu haltı, diyorlar. Neden, diye sorduğu zaman, alışmamışsın... der demez, kendilerinin nasıl alıştığını soracağımı hemen kavrayarak, bu yaştan sonra da alışamazsın, diye ilave ediyorlar
Atlar doğuyor, sütçü beygiri oluyor. Eşek, adam taşıyor, kum, harç, küfe taşıyor da sahibini adam ediyor. Sinek doğuyor, bakkala yanaşıyor. Hamamböcekleri hamamları, arılar şehir bahçelerini, serçeler at pisliklerini, kumrular merhametli evleri, merhametli insanları buluyor. Ama o insanoğlu, ona ne iş var ne güç. Onun böcek bile olamayışına keyifle bakıyorlar. Sen okuyup yazamazsın da. İşte arada bir bir şeyler yaparsın, yaparsın ama bunlar iş değil, bunlar müsbet iş değil?..
Sonra şehir, şaşırtıcı müthiş bir kalabalıkla kaynıyor. Gazete satanlar, kibrit satanlar, yakalara balena satanlar, aşk satanlar, fabrikatörler, bakkallar, tiyatrocular, yazıcılar, kitapçılar, sucular, tütüncüler, profesörler, ayakkabı boyacıları, talebeler, neler var neler...
Bütün bu insanlar akşamlara kadar hangi müsbet işleri yaparak, hangi müspet neticeleri alarak uykularına, rüyalarına, karılarına, metreslerine, çocuklarına, analarına döndükleri zaman o da evinin yolunu tutardı. Kapıyı çalardı. Anası yüz vermezdi, belki para isteyecek diye. İsterdi de, utanmazdı. Akşam olmuştur. Yollar doludur. Bir insanla görüşmesi lazımdır. Bir hayal âlemine dalması lazımdır. Bir el sıkması lazımdır. Canı bir dudak öpmek isterdi: Yumuşak, tükrüklü, lezzetsiz, lezzetli bir dudak, elektrikli saç gibi çıtırdayan... Bir elin hararetiyle deli gibi olmak isterdi. Bu kaskatı katılaşmış sandığı yüreğinin korkunç yumuşayışını tekrardan bulmak isterdi. Kadınlar yalnız para ile mi dudaklarını öptürür? Yalnız menfaatlere mi yumuşak avuçlarının hararetini teslim ederlerdi? Yalnız parlağa, cebe mi kalplerinin anahtarlarını atarlardı? Öyle hırsızcasına hırsız, öyle namussuzcasına namussuz, öyle alçakçasına alçak bir adam olmak isterdi ama kolay mıydı? Her şeyi, o da her şeyi para ile satın almak daha kolaymış gibi fakir mahallelere doğru yola çıkardı. Kasvetli evler, korkunç kokulu ev içlerinden origan kokulu şık kızlar çıkardı. Bir ihtiyar kadın kızının arkasından bakardı. Saat bire doğru bir paket cıgara gelecek. Göğsüne iyi gelen tatula gelecek. Saat bire doğru para gelecek. Saat bire doğru dudaklar yenmiş, gözleri yenmiş, burnu yenmiş, saçları yenmiş kızı gelecek. O mis gibi kokusu kaçmıştır. Artık pudra, krem, ruj, Paris Akşamı lavantası kokmayacak. Bir kadının, şehvetle, arzuyla, önce arzusuzlukla başlayıp arzu ile bitmiş güne her şeyini vermiş kadının munzam diş kokusuyla eve dönecektir. Çalgılı kahveler, adi, “vuslatın başka âlem” denildiği çirkin, korkunç şarkılar, içkiler, manzaralar, oyunlar, tiyatrolar, kahveler, muhallebiciler sabahtan akşama kadar müspet iş görenleredir. O da bir müspet iş istiyordu. İstiyordu. Sahiden istiyordu. Biliyordu ki o da, bir iş yapacak değil. Kendi başına ne yapabilir? Birisine hizmet edecekti. Ona yüz kuruş kazandırırsa iki kuruşunu hak edecekti. Yüzüne bakan bu iki kuruşu ona veremezdi. Yüz kuruşluk iş göremezdi ki günde o. İş sahibi ona bakınca, bana kazandıracağı beş kuruşun ikisini ona veremem, nesine? diye düşünebilirdi. Başka işler de vardı. Ama nasıl yapmalıydı? Ne çeşit müracaatlar yapılırdı? İstida mı vermek lazımdı? İstida nasıl yazılırdı? Kime yalvarmalı, kime kendini göstermeliydi? Şöyle bir bakıyor, kendini şöyle bir tartıyor. Hayır, hayır! Hiçbir işe layık değil. Hakkı var insanların... O, dünyaya hayretle bakmaya doğmuştur. Hiçbir şey anlamadan şaşırmaya doğmuştur. Başını alıp yollarda dolaşmaya, insanlar neler yapıyor diye görmeye, görmemeye gelmiştir. Bir köprüde durup suyun rengine bakmak, bir kızın bacaklarını seyretmek: Bunu kimler öpebilir? Şu saçı nasıl okşarlar? Okşayan ne mübarek, ne iyi, ne harikulade birisidir kim bilir? Öyle olmasa, bir kadın da kendini seçebilir? Demek dünyada başkaları, korkunç surette iyi, olmayacak kadar akıllı... Belki de onlar aptes bile dökmüyorlar. Belki de o insanlar ter bile kokmuyorlar. Onlar kokular gibi, onlar yaz akşamları gibi, onlar deniz gibi, balıklar gibi tertemizdir.
