YÜKSEK
GERİLİM
Adalet AĞAOĞLU
Yağmurlar
dindi. Ovanın böğründeki hafif eğimli toprak kanallar, tarlarda biriken fazla
suyu denize akıttı; akıntı, kıyılarında sivrisineklerini ve kurbağalarını
çoğalttı. Tarlalar da kanalların toprakta bıraktığı nemi sakladı, pamuğunu
büyüttü.
Tek
pervaneli uçaklar, mayıs sonu ovanın üstünde dolaşmaya başladılar. Sonra artık
tarlaların üstünde sık sık uçtular, ovaya ilâç püskürttüler. Siyolan kokusu,
bir yol ayrımındaki çilek tarlasında olgunlaşan çileklerin tadına sindi.
Çevredeki hüsnüyusufların, morsalkımların, ıtırların özsuyuna yürüdü;
şantiyelerdeki araçların dişlilerine, çimento ve çakıla, battaniyelerle
karavanalara; işinden göçenlerin ve iş aramaya gelenlerin yatağına, yorganına,
poturuna, mintanına sindi.
Tek pervaneli
uçakların attığı ilâç, pamuk fidanları üstünde kurudu; damarlı yüzlerinde benek
benek beyaz lekeler bıraktı. Dümdüz ovayı yer yer kesen çitler arasındaki
otlar, önceleri pamuk tarlalarına dolan fazla suyu bir uçtan çaldı, emdi, azıp
gelişti. Kanallar suyun fazlasını denize akıttıkça otların payına düşen nem de
azaldı. Yazboyu azaldı bu pay ve otlar kurudu, dikene sardı. Dikenleşen
sürgünlerle gövdeler, yolun tozuyla havanın ilâcını tuttu; beyaza yakın bir külrengine
bulandı. Bu kirli beyaz öbekler arasında kurumamakta direnen ince mor çiçekli
ılgınlarla süpürge otları ve çavşırlar güneşten renklerini attılar. Atılan
rengin yerini hemen ilâcın beyazlığı aldı.
Kuru pamuklar
eylülde toplanmaya başladılar. Sulanan ekim pamukları daha dolup gürbüzleşerek,
yağmurlara kalmadan toplanacakları günleri beklediler. Yaprakları genişti.
Üstlerinde daha çok ilâç lekesi biriktirdiler.
Güneş, bütün
yaz denizin üstünü kaynattı. Kaynatıp buharını aldı. Getirip taa ötelerden,
ovanın üstüne saldı. Buhar tabakası, uçakların püskürttüğü ilâcın pek az
kısmını kaptı. Yine de yoğunlaşıp kalın bir sis bulutu yaptı. Uçaklar yeniden
ilâç püskürtmeye geldiklerinde, ovaya doğru biraz daha alçaldılar. Sisin
altından uçup her seferinde biraz daha alçaldılar ve artık son ilâçlarını püskürtecekleri
zaman, yoğun buhar tabakasıyla benekli bitki örtüsü arasında kalan ensiz bir
koridorda uçtular.
Hafif eğimli
kanallardan akan suyun yüzü hareketsiz, ince, kahverengi, tahıl kabuğunu
andıran nesnelerle örtüldü. Böylece kanallar, ovadan çektikleri fazla suyun
yüklediği sivrisinek ölülerini de denize akıttılar. Ama kanalların nemli
karanlığında kurbağalar yaşamlarını sürdürdüler. Kanalların içinde siyolandan
korunup büyüdüler. Gece ay, yoğun buhar tabakasını delip de tarlaları
aydınlattığında, tedirginleşip daha çok bağırdılar.
Yukarda,
kuzeyde baraj, nehrin bahar suyunu biriktirdi. Biriktirip güçlü çarklarında
döndürdü, ağdırdı. Ağdırıp ağdırıp bu suyu elektrik gücüne dönüştürdü ve yüksek
gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünde
ovaya uzandı. Tarlalarda, yol kıyılarında dura dikile; sulama kanallarının ve
bu kanal yavrularının döşenme çizgilerini şurda burda kese atlaya daha güneye,
kalabalıkların toplaştığı yerlere uzandı. Uzanıp, yüklendiği öldürücü ve diriltici
gücü bu yerlere taşıdı. Geçtiği her yerde kendisiyle kesişen her şeye ve
herkese güçlü adını kazdı, bıraktı. Ama oralara uzanmadan önce bu yüksek gerilim
hattı, geçtiği yerlerde hiçbir katı cismin kendisine elli santimden daha yakın
gelmesine izin vermedi, yağışlı havalarda çevresini daha geniş tuttu; yüz elli
santimlik bir çapın çizdiği daire içinde egemenliğini kurdu. Dokunulmazlığını böyle
koruyarak yürüdü, gitti ve milyarda bir gücünden çok daha, ama çok daha azını
vinç operatörü Kadir Çiçek’in ot-sap tavanından sarkan yirmi beş mumluk
ampulüne boşalttı.
Ampul, Kadir
Çiçek’in tavanında bir saat kadar ışıdı. Karısı çocukları yatırdı, bulaşıkları
yıkadı, ekşimiş yoğurt artığının üstüne tel kasnağı örttü; öylece getirip
pencere önüne bıraktı. Camsız pencereye ince naylon bir gergi gerdi; dışarı,
avluya çıktı.
Kadir Çiçek,
yirmi beş mumluk ampulün kapı önüne vuran aydınlığında tuzlu su kabını önüne
çekti. Kabaran avuçlarını tuzlu suyun içine soktu: Çok erken varmalı şantiyeye.
