30 Nisan 2016 Cumartesi

YÜKSEK GERİLİM
Adalet AĞAOĞLU
Yağmurlar dindi. Ovanın böğründeki hafif eğimli toprak kanallar, tarlarda biriken fazla suyu denize akıttı; akıntı, kıyılarında sivrisineklerini ve kurbağalarını çoğalttı. Tarlalar da kanalların toprakta bıraktığı nemi sakladı, pamuğunu büyüttü.
Tek pervaneli uçaklar, mayıs sonu ovanın üstünde dolaşmaya başladılar. Sonra artık tarlaların üstünde sık sık uçtular, ovaya ilâç püskürttüler. Siyolan kokusu, bir yol ayrımındaki çilek tarlasında olgunlaşan çileklerin tadına sindi. Çevredeki hüsnüyusufların, morsalkımların, ıtırların özsuyuna yürüdü; şantiyelerdeki araçların dişlilerine, çimento ve çakıla, battaniyelerle karavanalara; işinden göçenlerin ve iş aramaya gelenlerin yatağına, yorganına, poturuna, mintanına sindi.
Tek pervaneli uçakların attığı ilâç, pamuk fidanları üstünde kurudu; damarlı yüzlerinde benek benek beyaz lekeler bıraktı. Dümdüz ovayı yer yer kesen çitler arasındaki otlar, önceleri pamuk tarlalarına dolan fazla suyu bir uçtan çaldı, emdi, azıp gelişti. Kanallar suyun fazlasını denize akıttıkça otların payına düşen nem de azaldı. Yazboyu azaldı bu pay ve otlar kurudu, dikene sardı. Dikenleşen sürgünlerle gövdeler, yolun tozuyla havanın ilâcını tuttu; beyaza yakın bir külrengine bulandı. Bu kirli beyaz öbekler arasında kurumamakta direnen ince mor çiçekli ılgınlarla süpürge otları ve çavşırlar güneşten renklerini attılar. Atılan rengin yerini hemen ilâcın beyazlığı aldı.
Kuru pamuklar eylülde toplanmaya başladılar. Sulanan ekim pamukları daha dolup gürbüzleşerek, yağmurlara kalmadan toplanacakları günleri beklediler. Yaprakları genişti. Üstlerinde daha çok ilâç lekesi biriktirdiler.
Güneş, bütün yaz denizin üstünü kaynattı. Kaynatıp buharını aldı. Getirip taa ötelerden, ovanın üstüne saldı. Buhar tabakası, uçakların püskürttüğü ilâcın pek az kısmını kaptı. Yine de yoğunlaşıp kalın bir sis bulutu yaptı. Uçaklar yeniden ilâç püskürtmeye geldiklerinde, ovaya doğru biraz daha alçaldılar. Sisin altından uçup her seferinde biraz daha alçaldılar ve artık son ilâçlarını püskürtecekleri zaman, yoğun buhar tabakasıyla benekli bitki örtüsü arasında kalan ensiz bir koridorda uçtular.
Hafif eğimli kanallardan akan suyun yüzü hareketsiz, ince, kahverengi, tahıl kabuğunu andıran nesnelerle örtüldü. Böylece kanallar, ovadan çektikleri fazla suyun yüklediği sivrisinek ölülerini de denize akıttılar. Ama kanalların nemli karanlığında kurbağalar yaşamlarını sürdürdüler. Kanalların içinde siyolandan korunup büyüdüler. Gece ay, yoğun buhar tabakasını delip de tarlaları aydınlattığında, tedirginleşip daha çok bağırdılar.
Yukarda, kuzeyde baraj, nehrin bahar suyunu biriktirdi. Biriktirip güçlü çarklarında döndürdü, ağdırdı. Ağdırıp ağdırıp bu suyu elektrik gücüne dönüştürdü ve yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünde ovaya uzandı. Tarlalarda, yol kıyılarında dura dikile; sulama kanallarının ve bu kanal yavrularının döşenme çizgilerini şurda burda kese atlaya daha güneye, kalabalıkların toplaştığı yerlere uzandı. Uzanıp, yüklendiği öldürücü ve diriltici gücü bu yerlere taşıdı. Geçtiği her yerde kendisiyle kesişen her şeye ve herkese güçlü adını kazdı, bıraktı. Ama oralara uzanmadan önce bu yüksek gerilim hattı, geçtiği yerlerde hiçbir katı cismin kendisine elli santimden daha yakın gelmesine izin vermedi, yağışlı havalarda çevresini daha geniş tuttu; yüz elli santimlik bir çapın çizdiği daire içinde egemenliğini kurdu. Dokunulmazlığını böyle koruyarak yürüdü, gitti ve milyarda bir gücünden çok daha, ama çok daha azını vinç operatörü Kadir Çiçek’in ot-sap tavanından sarkan yirmi beş mumluk ampulüne boşalttı.