Ya onlar da ara sıra burunlarını karıştırırlarsa bu kıza layık mıdırlar? Ya bu kız da akşam olunca işinden yorgun dönünce çoraplarını çıkardığı zaman onları kokluyorsa?..
Şehir birbiri üzerine yığılmış kat kat evler, ışıklar, karyolalar, örtüler, sofralar, bardaklar, kadehler, pırlantalar, altınlar içinde korkunç bir hazine, canlı bir hazine gibi kapaklarını kaldırmış; muazzam şey! Korkutuyor insanı... Bir adam sokakta cüzdanını çıkarıyor: Elli liralıklar, beş yüzlükler... Nasıl kazanılır, nasıl cüzdana bu kadar para yığılır? Adam:
— Şoför, diyor, çek!
Dün birine götürüp bir yazı verdi. Adam cüzdanını çıkardı. Sıra sıra dizmişti. Bir iki tane beş yüzlük, ellilikler, onluklar, beşlikler. Çıkarıp bir beş liralık verdi. Sanki ona dünyayı bağışlamıştı. Utandı. Teşekkür etti. Nasıl olabilirdi? Kafasındaki bir fantaziye nasıl bu adam para verirdi? İnanamıyordu. Hayretler içindeydi. Nasıl utandı. Para ellerini yaktı ama korkunç da bir sevinç vardı içinde. Göğsü kabardı. Yürüdü. Simit aldı. Meyve suyu içti. Muhallebiciye girdi. Kahve içti. Baframaden aldı. Tünele bindi. Tramvaya atladı. Şarap içti. Gazete aldı. Daha neler, neler... Beş liralık büyüklükten ufaklığa, kâğıt renginden maden rengine dönerken sonunda cebinde tırtıllı kuruşlar buldu. Bütün öteki paralardan bin defa güzel oyuncaklar... Asıl bunlar, bu tırtıllar para eder. Yarım ekmek aldı. Deniz kenarında martılara attı. Etrafına yalınayak çocuklar toplanmıştı. Ekmek parçalarını daha denize düşmeden yakalayan, acı acı bağrışan, kırmızı gözlü martılara dağıtacak ekmeği. Açlıktan ölse insanoğluna vermeyecek. Verirse adam olmaz. İnsanoğlu hak etmeli hak! Yoksa şehirde yaşamamalı, köylere gitmeli, merhametlere sığınmalı...
Bir kadın, hamalın birini yakalamış yakasından polise götürüyordu. Arkalarından gitti. Mesele şu idi: Hamal kadının eşyasını taşımıştı. Bu, iple sıkı sıkı bağlı bir harardı. Kadın, hamalın ipi aşırdığını söylüyordu. Hamalın elinde bir tek siyah, yağlı, bitkin bir ip vardı. Kayış gibi karaydı. Bununla ancak adam asılabilirdi. Zayıf bir adam, elli kiloluk bir zavallı. Adam asmak hoş bir şey olmalı! Acaba cellatlara aylık mı verilirdi? Kadına ipin bu olup olmadığı soruldu. “Hayır,” dedi kadın, “benimki yepyeni idi.”
Hamal yemin ediyor, “vallahi almadım ağabey onun ipini!” diyordu. “İpi ne yapacağım ben? Kime satılır ip? Benimkisi bana daha ekmek paramı getiriyor.”
Kadın, “bırakmam” diyordu, “o aldı ipi.” Ne hamalı bırakıyor, ne de bir ucundan tuttuğu ipini. Hamal artık dayanamadı. İpi almaz ümidiyle kadına uzattı:
— Al, vazgeçtim al, bunu al.