Vincin makarasını yağlatmalı. Doğru sürmeli kanaletlerin başına. Hava
kararmadan ne kadar çoğunu oturtursak eğerlerine, o kadar iyi.
Ellerini
tuzlu sudan çıkardı, üstündeki atlet fanilaya sildi. Kapıdan süzülen ölü
aydınlıkta baktı ellerine:
“Dürzünün
vinci!” dedi. Güldü yine de.
Karısı tuzlu
su dolu kaba uzandı:
“Oldu mu?”
dedi.
“Oldu, oldu”
dedi Kadir [Çiçek], “götür dök”
Sakine Çiçek,
tası aldı, avlunun karanlığına daldı. Kocası bir sigara yaktı. Duvar dibindeki
peykede yatan kardeşi Hasan’a baktı: “Aferin ülen” dedi nerdeyse yüksek sesle. “Dünün
çocuğu… Şaka maka, kıvırdın gitti bu işi… Çabuk öğrendin orta halat
yardımcılığını…”
Hasan
uykusunda mırıldandı. Sonra bir bağırdı ve peykeden aşağı sarkan sol bacağı
seğirdi. Bacağını çekti yukarı. Yan döndü. Derin uyuyordu.
Damın
üstünde Hasan’ın küçüğü Sefer’le kendi büyük oğlu Kemal yatıyorlar.
Uyumadıkları, cibinlik bezinin altında itişip kakıştıkları duyuluyordu. Kemal,
neye gülüyorsa, kikir kikir gülüyordu. Sefer:
“Sus be, uyu
artık!” diye bağırdı.
Kadir Çiçek,
başını yukarı kaldırdı. Sefer’le Kemal’i görecekmiş gibi baktı. Oysa dam,
ensesinin üstünde kalıyordu.
“Seslen
şuna. Rahat versin. Her akşam bir oyun bulur. Uyutmaz küçük amcasını, it”.
Karısı, dama
çıkan merdiven başına vardı. Yukarı seslendi:
“Kemal!
Baban yanına varıyor ha!”
Kemal’in
zorla sindirmeye çalıştığı sesi, yine de bıcır bıcır duyuluyordu aşağıdan.
“İşin
bittiyse söndür ışığı” dedi Kadir Çiçek karısına.
“Yatacaksan
yatağını açayım mı?”
Sakine
Çiçek, yeniden içeri yöneldi.
“Açma daha.
Çok sıcak. Uyunacak gibi değil. Işığı söndür. Sivriler dolmasın içeri”.
Kapıdan
dışarı süzülen sarı ışık birden yitti. Kadir Çiçek, kapının önünde ak bir leke
olup kaldı.
Uzaklarda
kurbağalar durmadan haykırıyorlar. Bütün kanalların, derelerin, su
birikintilerinin içinde yükseliyor bu haykırışlar ve yankılanıp geliyor; Kadir
Çiçek’in avlusundaki bütün sesleri, Kemal’in gülüşlerini falan bastırıyordu.
Sakine
usulca çıktı içerden. Usulca konuştu:
“Sivriler
pek eskisi kadar değil artık. Azaldılar”.
“Uyumuş mu
kızlar?”
“Uyumuşlar.
Oğlan da uyusun iyice, alıcam yanıma”.
Kocasının
soluna bir sandık çekti. Üstüne ilişti. Karanlıkta onun yüzünü seçmeye çalıştı.
Daha otuzuna varmadan yaşlı bir ağaç gibi kalın kabuksu, yol yol çizgiliydi
kocasının yüzü. Bütün gün vincin üstünde. Ha babam, de babam. Ovanın güneşi üç
yılda çökertti onu da.
İçini çekti:
“Nasıl
avuçların?”
Kadir Çiçek,
dizlerine sürttü avuçlarını. Ses vermedi.
“Düşünme
Kadir. Ne düşünüyorsun anam? Borçlarımız tükendi oldu işte. De işine bak. Kışa
pencereleri camlarız”.
Kocası
başını çevirip baktı ona. Yine de kurban olduğum güneş. Yaz boyu Kadir’imin
gözlerine dolmuş dolmuş da, şimdi, gece ortasında gelmiş ordan şavkıyor.
Böyle geçti
Sakine Çiçek’in içinden. Kocasının gözlerindeki parıltıdan hoşlanıp eğdi
başını.
Peykede bir
kıpırdanma oldu. Hasan doğrulup kalktı.
“Uyunmuyor
be yenge. Çok sıcak…”
Genç irisi
gövdesiyle dikildi peykenin önünde. Ayak alışkanlığı gitti, avlunun bir
köşesindeki musluklu tenekeden su çarptı yüzüne. Kollarını iyice ıslattı.
Çizgili pijama altlığını çekerek şöyle bir dolandı avlunun ortasında. Abisi bir
kibrit çaktı. Bir sigara daha ateşledi:
“Hasan…”
dedi sonra, “demin uykunda konuşuyordun düdük…”
Hasan, kötü
şaşırdı:
“Yok yahu
abi?.. Ne diyordum ki?..”
Vinç
operatörü, treylerin üstündeki Hasan’ı gördü şimdi. Bütün gün, gözü onun
gözlerindeydi. İki yardımcı da treylerin üstünde, yan halatları bir kanaletin
iki ucuna geçiriyorlar, kancalarına takıyorlar, onlar kancaları takar takmaz
Hasan, abisine “vinç askısını indir,” işareti veriyor, sonra acele çelik orta
halatı döndürüyor, vinç askısını çelik halata geçiriyor, yeniden abisine
bakıyor, tam zamanında “kaldır” işareti veriyor.