Ampul, Kadir Çiçek’in tavanında bir saat kadar ışıdı. Karısı çocukları yatırdı, bulaşıkları yıkadı, ekşimiş yoğurt artığının üstüne tel kasnağı örttü; öylece getirip pencere önüne bıraktı. Camsız pencereye ince naylon bir gergi gerdi; dışarı, avluya çıktı.
Kadir Çiçek, yirmi beş mumluk ampulün kapı önüne vuran aydınlığında tuzlu su kabını önüne çekti. Kabaran avuçlarını tuzlu suyun içine soktu: Çok erken varmalı şantiyeye. Vincin makarasını yağlatmalı. Doğru sürmeli kanaletlerin başına. Hava kararmadan ne kadar çoğunu oturtursak eğerlerine, o kadar iyi.
Ellerini tuzlu sudan çıkardı, üstündeki atlet fanilaya sildi. Kapıdan süzülen ölü aydınlıkta baktı ellerine:
“Dürzünün vinci!” dedi. Güldü yine de.
Karısı tuzlu su dolu kaba uzandı:
“Oldu mu?” dedi.
“Oldu, oldu” dedi Kadir [Çiçek], “götür dök”
Sakine Çiçek, tası aldı, avlunun karanlığına daldı. Kocası bir sigara yaktı. Duvar dibindeki peykede yatan kardeşi Hasan’a baktı: “Aferin ülen” dedi nerdeyse yüksek sesle. “Dünün çocuğu… Şaka maka, kıvırdın gitti bu işi… Çabuk öğrendin orta halat yardımcılığını…”
Hasan uykusunda mırıldandı. Sonra bir bağırdı ve peykeden aşağı sarkan sol bacağı seğirdi. Bacağını çekti yukarı. Yan döndü. Derin uyuyordu.
Damın üstünde Hasan’ın küçüğü Sefer’le kendi büyük oğlu Kemal yatıyorlar. Uyumadıkları, cibinlik bezinin altında itişip kakıştıkları duyuluyordu. Kemal, neye gülüyorsa, kikir kikir gülüyordu. Sefer:
“Sus be, uyu artık!” diye bağırdı.
Kadir Çiçek, başını yukarı kaldırdı. Sefer’le Kemal’i görecekmiş gibi baktı. Oysa dam, ensesinin üstünde kalıyordu.
“Seslen şuna. Rahat versin. Her akşam bir oyun bulur. Uyutmaz küçük amcasını, it”.
Karısı, dama çıkan merdiven başına vardı. Yukarı seslendi:
“Kemal! Baban yanına varıyor ha!”
Kemal’in zorla sindirmeye çalıştığı sesi, yine de bıcır bıcır duyuluyordu aşağıdan.
“İşin bittiyse söndür ışığı” dedi Kadir Çiçek karısına.
“Yatacaksan yatağını açayım mı?”
Sakine Çiçek, yeniden içeri yöneldi.
“Açma daha. Çok sıcak. Uyunacak gibi değil. Işığı söndür. Sivriler dolmasın içeri”.
Kapıdan dışarı süzülen sarı ışık birden yitti. Kadir Çiçek, kapının önünde ak bir leke olup kaldı.
Uzaklarda kurbağalar durmadan haykırıyorlar. Bütün kanalların, derelerin, su birikintilerinin içinde yükseliyor bu haykırışlar ve yankılanıp geliyor; Kadir Çiçek’in avlusundaki bütün sesleri, Kemal’in gülüşlerini falan bastırıyordu.
Sakine usulca çıktı içerden. Usulca konuştu:
“Sivriler pek eskisi kadar değil artık. Azaldılar”.
“Uyumuş mu kızlar?”
“Uyumuşlar. Oğlan da uyusun iyice, alıcam yanıma”.
Kocasının soluna bir sandık çekti. Üstüne ilişti. Karanlıkta onun yüzünü seçmeye çalıştı. Daha otuzuna varmadan yaşlı bir ağaç gibi kalın kabuksu, yol yol çizgiliydi kocasının yüzü. Bütün gün vincin üstünde. Ha babam, de babam. Ovanın güneşi üç yılda çökertti onu da.