Almayacağını öylesine umuyor bir hali vardı ki. Ama kadın ipi aldı gitti.
Hamal sapsarı, oraya, parmaklığa dayandı. Sapsarı ufka baktı. “Ne yapacağım şimdi ben?” dedi. Öyle bir ümitsizlik, öyle bir ümitsizlik içinde idi ki elinden malı mülkü, apartımanı, karısı, altını alınmış bir zengin de bu kadar üzülürdü. Uzamış sakalı içinden gözleri apak kesildi. İşte o anda onun içini şehirden bir nefret, bir korku, bilinmez bir panik sardı. Şehri bırakıp gitmeliydi. Nereye olursa olsun... Bu şehri bırakmalıydı. Dağlarda yatmalı, su başlarında garipler gibi su içmeli, köylerden ekmek dilenmeli, şehirli görünce yol değiştirip koşa koşa kaçmalı, samanlıklarda yatmalı, dağlardan üzüm çalmalıydı.
Hamalın ipini bir fakir kadıncağız kendi çalınmış ipine karşılık aldı. Hamal belki de bu ipi çalmış, bir arkadaşına satmış, parasını yemişti. Bana ne işin orasından? Neden o kadar sarardı, neden parmaklığa dayanıp bomboş bir gökyüzüne, kalabalık insanlara korku ile baktı? Bu korkuyu, bu korkunç korkuyu şehirlerde tatmak kabil. Gitmeli, uzaklaşmalı, hiçbir şehirde durmamalı. Onun ipi yoktu. Beceriksizliği, talihsizliği, şaşkınlığı, insanlara, işlere, eşyalara, hadiselere hayreti vardır. Bir gün bir parmaklığa ipsiz bir hamal gibi dayanıp sapsarı kesileceğini, kendi kendisini bir aynada gibi görmeden evvel şehirden uzaklaşıp gitmeli. Tepeye doğru yürümeye başladı. İşte şehirden kaçıyordu. Yolun ortasında durdu. Şehir uzaktan yavaş yavaş gözükmeye başladı. Bir sis içinden sivri sivri her şeyi gözüküyordu: Bacaları, saat kuleleri, yangın kuleleri, minareleri, çan kuleleri; sonra kubbeleri, pencereleri, taraçaları, çamaşırlıkları gözüktü. Ters yüzüne döndü. Evine vardı. Mutfaktan güzel bir koku geliyordu. Kırmızı bir şeyler vardı tavada. Önüne, ipler düşünmekten görmediği bir tabağa bir şeyler konuldu. Onun iştahtan değil, çabuk bitirip evden çıkmaya acelesinden hızlı hızlı yediğini gören anası:
— İşinden dönmüş gibi acıkmışsın, dedi.
Dudağının kenarında bıçak yarası gibi bir çizgiyle güldü.
Yirminci Asır, (1), 2 Ocak 1947

Sait Faik Abasıyanık, “İp Meselesi”, Lüzumsuz Adam, (14.b.), İstanbul: YKY, 2011, s.31-35.

1 Mayıs 2016 Pazar

DONDURMALI SİNEMA
Oktay AKBAL

Hikâyemin, bugünün insanlarına bir masal gibi geleceğini biliyorum. Ama ben bu masalın içinde yaşadım. Hiç de uzak olmayan o barış günlerinin serüvenleri; sisli, karışık anılar arası yitip gitmiş, sanki o beyaz pantolonlu çocuk, yaz öğlelerinin sıcağı, durgunluğu, neşesizliği içinde, sinemaların karşılıklı sıralandığı sokakta dalgın, avare dolaşmamış; bol haydutlu, gürültülü bir filmin heyecanını resimlerini seyrederken yaşamamış.
Benim masalımda şehzadeler, peri kızları, bir dudağı göğe varan Araplar, zengin saraylar, uçan halılar, bir kılıç darbesinde ejderhaları öldüren kahramanlar, korkunç süpürgeli cadılar yok. Masalımı dinleyenleri hayalin en uzak ufuklarına, sisli mesafelerin ötesine sürüklemeyeceğim. Sadece, şimdi kahramanına bile olmamış, yaşanmamış gibi gelen ve savaştan önceki yılların kayıtsızlığı içinde eriyip kaybolan bir gerçek serüvenden bahsedeceğim.