Önceleri bu
iş sesli sürüyordu. Giderek iki kardeş gözleriyle anlaştılar. Hasan’ın işi çok
dikkat istiyordu. Orta halatı döndürmekte, ânında “indir” ya da “kaldır”
işaretini vermekte ustalaşıyordu. Bakışları hep öyle çocuksu bir ciddiyeti,
çocuksu bir önemsemeyi barındırıyordu. İşini öğrenmekte gösterdiği tükenmez
çaba; o, kollarını oyuna çıkmış gibi geriş; o, boynunu balıkçıl kuşu gibi
dikişi, hep bir kıvanmayla bir gülme duygusunu da birlikte getiriyordu Kadir’in
yüreğine.
“Söyleyim
mi?” dedi, Hasan’ın ürkek gözlerine bakıp.
“Söyle…”
“Yengenin
yanında?”
Durdu Hasan.
Uykusunda olmadık sözler ettiyse yengesinden çok abisinden utanacak.
“Olan olmuş
zaten. Duymuşsun ya,” dedi.
Pijamasının
altlığını az daha çekti yukarı. Gidip yeniden musluklu tenekenin önüne çöktü.
Ağzına bir lokma su alıp çalkaladı, tükürdü. Arkasını dönmedi hiç. Öyle
çömeldiği yerden:
“Yengem de
duysun, n’olacak,” dedi, isteksiz.
“Hadi Kadir,
deyiver neyse…”
“Ah oğlum,
kız adı saysaydın daha iyi olurdu ya…”
“Ee, ne
saymışım?”
“Kaldır,
kaldııır!.. İndir, indiiir!..”
Hep birlikte
güldüler. Geniş bir soluk aldı Hasan. Gelip abisinin dizi dibine çöktü:
“Başka?”
“Ne olsun
başka?”
“Pek bir
sevdin sen bu işi Hasan… Pek bir sevdin… Etmeyeydiniz… Askere gideydin daha
iyiydi ya, askerden gelmiş gibi yapacağınıza…”
Sakine,
bitirmedi sözünü. Gülmeler durdu. Uzun sustular. Olmadı; Sakine, başka yerden
aldı sözü:
“İşte, öyle
istedin, öyle oldu! Ne deyim?..”
“Aman be
yenge! Der der aynı şeyi dersin. Bitirmişim ortaokulumu sayesinde abimin. Yarın
bitirir Sefer de ortaokulunu acık benim sayemde… Derken Kemal, derken Gülten,
derken Ayten ve dahi girer sıraya Orhan… Birbirimize dayanacağız demedik mi?”
“Yapsaydın
askerliğini önden…”
Kocasının
kıpırdandığını, yüreğinin daraldığını bildi; kesin sustu. Yetmedi, koydu
parmaklarını dudaklarının üstüne, kitledi onları. Kadir Çiçek, dibe eren
sigarayı yere attı, tokyosuyla bastı üstüne.
“Kaç metre
döşedik bu ay?”
Hasan,
okulda derse kaldırılma korkusuna benzer bir korkuyu atlatmış gibiydi.
Öğretmenin gözleri bir değip geçmişti kendisine, işte o kadar. Şimdilik.
Şimdilik yine iyiydi her şey.
“Bugün yüz
yetmiş metre geçtik abi… Öyle ya, eğere son monte ettiğimiz kanaletle yüz
yetmiş metre geçtik… Yarın beş yüz metre fazlayı doldurursak primimiz üç bin
lira tutar, değil mi?”
“Doldurursak
tutar” dedi, Kadir Çiçek.
“Üç bini de
pay ettin mi dördümüze…”
Kafasında
hesabını kurdu.
“Kadir Usta…”
dedi sonra, “Kadir Usta… Yevmiyelerle, iki saat fazlalarla birlik bu ay sade
benim elime ne geçiyor biliyor musun? Tam bin dört yüz elli lira geçiyor. İlk
bu kadar çok olacak, biliyor musun? Şimdiye kadar en çok dokuz yüz elli
olmuştu… İlk bin dört yüz elli lira. Para bu be!.. Gidip hemen bir buzdolabı
alıcam şuraya… Taksitle maksitle… Konduracam avluya… Çekecem bir de elektrik
hattı, içeri ampule giren hattan buraya… Artık buz gibi içeriz suyumuzu… Ayranımızı
da soğuturuz…”
Göz kırptı
abisine:
“Rakını da
soğuturuz. Dolabın rakısı benden haa! Her zaman… Çocukların kitabı, kalemi,
defteri de benden… Her zaman…”
Abisi
sevinmeye çalıştı ama, gelmedi içinden sevinmek.
Sakine,
Hasan’ın coşkusu çözülmesin diye, çözdü parmaklarını dudaklarından, güldü:
“Amanın şuna
bakın!.. Büyümüş, adam olmuş da…”
Olmadı.
Oturmadı birşeyler yine yerine. Bu konu ne zaman açılsa, bir söz ye fazla, ya
eksik söylenmiş oluyor.
“Sağol
Hasan… Sağol yine de…”
“Bir de
Almanyalara gitmeye kalktındı abi. Hepimizi böylece döküm saçım bırakıp buralarda…
Şimdi yani, kötü mü oldu?..”
“Amma öttün
be sümüklü!” dedi Kadir.
Yüreği
hopladı Sakine’nin. Ama baktı ki, karanlıkta güzel parlamakta kocasının
gözleri. Güzel, yumuşak. Hasan da baktı. Baktı ki, alay değil abisinin
gözlerindeki. Öfke değil. Horlama değil. Sarıldı ona:
“Baba Kadir…
Kadir Usta… Baba Kadir Usta abim benim be…” dedi; kardı karıştırdı bu
adları-sıfatları birbirine.