İçini çekti:
“Nasıl avuçların?”
Kadir Çiçek, dizlerine sürttü avuçlarını. Ses vermedi.
“Düşünme Kadir. Ne düşünüyorsun anam? Borçlarımız tükendi oldu işte. De işine bak. Kışa pencereleri camlarız”.
Kocası başını çevirip baktı ona. Yine de kurban olduğum güneş. Yaz boyu Kadir’imin gözlerine dolmuş dolmuş da, şimdi, gece ortasında gelmiş ordan şavkıyor.
Böyle geçti Sakine Çiçek’in içinden. Kocasının gözlerindeki parıltıdan hoşlanıp eğdi başını.
Peykede bir kıpırdanma oldu. Hasan doğrulup kalktı.
“Uyunmuyor be yenge. Çok sıcak…”
Genç irisi gövdesiyle dikildi peykenin önünde. Ayak alışkanlığı gitti, avlunun bir köşesindeki musluklu tenekeden su çarptı yüzüne. Kollarını iyice ıslattı. Çizgili pijama altlığını çekerek şöyle bir dolandı avlunun ortasında. Abisi bir kibrit çaktı. Bir sigara daha ateşledi:
“Hasan…” dedi sonra, “demin uykunda konuşuyordun düdük…”
Hasan, kötü şaşırdı:
“Yok yahu abi?.. Ne diyordum ki?..”
Vinç operatörü, treylerin üstündeki Hasan’ı gördü şimdi. Bütün gün, gözü onun gözlerindeydi. İki yardımcı da treylerin üstünde, yan halatları bir kanaletin iki ucuna geçiriyorlar, kancalarına takıyorlar, onlar kancaları takar takmaz Hasan, abisine “vinç askısını indir,” işareti veriyor, sonra acele çelik orta halatı döndürüyor, vinç askısını çelik halata geçiriyor, yeniden abisine bakıyor, tam zamanında “kaldır” işareti veriyor.
Önceleri bu iş sesli sürüyordu. Giderek iki kardeş gözleriyle anlaştılar. Hasan’ın işi çok dikkat istiyordu. Orta halatı döndürmekte, ânında “indir” ya da “kaldır” işaretini vermekte ustalaşıyordu. Bakışları hep öyle çocuksu bir ciddiyeti, çocuksu bir önemsemeyi barındırıyordu. İşini öğrenmekte gösterdiği tükenmez çaba; o, kollarını oyuna çıkmış gibi geriş; o, boynunu balıkçıl kuşu gibi dikişi, hep bir kıvanmayla bir gülme duygusunu da birlikte getiriyordu Kadir’in yüreğine.
“Söyleyim mi?” dedi, Hasan’ın ürkek gözlerine bakıp.
“Söyle…”
“Yengenin yanında?”
Durdu Hasan. Uykusunda olmadık sözler ettiyse yengesinden çok abisinden utanacak.
“Olan olmuş zaten. Duymuşsun ya,” dedi.
Pijamasının altlığını az daha çekti yukarı. Gidip yeniden musluklu tenekenin önüne çöktü. Ağzına bir lokma su alıp çalkaladı, tükürdü. Arkasını dönmedi hiç. Öyle çömeldiği yerden:
“Yengem de duysun, n’olacak,” dedi, isteksiz.
“Hadi Kadir, deyiver neyse…”
“Ah oğlum, kız adı saysaydın daha iyi olurdu ya…”
“Ee, ne saymışım?”
“Kaldır, kaldııır!.. İndir, indiiir!..”
Hep birlikte güldüler. Geniş bir soluk aldı Hasan. Gelip abisinin dizi dibine çöktü:
“Başka?”
“Ne olsun başka?”
“Pek bir sevdin sen bu işi Hasan… Pek bir sevdin… Etmeyeydiniz… Askere gideydin daha iyiydi ya, askerden gelmiş gibi yapacağınıza…”
Sakine, bitirmedi sözünü. Gülmeler durdu. Uzun sustular. Olmadı; Sakine, başka yerden aldı sözü:
“İşte, öyle istedin, öyle oldu! Ne deyim?..”
“Aman be yenge! Der der aynı şeyi dersin. Bitirmişim ortaokulumu sayesinde abimin. Yarın bitirir Sefer de ortaokulunu acık benim sayemde… Derken Kemal, derken Gülten, derken Ayten ve dahi girer sıraya Orhan… Birbirimize dayanacağız demedik mi?”