Benim uzun savaş yıllarında, karanlık gecelerde, ekmek fırınlarının önünde; insanlardan, onların büyüklüğünden, iyiliğinden ümidimi kestiğim, yaşamaya olan sevgimin eksildiğini duyduğum anlarımda; geçip gitmiş uzak günlerin izlerini taşıyan, çocukluğumun renkli dünyasında yer etmiş büyük balkonlu o geniş sinemanın hatırası ile avunduğum oluyordu.
Bu sinema, çocukluğumun eski bir aşinasıydı. Evimizin üst kat pencerelerinden damı görülürdü.  Özellikle tatil aylarında haftada bir defa, evimizi caddeye bağlayan, etrafı eski zaman evleriyle kaplı, tozlu yolu aşıp sinemanın resimlerle süslü camlı kapısına varırdım. Her hafta değişen bu resimlerdeki insanlar benim en yakın dostlarımdı. Bin bir tehlikeyle dolu bir adada dövüşen denizcilerin yanında bulunur, uçurumlardan atımı aşırır, son hızla giden otomobili ben sürerdim. Sinemaya girince en arkadaki tek koltuğa yerleşir, kendi hayallerimle, düşüncelerimle baş başa kalmak isterdim. Dakikalarca bekledikten sonra film başlar, bir sürü kavgadan, silah seslerinden sonra biterdi.
O yaz ayları korkunç derecede sıcaktı; insanlar ceketleri kollarında, beyaz mendilleri ellerinde dolaşıyor, sucu dükkânlarına, şerbetçilere koşuyorlardı. Sinemalı sokak gitgide tenhalaşıyor, gelenler azalıyordu. Ama ben, öteki mahalle çocukları, semtin sinema delisi birkaç hizmetçi kızı, şımarık evlatlıklar ve birkaç avare, eskisi gibi gidip gelmekteydik. Otuz kısımlı filmler her zamanki gibi salonu dolduran yirmi, otuz kişiye gösteriliyordu. Boş bir sinemada film seyretmek hiç de hoş bir şey değildi. Buck Jones’un yapıştırdığı yumruklar boş yere harcanıyor, Tarzan, aslanları lüzumsuz yere öldürüyordu. En heyecanlı sahnelerde bile ses seda çıkmıyordu. Böylece sinema gitgide tadını kaybetti. Koskoca bir salonda yalnız başıma film seyretmek içimde bir korku yaratmaya başladı. Bu da büyük sinemaya birkaç hafta uğramamam için bir sebep oldu.
Uzunca bir ayrılıktan sonra bir gün sinemaya koştum. Biletimi alıp salona girerken duraklayıverdim. Bir dondurmacı kapının iç tarafına sandalye atmış, külahları, bardakları önündeki ufak masaya dizmişti. Beni görünce; “Kaymaklı mı, vişneli mi?” diyerek bir külah çekip iki kaşık dondurma doldurdu, elime tutuşturdu. Şaşkınlık içinde bir köseye çekilip beyaz önlüğü, neşeli sözleriyle hoşuma giden dondurmacıyı seyre dalmıştım. Her gelene bir külah dondurma uzatıyor, komik sözler söylüyordu. Sinema o gün de tenhaydı. Bir köşede birbirine sokulan bir çiftten başka herkes dondurmasını yalamakla meşguldü. Hepsinin yüzünde sebepsiz bir sevincin izlerini görmüştüm. O sıcak yaz günlerinin birbirine benzeyen akışı içinde sanki birden her şey değişivermişti. Dondurmalı sinema, içime bir huzur, hayallerime bir genişlik getirmişti.
Artık her hafta filmin değişmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Her çarşamba günü, kapı önünde insanlara sevinç ve mutluluk dağıtan babacan adamın elindeki vişneli, kaymaklı dondurma külahını kaptığım gibi salondaki yerimi alıyor, perdedeki olayların akışına, dostlarımın mutluluklarına kendimi kaptırıyordum. O sıralarda kimse dondurmalı sinemanın farkında değildi. Hava sıcak, güneş yakıcıydı, insanlar rahat günlerin kayıtsızlığı içindeydiler Biz; semt çocuklarından, üç-beş avareden, birkaç tembel evlatlık ve hoppa hizmetçi kızdan, askerî okul öğrencileri ile flörtlerinden başka bu eşsiz mutluluğu duyan hiç kimse yoktu. Bunların çoğu da bir masal içinde yaşadığını bilmiyor, yıllarca sonra bir masal kahramanı halini alacaklarından habersiz bulunuyorlardı. Ben bu yeni mutluluk duygusunun kapı önündeki babacan adamın dondurmasından geldiğini o zaman anlamıyordum. Yalnız bu sıkıntılı, uzun yaz günlerinde farkına varılmayan bir sebeple, bol hayallerle yüklü bir sevincin içime düşüvermiş olduğunu hissediyordum.