Yüksek
gerilim hattı yukarlardan dolandı, alçaklara indi. Yine döndü, dolandı ve
gecenin ortasında kararmış bakır telleriyle gücünün milyarda birinden çok daha,
çok daha azını, bir gün Kadir Çiçek’in avlusuna yerleşecek soğutucuya da
aktarmak üzere kendini hazır etti; bekledi.
Yirmi altı
beton kanaletle yüklü treyler, akşama doğru yükünden hafiflemiş olarak birkaç
metre daha ilerledi. Kanalet hattına çapraz durdu, bekledi.
Vinç
operatörü Kadir Çiçek, boynuna bağladığı turuncu mendili çözdü; vincin
üstündeki yerinde kımıldadı; alnının terini havalandırdı; parmaklarını büktü,
açtı, levyeyi kavradı; vinci, yirmi dördüncü kanaleti yerine oturtmak üzere,
treylerin ilerleyip durduğu yere sürdü; vinç askısını doğrultup bekledi.
Az önce
yirmi üçüncü kanaleti yerine oturtmak üzere, ellerinde birer katranlı iple
eğerlerin başına koşmuş olan iki yan yardımcı, boşalan vinç halatlarının
kancalarını çözmüşler, yirmi dördüncü kanaleti vince takmak için yeniden
treylerin üstüne çıkmışlardı. Hasan Çiçek, katranlı iplerin eğerlerde tam
yerine konulup konulmadığına bakmış, abisine “tamam” işareti vermiş, yirmi
üçüncü kanalet, eğerlerindeki yerine oturduktan sonra o da dönmüş; treylere,
yirmi dördüncü kanaletin ortasına çıkıp durmuştu. Vinç burnundan sarkan çelik
askı halatını yakalayıp bekledi.
Sağ yardımcı
Bilâl ile sol yardımcı Osman, yirmi dördüncü kanaletin iki ucundaki yerlerini
aldılar, beklediler. Hasan orta halatı öptü. Orta halattan sarkan iki yan
askıyı ayırıp birini Osman’a, ötekini Bilâl’e attı. Vincin üstünde, gözlerini
kendisinden ayırmayan, her hareketini hoşgörmez bir usta dikkatiyle izleyen
abisine gülümsedi. Vinç motorunun büyük gürültüsünü bastırarak:
“Varan yirmi
dört!” diye bağırdı ona.
Sesini daha
çok yükseltti:
“Geçtik!
Dokuz kilometreyi tam dört yüz doksan metre geçtik şimdi!”
Kadir Çiçek,
yeniden önündeki kola uzandı. Kolu çekti. Çatırtı büyüdü.
“Kes hesabı!
İşi bitirelim!..” diye haykırdı kardeşine. Çenesinde bir damar seğridi. Hasan’ın
o anda derin bir utanç ve saygıyı yükleniveren bakışlarını görmemek için,
gözlerini uzak denizle ova arasına kalın bir perde çeken yoğun sis tabakasına
çevirdi.
Güneş iyice
alçalmış, şeklini iyice dağıtmıştı. Bir buzlu camın ardından yansıtıyordu
kendini. Nerdeyse, haşlanmış, haşlanıp diriliğini yitirmiş püskül püskül radika
otları gibi, radika otlarının renksiz kökleri gibi buharlar saçarak ve artık
her an biraz daha biçimini dağıtarak ovayı tarıyordu. Buharını koyveren ova mı,
buzlu bir cam gerisinden yansıyan ışınlar mı, ayırdetmek her an güçleşiyordu.
Taa
uzaklarda, büyük kentin güneye bakan salkım saçak dış mahallesinde, bir kereste
bıçkısının cızırtılı sesi bütün gün Sakine Çiçek’in dişlerini kamaştırdı.
Gürültüye alışkın kulakları, duyarlığını ağzına, dişetlerine aktarmıştı. Küçük
bütan gaz ocağını avluya çıkardı. Tüpün düğmesini çevirdi, kibriti çaktı.
Hışırtıyı duydu; ocağın yanmış olduğunu bu güçlü hışırtıdan bildi. Yanmış gazın
deliklerden fışkıran parıltısı, alçaldıkça aydınlığı yayvanlaşan ova güneşinin
parıltısını yine de bastıramıyordu.
Sakine
Çiçek, avluda çok eski bir bisiklete düşe kalka alışmaya çalışan Kemal’e:
“Koş anam, Sefer
abine söyle, bir paket de sana alıversin gelirken,” dedi.
Bütan gaz
ocağının üstüne bir tencere su kodu. Kemal, annesini duymamış gibi bisikleti
yalpalatarak bir kez daha döndü avlunun içinde. Gaz ocağına sürtünerek geçti.
Sakine’nin içinde bir şey sıçrayıp indi. Dışardan avluya dolan bıçkı sesine
arkasını dönüp yeniden seslendi:
“Sağır mısın
Kemal? Sana söylüyorum!”
“Duydum”
dedi, Kemal. Bisikletin cantını duvara sürttü.
Sakine’nin
dişleri daha bir derin kamaştı. Dilini dişetlerinin üstünde gezdirdi. Tükürüğünü
yuttu.
“Duydunsa
koşuversene. Gelirler nerdeyse. Hazır edelim yemeklerini …”
“Erken daha”.
“Erken… Sana
erken. Bana her şey geç, baksana… Koş hadi!”
Kemal
isteksiz, bisikleti duvara dayadı. Camsız pencere önünde duran plastik sürahiyi
ağzına dikti, içti.
“Ilık. Kan
gibi,” dedi.
“Buzdolabı
alacak Hasan Amcan. Akşam söyledi. Babanla bir olup alırlar…”
“Ne zaman?”