“Yapsaydın askerliğini önden…”
Kocasının kıpırdandığını, yüreğinin daraldığını bildi; kesin sustu. Yetmedi, koydu parmaklarını dudaklarının üstüne, kitledi onları. Kadir Çiçek, dibe eren sigarayı yere attı, tokyosuyla bastı üstüne.
“Kaç metre döşedik bu ay?”
Hasan, okulda derse kaldırılma korkusuna benzer bir korkuyu atlatmış gibiydi. Öğretmenin gözleri bir değip geçmişti kendisine, işte o kadar. Şimdilik. Şimdilik yine iyiydi her şey.
“Bugün yüz yetmiş metre geçtik abi… Öyle ya, eğere son monte ettiğimiz kanaletle yüz yetmiş metre geçtik… Yarın beş yüz metre fazlayı doldurursak primimiz üç bin lira tutar, değil mi?”
“Doldurursak tutar” dedi, Kadir Çiçek.
“Üç bini de pay ettin mi dördümüze…”
Kafasında hesabını kurdu.
“Kadir Usta…” dedi sonra, “Kadir Usta… Yevmiyelerle, iki saat fazlalarla birlik bu ay sade benim elime ne geçiyor biliyor musun? Tam bin dört yüz elli lira geçiyor. İlk bu kadar çok olacak, biliyor musun? Şimdiye kadar en çok dokuz yüz elli olmuştu… İlk bin dört yüz elli lira. Para bu be!.. Gidip hemen bir buzdolabı alıcam şuraya… Taksitle maksitle… Konduracam avluya… Çekecem bir de elektrik hattı, içeri ampule giren hattan buraya… Artık buz gibi içeriz suyumuzu… Ayranımızı da soğuturuz…”
Göz kırptı abisine:
“Rakını da soğuturuz. Dolabın rakısı benden haa! Her zaman… Çocukların kitabı, kalemi, defteri de benden… Her zaman…”
Abisi sevinmeye çalıştı ama, gelmedi içinden sevinmek.
Sakine, Hasan’ın coşkusu çözülmesin diye, çözdü parmaklarını dudaklarından, güldü:
“Amanın şuna bakın!.. Büyümüş, adam olmuş da…”
Olmadı. Oturmadı birşeyler yine yerine. Bu konu ne zaman açılsa, bir söz ye fazla, ya eksik söylenmiş oluyor.
“Sağol Hasan… Sağol yine de…”
“Bir de Almanyalara gitmeye kalktındı abi. Hepimizi böylece döküm saçım bırakıp buralarda… Şimdi yani, kötü mü oldu?..”
“Amma öttün be sümüklü!” dedi Kadir.
Yüreği hopladı Sakine’nin. Ama baktı ki, karanlıkta güzel parlamakta kocasının gözleri. Güzel, yumuşak. Hasan da baktı. Baktı ki, alay değil abisinin gözlerindeki. Öfke değil. Horlama değil. Sarıldı ona:
“Baba Kadir… Kadir Usta… Baba Kadir Usta abim benim be…” dedi; kardı karıştırdı bu adları-sıfatları birbirine.
Yüksek gerilim hattı yukarlardan dolandı, alçaklara indi. Yine döndü, dolandı ve gecenin ortasında kararmış bakır telleriyle gücünün milyarda birinden çok daha, çok daha azını, bir gün Kadir Çiçek’in avlusuna yerleşecek soğutucuya da aktarmak üzere kendini hazır etti; bekledi.
Yirmi altı beton kanaletle yüklü treyler, akşama doğru yükünden hafiflemiş olarak birkaç metre daha ilerledi. Kanalet hattına çapraz durdu, bekledi.
Vinç operatörü Kadir Çiçek, boynuna bağladığı turuncu mendili çözdü; vincin üstündeki yerinde kımıldadı; alnının terini havalandırdı; parmaklarını büktü, açtı, levyeyi kavradı; vinci, yirmi dördüncü kanaleti yerine oturtmak üzere, treylerin ilerleyip durduğu yere sürdü; vinç askısını doğrultup bekledi.