Ama ne yapsalar, ne etseler olmadı. Tersine, havalar ısındıkça ısındı, kimse sinemalı sokaktan geçmez; âşıklı, dövüşlü filmlerin semtine uğramaz oldu. Yine dondurmalar dağıtılıyor; biz çocuklar, işsizler, serseriler, hizmetçi kızlar sinemayı doldurmaya devam ediyorduk. Hatta üç beş kişi daha aramıza katılıyor, sokak boyunca en çok müşteri toplayan, bizim dondurmalı sinema oluyordu. Koskoca salonda yirmi-otuz kişinin bulunduğu görülüyor, bir-iki locanın loşluğunda insanlar olduğunu, babacan dondurmacının tepsisiyle dondurma bardaklarını o tarafa taşımasından anlıyorduk. Sinemacı bu kalabalığa memnun, arada bir sokağa çıkıp öteki sinemaların adamlarına caka satıyor, sigarasının dumanını o tarafa doğru üflüyordu.
Şu var ki, bu hal çok sürmedi. Karşıki ufak sinema daha parlak bir şey düşünmüş, bulmuştu. Bir gün sokak boyunca dolaşırken ufak sinemanın önünde bir kalabalığın biriktiğini gördüm. Bir sokak şerbetçisi güğümünün başına geçmiş, masanın üzerindeki bardaklara vişne şurubu dolduruyor, çatlak sesiyle bağırıyordu: “Giren içiyor, giren içiyor... Maşallah, şerbete bak, buz gibi, buz!” Gerçekten şuruplar bardakta öyle güzel görünüyordu ki seyircilerden bazıları dayanamadı, birer paradi bileti alıp bardakları diktiler. Tabii ben de o gün ufak sinemaya girmeden, o buz gibi şurubu içmeden duramazdım.
Böylece başlayan rekabet gün geçtikçe hızlandı. Dondurmalar daha bol, şerbetler daha lezzetli olmaya başladı. Karşılıklı bağrışılıyor, müşteri tavlamaya çalışılıyordu. Biz; semt çocukları, işsizler, avareler, evlatlıklar ve hizmetçi kızlar şaşkına dönüyorduk. Bir heyecandır gidiyordu. Ama dediğim gibi bu serüvenden kimsenin haberi yoktu. Herkes başka âlemlerdeydi. Burunlarının dibindeki, gözlerinin önündeki bu mutluluk kaynağını göremiyorlardı. Yalnız bizler, semtin avareleri; bu heyecanlı, eşsiz dünyada yaşadık. Her gün telaşla caddeye kadar koşar, dondurmacı ile şerbetçinin yeni buluşlarını görmeye, yeni nüktelerini işitmeye giderdik, ikisi de şen adamlardı. Öğleden evvel mahalle aralarında dolaşır, bir kahvede tavla oynar, ahbaplık ederler, öğleden sonra da işlerinin başına koşarlardı.
Eski zaman masallarının insanlarına benzeyen bu adamlar sonra birdenbire nasıl yok oldular? Bunu bir türlü anlayamadım. Bu eşsiz serüvenin sonu, o günlerin telaşı arasında kayboldu. Okullar açılmış, gerçek hayat bizi bu şiir dünyasından çekip almıştı. İlk yağmurlarla beraber dondurmacı ve şerbetçi de sanki sellere kapılıp bilinmeyen yerlere doğru uzaklaşmışlardı. Eşsiz bir masalın yaşandığını, bittiğini bilmeyen insanlar sinemayı doldurmaya başladılar. Kimse, hiç kimse şehrin göbek yerinde, herkesin gözü önünde yaşanan bu ele geçmez hikâyeyi bilemedi, göremedi.
Öyle sanıyorum ki, bir biz; semtin haylaz çocukları, bir o işsiz güçsüzler, bir o kötü boyanmış hizmetçilerle, tombul göğüslü evlatlık kızlar bu hikâyeyi hatırlayacaklardır. Ama hiçbiri de bir masal dünyasında yaşadığını, o yılların bir beyaz pantolonlu çocuğunun gözünde, eski zaman masallarının ahu gözlü sultanları, uçan halıları, gizli hazinelerinden farksız olduğunu bilmeyecektir.

Oktay Akbal, Dondurmalı Sinema, (5.b.), İstanbul: Özyürek Yayınevi, 2011, s.7-14.