“Bu aybaşı”.
“Yarından
sonra yani?”
“Yarından
sonra belki. Belki birkaç gün daha sonra… Hesaplarını bir yapsınlar hele…
Borç-harç ne kalmış, görsünler de…”
“Fruko da
koyalım içine anne. Şişe şişe, her çeşidinden koyalım”.
“Bakalım.
Belki. Bir gün koyarız belki”.
“Keşke yazbaşında
alsaydık be anne!”
“Sana
konuşması kolay. Fırla hadi!.. Yağ lâzım bana. Koşuver Sefer Abin dönmeden…”
Orhan, peykenin
üstünde bir mısır koçanıyla oynuyordu. Koçanı ağzına, yeni çıkan diş yerlerine
sürtüyor, salyasını akıtıyordu. Ayten’le Gülten, musluklu tenekenin başında bez
bebeklerinin çamaşırlarını yıkıyorlardı. Kemal, avlu kapısından çıktı. Sakine
Çiçek, kızların yanına koştu; çekip aldı onları ordan.
“Bütün
suyumu harcadınız yine!.. Su nerde?..”
Beton sulama
kanallarının içi kuruydu. Çeşmeler çoktan kurumuştu. Eğimli kanallar, yazbaşı
pamuk tarlalarından artan suyu denize akıttıktan sonra, şimdi bu kanalların
içbükey toprak duvarlarında dağınık tebeşir tozunu andıran ince, beyaz, iplik
iplik, düzensiz bir çizgi kalmıştı. Çizgiler kendilerini yenileyerek dibe
indikçe, içbükey duvarlarda da ince çatlaklar açılmıştı.
Ovanın
pamuğunu ilerde daha uyumlu sulayacak kanalet yapım tasarısı kâğıt üstünden
kalkıp her gün biraz daha genişleyerek, büyüyerek, uzayıp oranlarını çoğaltarak
ovayı örtmeye başlamıştı. Bütün yaz ovaya ilâç püskürten küçük uçak pilotları,
mat sedef renkli kalın çizgilerin ovayı düzgün parçalara bölerek toprakta
yürüdüğünü görmüşlerdi.
Güneyde iki
büyük kenti birleştiren asfalt yol üstündeki kanalet fabrikası, her gün biraz
daha çok sayıda kanalet üretti. Fabrikanın önündeki yapım şantiyesinde, duvara
asılı ova haritasına bir mühendis, her akşam daha çok sayıda renkli
topluiğneler batırdı. Topluiğneler arasındaki uzaklığı gözüyle birleştirdi; her
santimini iki binle çarptı; şantiye muhasebecisi, bu çarpımdan çıkan metre ve kilometre
fazlalarını paraya dönüştürüp yevmiyelere böldü. Şirket mühendisi, her akşam,
yerleştirilen kanaletlerin en son ucuna gitti; işçilerin kaç eğere kaç kanalet
oturttuklarına baktı. Devlet kontrol mühendisi, her ay sonuna doğru gidip,
yerlerine oturtulan kanaletlere ayağının ucuyla vurdu ve dönüp masasının
başına, şirketin devlet alacağını hesabetti. Akşamları şirket mühendisleri,
devlet mühendislerini içkili, serin lokantalarda ağırladılar. Ağırlamadıkları
zaman, devletin şirkete sunduğu aylık payı alabilmek için beklemek zorunda
kaldılar. Böyle zamanlarda işçiler, bakkal ve fırınlardaki veresiye
hesaplarını, bankalar ise kredi faizlerindeki toplamları çoğalttılar. Ama bütün
bu, çok sayıda insanı içine alıp döndüren geniş çember, ovanın az sayılı sahipleri
adına her gün biraz daha hızla devindi ve ova, pamuğunu her gün biraz daha
onlar için büyüttü. Şantiye mühendislerinden biri “bankalar için,” dedi.
Kontrol mühendislerinden biri “ovayı bölüşenler için,” dedi. Kuşkulandılar
birbirlerinden; küstüler ve ayrı adlı partilere oy verdiler. Durup seçim
sonuçlarını beklediler.
Güneş biraz
daha dağıtıp yaydı ışığını.
Vinç burnunun
gerisinde, eli levyenin üstünde oturup bekleyen vinç operatörü Kadir Çiçek,
gölgesini ardına düşürdü. Orta halat yardımcısı Hasan Çiçek, sağına baktı; sağ
halat yardımcısı Bilâl, yirmi beşinci kanaletin sağ altından ipi geçirirken o
da hızla sola döndü. Sol halat yardımcısı Osman’ın da kanaletin sol alt ucundan
halatı geçirdiğini gördü. İki yanına yeniden baktı. İki uçtan sarkan çelik halatların
askı halkalarına geçirilmesini bekledi. Vinç askısından sarkan orta halatı
eliyle tarttı. Dengeyi duydu avuçlarında. Çelik halatı büktü, vinç askısının
ağır ağır dönmesini sağladı. Kadir Çiçek, gözüyle izledi dönüşü ve bakışlarını
çevirip kardeşinin gözlerine dikti. İşin bu en önemli, en çok dikkat isteyen
anını, kaçıncı kez yine gözleriyle paylaştılar. Hasan’ın gözünde Kadir’in artık
ezbere tanıdığı ışık parladı: “Kaldır!”