Az önce yirmi üçüncü kanaleti yerine oturtmak üzere, ellerinde birer katranlı iple eğerlerin başına koşmuş olan iki yan yardımcı, boşalan vinç halatlarının kancalarını çözmüşler, yirmi dördüncü kanaleti vince takmak için yeniden treylerin üstüne çıkmışlardı. Hasan Çiçek, katranlı iplerin eğerlerde tam yerine konulup konulmadığına bakmış, abisine “tamam” işareti vermiş, yirmi üçüncü kanalet, eğerlerindeki yerine oturduktan sonra o da dönmüş; treylere, yirmi dördüncü kanaletin ortasına çıkıp durmuştu. Vinç burnundan sarkan çelik askı halatını yakalayıp bekledi.
Sağ yardımcı Bilâl ile sol yardımcı Osman, yirmi dördüncü kanaletin iki ucundaki yerlerini aldılar, beklediler. Hasan orta halatı öptü. Orta halattan sarkan iki yan askıyı ayırıp birini Osman’a, ötekini Bilâl’e attı. Vincin üstünde, gözlerini kendisinden ayırmayan, her hareketini hoşgörmez bir usta dikkatiyle izleyen abisine gülümsedi. Vinç motorunun büyük gürültüsünü bastırarak:
“Varan yirmi dört!” diye bağırdı ona.
Sesini daha çok yükseltti:
“Geçtik! Dokuz kilometreyi tam dört yüz doksan metre geçtik şimdi!”
Kadir Çiçek, yeniden önündeki kola uzandı. Kolu çekti. Çatırtı büyüdü.
“Kes hesabı! İşi bitirelim!..” diye haykırdı kardeşine. Çenesinde bir damar seğridi. Hasan’ın o anda derin bir utanç ve saygıyı yükleniveren bakışlarını görmemek için, gözlerini uzak denizle ova arasına kalın bir perde çeken yoğun sis tabakasına çevirdi.
Güneş iyice alçalmış, şeklini iyice dağıtmıştı. Bir buzlu camın ardından yansıtıyordu kendini. Nerdeyse, haşlanmış, haşlanıp diriliğini yitirmiş püskül püskül radika otları gibi, radika otlarının renksiz kökleri gibi buharlar saçarak ve artık her an biraz daha biçimini dağıtarak ovayı tarıyordu. Buharını koyveren ova mı, buzlu bir cam gerisinden yansıyan ışınlar mı, ayırdetmek her an güçleşiyordu.
Taa uzaklarda, büyük kentin güneye bakan salkım saçak dış mahallesinde, bir kereste bıçkısının cızırtılı sesi bütün gün Sakine Çiçek’in dişlerini kamaştırdı. Gürültüye alışkın kulakları, duyarlığını ağzına, dişetlerine aktarmıştı. Küçük bütan gaz ocağını avluya çıkardı. Tüpün düğmesini çevirdi, kibriti çaktı. Hışırtıyı duydu; ocağın yanmış olduğunu bu güçlü hışırtıdan bildi. Yanmış gazın deliklerden fışkıran parıltısı, alçaldıkça aydınlığı yayvanlaşan ova güneşinin parıltısını yine de bastıramıyordu.
Sakine Çiçek, avluda çok eski bir bisiklete düşe kalka alışmaya çalışan Kemal’e:
“Koş anam, Sefer abine söyle, bir paket de sana alıversin gelirken,” dedi.
Bütan gaz ocağının üstüne bir tencere su kodu. Kemal, annesini duymamış gibi bisikleti yalpalatarak bir kez daha döndü avlunun içinde. Gaz ocağına sürtünerek geçti. Sakine’nin içinde bir şey sıçrayıp indi. Dışardan avluya dolan bıçkı sesine arkasını dönüp yeniden seslendi:
“Sağır mısın Kemal? Sana söylüyorum!”
“Duydum” dedi, Kemal. Bisikletin cantını duvara sürttü.
Sakine’nin dişleri daha bir derin kamaştı. Dilini dişetlerinin üstünde gezdirdi. Tükürüğünü yuttu.
“Duydunsa koşuversene. Gelirler nerdeyse. Hazır edelim yemeklerini …”
“Erken daha”.
“Erken… Sana erken. Bana her şey geç, baksana… Koş hadi!”
Kemal isteksiz, bisikleti duvara dayadı. Camsız pencere önünde duran plastik sürahiyi ağzına dikti, içti.
“Ilık. Kan gibi,” dedi.
“Buzdolabı alacak Hasan Amcan. Akşam söyledi. Babanla bir olup alırlar…”
“Ne zaman?”
“Bu aybaşı”.
“Yarından sonra yani?”
“Yarından sonra belki. Belki birkaç gün daha sonra… Hesaplarını bir yapsınlar hele… Borç-harç ne kalmış, görsünler de…”
“Fruko da koyalım içine anne. Şişe şişe, her çeşidinden koyalım”.
“Bakalım. Belki. Bir gün koyarız belki”.
“Keşke yazbaşında alsaydık be anne!”
“Sana konuşması kolay. Fırla hadi!.. Yağ lâzım bana. Koşuver Sefer Abin dönmeden…”
Orhan, peykenin üstünde bir mısır koçanıyla oynuyordu. Koçanı ağzına, yeni çıkan diş yerlerine sürtüyor, salyasını akıtıyordu. Ayten’le Gülten, musluklu tenekenin başında bez bebeklerinin çamaşırlarını yıkıyorlardı. Kemal, avlu kapısından çıktı. Sakine Çiçek, kızların yanına koştu; çekip aldı onları ordan.
“Bütün suyumu harcadınız yine!.. Su nerde?..”
Beton sulama kanallarının içi kuruydu. Çeşmeler çoktan kurumuştu. Eğimli kanallar, yazbaşı pamuk tarlalarından artan suyu denize akıttıktan sonra, şimdi bu kanalların içbükey toprak duvarlarında dağınık tebeşir tozunu andıran ince, beyaz, iplik iplik, düzensiz bir çizgi kalmıştı. Çizgiler kendilerini yenileyerek dibe indikçe, içbükey duvarlarda da ince çatlaklar açılmıştı.
Ovanın pamuğunu ilerde daha uyumlu sulayacak kanalet yapım tasarısı kâğıt üstünden kalkıp her gün biraz daha genişleyerek, büyüyerek, uzayıp oranlarını çoğaltarak ovayı örtmeye başlamıştı. Bütün yaz ovaya ilâç püskürten küçük uçak pilotları, mat sedef renkli kalın çizgilerin ovayı düzgün parçalara bölerek toprakta yürüdüğünü görmüşlerdi.
Güneyde iki büyük kenti birleştiren asfalt yol üstündeki kanalet fabrikası, her gün biraz daha çok sayıda kanalet üretti. Fabrikanın önündeki yapım şantiyesinde, duvara asılı ova haritasına bir mühendis, her akşam daha çok sayıda renkli topluiğneler batırdı. Topluiğneler arasındaki uzaklığı gözüyle birleştirdi; her santimini iki binle çarptı; şantiye muhasebecisi, bu çarpımdan çıkan metre ve kilometre fazlalarını paraya dönüştürüp yevmiyelere böldü. Şirket mühendisi, her akşam, yerleştirilen kanaletlerin en son ucuna gitti; işçilerin kaç eğere kaç kanalet oturttuklarına baktı. Devlet kontrol mühendisi, her ay sonuna doğru gidip, yerlerine oturtulan kanaletlere ayağının ucuyla vurdu ve dönüp masasının başına, şirketin devlet alacağını hesabetti. Akşamları şirket mühendisleri, devlet mühendislerini içkili, serin lokantalarda ağırladılar. Ağırlamadıkları zaman, devletin şirkete sunduğu aylık payı alabilmek için beklemek zorunda kaldılar. Böyle zamanlarda işçiler, bakkal ve fırınlardaki veresiye hesaplarını, bankalar ise kredi faizlerindeki toplamları çoğalttılar. Ama bütün bu, çok sayıda insanı içine alıp döndüren geniş çember, ovanın az sayılı sahipleri adına her gün biraz daha hızla devindi ve ova, pamuğunu her gün biraz daha onlar için büyüttü. Şantiye mühendislerinden biri “bankalar için,” dedi. Kontrol mühendislerinden biri “ovayı bölüşenler için,” dedi. Kuşkulandılar birbirlerinden; küstüler ve ayrı adlı partilere oy verdiler. Durup seçim sonuçlarını beklediler.
Güneş biraz daha dağıtıp yaydı ışığını.
Vinç burnunun gerisinde, eli levyenin üstünde oturup bekleyen vinç operatörü Kadir Çiçek, gölgesini ardına düşürdü. Orta halat yardımcısı Hasan Çiçek, sağına baktı; sağ halat yardımcısı Bilâl, yirmi beşinci kanaletin sağ altından ipi geçirirken o da hızla sola döndü. Sol halat yardımcısı Osman’ın da kanaletin sol alt ucundan halatı geçirdiğini gördü. İki yanına yeniden baktı. İki uçtan sarkan çelik halatların askı halkalarına geçirilmesini bekledi. Vinç askısından sarkan orta halatı eliyle tarttı. Dengeyi duydu avuçlarında. Çelik halatı büktü, vinç askısının ağır ağır dönmesini sağladı. Kadir Çiçek, gözüyle izledi dönüşü ve bakışlarını çevirip kardeşinin gözlerine dikti. İşin bu en önemli, en çok dikkat isteyen anını, kaçıncı kez yine gözleriyle paylaştılar. Hasan’ın gözünde Kadir’in artık ezbere tanıdığı ışık parladı: “Kaldır!”