Kadir,
işaret parıltısını yakalar yakalamaz vinci çalıştırdı. Vinç burnunu ağır ağır kaldırıp
döndürmeye başladı. Bilâl ve Osman bir sıçrayışta treylerden indiler. Ellerinde
katranlı halatlar, ovada birkaç metre aralıkla çifter çifter ve çatal
ağızlarıyla açılıp duran beton kanalet eğerlerinden en yakındaki çiftin başına
kondular. Katranlı iplerini eğerlerin üstüne serdiler. Onlar bu serme işini
yaparken Hasan, sürekli olarak abisine işaret verdi. Vinç burnunun ucunda
askıya alınmış ağır beton kanalet, tam eğerlerin üstüne oturacak biçimde geldi,
orada bekledi.
Hasan,
treylerin üstünden yere atladı. Bilâl’le Osman’ın yanına koştu. Katranlı
iplerin eğerler üstüne uygun serilip serilmediğine baktı. İpler güzel
serilmişti. Başını kaldırdı, abisine baktı:
“İndir!”
dedi, bu kez sesli olarak.
Kadir Çiçek,
kolu çekti. Vinç bumu ağır ağır indi eğerlere, eğerlerdeki katranlı ipler
üstüne. Hasan, kanalet iki uçtan iki eğer üstüne tam oturana dek işaret verdi
abisine. Bu arada treyler hareket etti, bir sonra konulacak kanalet yerine
ilerledi. Hasan:
“Tamam!”
diye haykırdı.
Sağ ve sol
yardımcılar, gevşeyip boşalan çelik askı halatlarını büyük bir çabuklukla
kancalarından çözdüler, vinci serbest bıraktılar. Hasan’la birlik yeniden
treylerin üstüne çıktılar. Kadir Çiçek, bir sonraki ve en sonuncu kanaleti
kaldırıp yerine oturtmak üzere, vinci, treylerin şimdi bulunduğu yere sürdü.
Orada bekledi.
Yukarlardan
inip gelen yüksek gerilim hattı, ekibin ulaştığı kilometre noktasının az
ötesinde kanalet hattını kesiyordu. Treylerde kalan son kanalet de az sonra
yüksek gerilim hattının toprakta bıraktığı yayvan gölgeyi bıçkı gibi kesecek.
Kesip taa ötelere uzanacak. Uzanan her fazla metresi, kanalet döşeme ekibinin
herbiri için birer öğün demek olacak.
Sakine
Çiçek, duvar dibindeki ıtırlarla sardunyalara, camsız pencere dibinde ağır ağır
boy veren mor çiçekli hüsnüyusufa su verdi. Diplerini serinletti. Plastik
ibrikte kalan suyu avlunun içinde acele gezdirdi. Avlu taşları önce halka halka
esmerleşti, sonra hemen kayboldu esmer, kıvrık çizgiler. Avluya çizgilerin
cılızlığında ince bir serinlik dokunup geçti.
Çapraz
ayaklı masayı ıtırların yanına taşıdı Sakine. Açtı. Masanın yeşil-beyaz çiçekli
muşambası üstüne cacığı koydu. Cacığın yoğurdu, yüzeyinde, henüz gözle
seçilemeyen hafif bir fışırdamayı gizledi.
Sakine
Çiçek, bütan gaz ocağının başında durdu. Kaynayan suya evde kesilmiş makarna
saldı. Boynunu dikip gökyüzüne baktı yine. Zamanı anlamaya çalıştı. Ay
çıkıyordu. Buzlu cam gerisinde irin renkli bir ışık, şimdi maviye çalan beyaz
bir ışıkla kavgaya başlıyordu. “Vakittir,” dedi Sakine Çiçek. Peykenin üstünde
yüzükoyun sızıldayan Orhan’ı doyurmaya koyuldu. Bıçkı sesi dinmişti.
Vincin bumu
askısını sarkıttı. Hasan, çelik halatı yakaladı. Aşağıdan gelen soluk yeşil
renkli bir pikap, kızını yavaşlattı. Şantiye mühendisi Nazif, pikabını yolun
kıyısına bıraktı, indi. Bir hendeği atlayıp ekibin yanına vardı. Eliyle “durun”
işareti yaptı. Durdular. Kadir Çiçek’in canı sıkıldı. Hasan Çiçek, orta halatı
gevşetti avucunda, ama bırakmadı. Kadir Çiçek, levyeyi boşa aldı, kalktı,
başını Nazif beye uzattı.
“Elektrik
hattını görüyorsun değil mi usta?”
“Biliyorum,”
dedi Kadir Çiçek.
“Dikkatli
olmak gerek. Bumu uzak tut. Yaklaştırma.”
“Evet, evet”
dedi Kadir Usta.
“Kötü bir
saat. Geç. Uzaklıklar yanıltır şimdi…”
Hasan Çiçek
atıldı:
“Tek kanalet
kaldı!” dedi.
“Olsun. En
iyisi bırakın işi artık. Sabah yerleştirirsiniz”.
“Tek kanalet
için bekletmeyelim vinci,” dedi Kadir Usta. “Sabah Y 12 hayttına başlarız.”
Hasan, soluğunu
gevşetti. Kıvançla baktı abisine.
Yaşını on
sekizden büyük ve askerliğini yapmış gösteren bir sahte kimlik kartıyla
abisinin karşısına dikildiği günden bu yana altı ay geçmişti. O sabah abisi
kendisini kovalamıştı. Akşam, evde dövmüştü. “Kaç kişi girdi bu yoldan işe.
Şantiye anlamıyor. Anlasa da anlamamazlığa geliyor. Bilâl nasıl çalışıyor
sanıyorsun?” diye karşı durmuştu Hasan yine de. Yumuşamadı abisi. “Sıkıntıdasın…
Çok sıkıntıdasın. Bilmiyor muyum ben?” dedi Hasan. O zaman iki tokat daha yedi
abisinden. “Sana ne ulan? Benim bileceğim iş! Okula gideceksin. İşte bu
kadar!..”