Kadir, işaret parıltısını yakalar yakalamaz vinci çalıştırdı. Vinç burnunu ağır ağır kaldırıp döndürmeye başladı. Bilâl ve Osman bir sıçrayışta treylerden indiler. Ellerinde katranlı halatlar, ovada birkaç metre aralıkla çifter çifter ve çatal ağızlarıyla açılıp duran beton kanalet eğerlerinden en yakındaki çiftin başına kondular. Katranlı iplerini eğerlerin üstüne serdiler. Onlar bu serme işini yaparken Hasan, sürekli olarak abisine işaret verdi. Vinç burnunun ucunda askıya alınmış ağır beton kanalet, tam eğerlerin üstüne oturacak biçimde geldi, orada bekledi.
Hasan, treylerin üstünden yere atladı. Bilâl’le Osman’ın yanına koştu. Katranlı iplerin eğerler üstüne uygun serilip serilmediğine baktı. İpler güzel serilmişti. Başını kaldırdı, abisine baktı:
“İndir!” dedi, bu kez sesli olarak.
Kadir Çiçek, kolu çekti. Vinç bumu ağır ağır indi eğerlere, eğerlerdeki katranlı ipler üstüne. Hasan, kanalet iki uçtan iki eğer üstüne tam oturana dek işaret verdi abisine. Bu arada treyler hareket etti, bir sonra konulacak kanalet yerine ilerledi. Hasan:
“Tamam!” diye haykırdı.
Sağ ve sol yardımcılar, gevşeyip boşalan çelik askı halatlarını büyük bir çabuklukla kancalarından çözdüler, vinci serbest bıraktılar. Hasan’la birlik yeniden treylerin üstüne çıktılar. Kadir Çiçek, bir sonraki ve en sonuncu kanaleti kaldırıp yerine oturtmak üzere, vinci, treylerin şimdi bulunduğu yere sürdü. Orada bekledi.
Yukarlardan inip gelen yüksek gerilim hattı, ekibin ulaştığı kilometre noktasının az ötesinde kanalet hattını kesiyordu. Treylerde kalan son kanalet de az sonra yüksek gerilim hattının toprakta bıraktığı yayvan gölgeyi bıçkı gibi kesecek. Kesip taa ötelere uzanacak. Uzanan her fazla metresi, kanalet döşeme ekibinin herbiri için birer öğün demek olacak.
Sakine Çiçek, duvar dibindeki ıtırlarla sardunyalara, camsız pencere dibinde ağır ağır boy veren mor çiçekli hüsnüyusufa su verdi. Diplerini serinletti. Plastik ibrikte kalan suyu avlunun içinde acele gezdirdi. Avlu taşları önce halka halka esmerleşti, sonra hemen kayboldu esmer, kıvrık çizgiler. Avluya çizgilerin cılızlığında ince bir serinlik dokunup geçti.
Çapraz ayaklı masayı ıtırların yanına taşıdı Sakine. Açtı. Masanın yeşil-beyaz çiçekli muşambası üstüne cacığı koydu. Cacığın yoğurdu, yüzeyinde, henüz gözle seçilemeyen hafif bir fışırdamayı gizledi.
Sakine Çiçek, bütan gaz ocağının başında durdu. Kaynayan suya evde kesilmiş makarna saldı. Boynunu dikip gökyüzüne baktı yine. Zamanı anlamaya çalıştı. Ay çıkıyordu. Buzlu cam gerisinde irin renkli bir ışık, şimdi maviye çalan beyaz bir ışıkla kavgaya başlıyordu. “Vakittir,” dedi Sakine Çiçek. Peykenin üstünde yüzükoyun sızıldayan Orhan’ı doyurmaya koyuldu. Bıçkı sesi dinmişti.