İlk büyük
çatışmalarıydı abisiyle. Çocuklar yadırgadılar. Hepsi korktular, ağladılar.
Kadir Çiçek, fırlayıp kahveye gitti. Gece çok geç döndü. Konuyu açtırmadı bir
daha. Hasan’la konuşmadı. Evin kereste borcu hesabını ona değil, Kemal’e
yazdırdı. Üçüncü gün, memleketlisi Avni’den biraz daha borç para istemek için
de Sefer’i gönderdi. Sefer, eli boş döndü. Dördüncü gün, Osman’ın beşiğini
götürdü. Beşik bir daha geri gelmedi, ama Kadir Çiçek, akşam Sefer’le eve üç
ekmek ve birtakım ciğer gönderdi. Kendi gelmedi. Beşinci gün, şantiyede yevmiye
dağıtma günüydü. Sakine Çiçek, gözünü avlu kapısından ayırmadı. Bütan gaz
ocağını yakmak için kocasının dönmesini bekledi: Kıyma getirirse patatesi
vururum ocağa…
Yağışlar
dinmemişti daha. Bütün ay vinç de, treyler de araziye çok seyrek girebilmişti.
Fazla çalışma, prim sözkonusu değildi. İş günleri bile sayılıydı. “Hepsi hepsi
yedi yüz tutar bu ay. Fazla tutmaz,” demişti Kadir Çiçek. Karısı, bütün bir ayı
nasıl geçireceklerini düşünmeyi çoktan unutmuştu. En yakın akşamı ve en yakın
sabahı düşünebiliyordu o. Hasan, damın üstüne çıkmış, akan yerine bir çinko
parçası çakıyordu. Damın üstünde eğilip doğruldukça yengesini görüyordu.
Yengesinin işi her gün biraz daha azalmıştı. Her gün biraz daha az tencere
ovuyordu. Çamaşırı biriktiriyordu. Biriktirmeye olanak kalmayınca, düz suda
çalkalıyordu. Terden kayışa dönmüş gömlek yakalarını bir tutam kille ovuyordu.
Hasan, elini
cebine sokmuştu. Sahte kimlik kartını çıkarmıştı. Karta, herkese iyi gelecek
bir iksir gibi bakmıştı. Damdan indi sonra. Yengesinin, yeşil lastik
ayakkabılarının ucuyla bir su birikintisini incitmeden dürtüklediğini gördü. “Ne
inat bu benim abim!.. Ne inat…” dedi. Sakine Çiçek, kocasını savunmak istedi.
Ama şu an savunacak belli bir ipucu yakalayamadı. “Seni düşündüğünden…” dedi
sadece. “Bu yaz çalışsam… İlerde yine okurum…”
Hasan sözünü
tamamlamadan avlu kapısı gıcırdadı. O yana fırladı Sakine. Baktı, kocasının
elleri bomboş değil. Eski gazete kâğıtlarına sarılmış paketlere uzandı. “Al.
Götür ocağa birşeyler koy”. Kadir Çiçek’in sesi, başka bir adamın sesiydi. Yüzü
başka bir adamın yüzüydü. “Hasta mısın Kadir?”
Kadir, karşılık
vermedi. Kaç gündür tek sözetmediği, yüzüne bakmadığı Hasan’a doğru yürüdü.
Hasan, abisi yeniden tokatlarsa diye, kendini hazır etti. Söyleyeceklerini bir
bir dizdi içinden. Abisi yanından geçti. Peykenin ucuna ilişti. Ellerine baktı.
Parmaklarını kenetleyip şıklattı. “Sen git, ocağa birşeyler koy,” dedi yine
karısına. Hasan, elindeki çekici toprak duvara sürttü. Kabaran toprak hemen
döküldü yere.
“Hasan…”
dedi Kadir Çiçek, “yanıma gel”.
Hasan,
yanına gitti abisinin. Ama çok yakınına değil.
“Yarın
birlikte gidelim şantiyeye. Kâğıtlarına bakacaklar. Uygunsa iş verecekler sana.”
Hasan’ın
yutkunma bezleri sızlamıştı. Göz çevrelerinde bir yanma olmuştu. “Sağol abi,”
demişti, sızlama ve yanmaları bastırıp.
“Doğramacı
yevmiyelerimi kestirmiş. Şantiye şefi haberliydi. Kesmiş. Bu ay öderim demiştim”.
Başka bir
açıklama yapmamıştı Kadir Çiçek. Sadece sözü bağlamıştı: “Yanıma alacağım seni.
Belki ilerde iyi bir vinç ustası olursun sen de”. “Olurum,” demişti Hasan da. “Senin
borçların var, keserler. Benim borçlarım yok, kesemezler,” demişti, dili ağzına
dolaşarak. “Yani diyeceğim… bir yandan kesilirsek, bir yandan damlarız hiç
değil… Öyle değil mi abi?”
Mühendis
Nazif, kararsız duruyordu.
“En iyisi boşaltın
treyleri. O gitsin. Bilâl vincin başında kalsın,” dedi. “Gerçi evet… tek
kanalet için… Yine de, boşaltın”.
Kadir Çiçek,
kararlı konuştu:
“Çift iş
olur bey. Şimdi oturturuz onu biz. Yerleştiririz geçeriz”.
Mühendis
Nazif, artık birşey demedi. Bütün gün yerlerine oturtulmuş kanaletlerin simdi
iyice belirginleşen aklığına baka baka yürüdü. Bir boydan bir boya geçti
döşenmiş kanalet hattının yanından ve çatlayan eğerlerden birini kafasına not
ederek pikabına döndü.
“Yine de
dikkatli olun!” diye bağırdı ekibe; bindi, gaza bastı, doğu yönünde sürdü
pikabını.
Vincin bumu
son kanaleti kavradı, kaldırdı.
Hasan, çelik
orta halatı büktü.
Bum ağır
ağır döndü, yüksek gerilim hattının altına özenle girdi. Operatörün gözüyle
ayarladığı sınırı bir milim aşmadan girdi hattın altına; kanaleti hizaladı,
eğere yakın yere indi, orada başı eğik bekledi.
Kadir Çiçek
de sabırsız bekledi. Hasan’ın bakışları seçilmez olmuştu. Sesini duymayı
bekledi. O, her gün biraz daha erkekleşen, artık nerdeyse tam kendisi olmaya
aday sesin “boşalt” demesini bekledi. Ama Osman, kendi payına düşen katranlı
ipi aceleden kötü sermişti. Halat tam yerinde değildi. Hasan, çelik orta halatı
bırakmadan sol yardımcıya seslendi:
“Düzelt ipi!
İpi düzelt!.. Oturt yerine Osman!..”
Sol yardımcı,
ipi düzletmek için askıdaki kanaleti usulca itti; itip yer açmak istedi. Açtığı
yerden eğere doğru eğildi, sığmadı. Az daha itti kanaletin ucunu. Kadir Çiçek,
vincin gürültüsünü bastırmak, bastırıp sesini duyurmak: “Oyun mu oynuyorsunuz
be?” diye bağırmak için soluğunun hepsini topladı, ağzını açtı ve:
“Oy…”
diyebildi.
Kanaleti
taşıyan askılardan biri kaymış, kanaletin bir ucu yere vurmuştu. Bozulan denge,
o anda ağırlığından kurtulan vinç bumunu yukarı doğru esnetti. Yukarı doğru
esneyen bum, yüksek gerilim hattının egemenlik alanına girdi; gücünün milyarda
birinden pek azını kapıp, elinde hâlâ çelik halatı tutmakta olan Hasan’ın
gövdesine akıttı. Çelik halat ucunda iri, siyah bir kömür asılıp kaldı.
İş erken
başlamıştı. Şimdi ay, kalın buhar tabakası ardında, az önceki kavgadan yorgun, derin
soluyarak, derin soluyup durmadan terleyerek ovaya çiseliyordu. Islak ışık,
vincin ucundaki iri kömür parçasında ince cızırdıyordu.
Sakine
Çiçek, cacık yoğurdunun yüzeyinde giderek çoğalan fışırdamayı gördü. Daha
bekledi. Fışırtı derine, dibe indi. O zaman, artık beklemedi. Çocukları Sefer’e
bıraktı. Başına bir örtü örttü, yanına Kemal’i aldı; siyolanlı pamuk
tarlalarının kıyıcıklarında dura dikile, yüksek gerilim hattı direklerinin
koyduğu işaretleri izleye ede, bir kalabalığın toplaştığı, resmî araçların mavi
ve kırmızı ve sarı ışıklarını durmadan yakıp söndürdükleri bir yere doğru
yürüdü. Ama Sakine Çiçek daha oraya varamadan, asfalt yoldan sirenlerini
öttürerek bir polis aracı geçti. Ters yöne, kente gitti. Polis aracının içinde
biri:
“Kardeşindi
ha?” dedi, Kadir Çiçek’e.
Kadir Çiçek
bumun ucundaki kömür parçasından daha kara görünüyordu. Bir kömür parçası nasıl
ses vermezse, o da öyle ses vermedi.
“Demek iş
kazası?” dedi, aracın içindeki öbür polis. “Sigortanız vardır. Kaza ise iyi.
Kardeşininki sana kalır”.
Kuşkuyla
baktı Kadir Çiçek’e.
“Yaşı uygun
ki çalıştı. Vardır sigortası kardeşinin de,” dedi beriki.
Hasetle
baktı Kadir Çiçek’e.
Yağmurlar
yeniden başladı. Ovanın böğrüne sokulmuş hafif eğimli toprak kanallar, pamuk
tarlalarının fazla suyunu denize akıtmaya yetişemedi. Tarlalarda küçük, durgun
göller oluştu.
Kuzeyde
baraj, daha çok elektrik gücü üretti ve bu gücü yüksek gerilim hattına akıttı.
Durmadan akıttı.
Yüksek
gerilim hattı, direkler üstünden ovaya uzandı. Dokunulmazlığını koruyarak,
büyük kentlerin kapılarında bölünüp kollara ayrılarak, caddelerde yeniden
kollara ayrılarak, dış mahallelerde daha ince kollara
ayrılarak, ayrılan en ince kollarından birini Kadir Çiçek’in ot-sap tavanından
aşırtarak gitti; gücünün milyarda birinden çok daha azını bir kez daha
parçalara böldü ve böldüğü daha küçük çaplı güçleri cezaevlerinde durmadan
çoğalan koğuşlara, o koğuşların tepelerindeki en küçük ampullere boşalttı.
Çoğalan koğuşlarda ampuller, en uzak yıldızların ışıkları kadar ölü bir ışıkla
sabahlara dek yandı.
Kadir Çiçek,
koğuşta gözünü bu soluk ışıktan hiç ayırmadı. Üşenmesiz, uzun baktı. Aylarca
baktı: Işığı iyice tanıdı. Tanıyıp beynine akıttı; gerildi. Her sabah daha
yüksek gerildi.
(Adalet Ağaoğlu,
“Yüksek Gerilim”, Toplu Öyküler I, İstanbul: YKY, 2001, s. 9-26.)