Vincin bumu askısını sarkıttı. Hasan, çelik halatı yakaladı. Aşağıdan gelen soluk yeşil renkli bir pikap, kızını yavaşlattı. Şantiye mühendisi Nazif, pikabını yolun kıyısına bıraktı, indi. Bir hendeği atlayıp ekibin yanına vardı. Eliyle “durun” işareti yaptı. Durdular. Kadir Çiçek’in canı sıkıldı. Hasan Çiçek, orta halatı gevşetti avucunda, ama bırakmadı. Kadir Çiçek, levyeyi boşa aldı, kalktı, başını Nazif beye uzattı.
“Elektrik hattını görüyorsun değil mi usta?”
“Biliyorum,” dedi Kadir Çiçek.
“Dikkatli olmak gerek. Bumu uzak tut. Yaklaştırma.”
“Evet, evet” dedi Kadir Usta.
“Kötü bir saat. Geç. Uzaklıklar yanıltır şimdi…”
Hasan Çiçek atıldı:
“Tek kanalet kaldı!” dedi.
“Olsun. En iyisi bırakın işi artık. Sabah yerleştirirsiniz”.
“Tek kanalet için bekletmeyelim vinci,” dedi Kadir Usta. “Sabah Y 12 hayttına başlarız.”
Hasan, soluğunu gevşetti. Kıvançla baktı abisine.
Yaşını on sekizden büyük ve askerliğini yapmış gösteren bir sahte kimlik kartıyla abisinin karşısına dikildiği günden bu yana altı ay geçmişti. O sabah abisi kendisini kovalamıştı. Akşam, evde dövmüştü. “Kaç kişi girdi bu yoldan işe. Şantiye anlamıyor. Anlasa da anlamamazlığa geliyor. Bilâl nasıl çalışıyor sanıyorsun?” diye karşı durmuştu Hasan yine de. Yumuşamadı abisi. “Sıkıntıdasın… Çok sıkıntıdasın. Bilmiyor muyum ben?” dedi Hasan. O zaman iki tokat daha yedi abisinden. “Sana ne ulan? Benim bileceğim iş! Okula gideceksin. İşte bu kadar!..”
İlk büyük çatışmalarıydı abisiyle. Çocuklar yadırgadılar. Hepsi korktular, ağladılar. Kadir Çiçek, fırlayıp kahveye gitti. Gece çok geç döndü. Konuyu açtırmadı bir daha. Hasan’la konuşmadı. Evin kereste borcu hesabını ona değil, Kemal’e yazdırdı. Üçüncü gün, memleketlisi Avni’den biraz daha borç para istemek için de Sefer’i gönderdi. Sefer, eli boş döndü. Dördüncü gün, Osman’ın beşiğini götürdü. Beşik bir daha geri gelmedi, ama Kadir Çiçek, akşam Sefer’le eve üç ekmek ve birtakım ciğer gönderdi. Kendi gelmedi. Beşinci gün, şantiyede yevmiye dağıtma günüydü. Sakine Çiçek, gözünü avlu kapısından ayırmadı. Bütan gaz ocağını yakmak için kocasının dönmesini bekledi: Kıyma getirirse patatesi vururum ocağa…
Yağışlar dinmemişti daha. Bütün ay vinç de, treyler de araziye çok seyrek girebilmişti. Fazla çalışma, prim sözkonusu değildi. İş günleri bile sayılıydı. “Hepsi hepsi yedi yüz tutar bu ay. Fazla tutmaz,” demişti Kadir Çiçek. Karısı, bütün bir ayı nasıl geçireceklerini düşünmeyi çoktan unutmuştu. En yakın akşamı ve en yakın sabahı düşünebiliyordu o. Hasan, damın üstüne çıkmış, akan yerine bir çinko parçası çakıyordu. Damın üstünde eğilip doğruldukça yengesini görüyordu. Yengesinin işi her gün biraz daha azalmıştı. Her gün biraz daha az tencere ovuyordu. Çamaşırı biriktiriyordu. Biriktirmeye olanak kalmayınca, düz suda çalkalıyordu. Terden kayışa dönmüş gömlek yakalarını bir tutam kille ovuyordu.
Hasan, elini cebine sokmuştu. Sahte kimlik kartını çıkarmıştı. Karta, herkese iyi gelecek bir iksir gibi bakmıştı. Damdan indi sonra. Yengesinin, yeşil lastik ayakkabılarının ucuyla bir su birikintisini incitmeden dürtüklediğini gördü. “Ne inat bu benim abim!.. Ne inat…” dedi. Sakine Çiçek, kocasını savunmak istedi. Ama şu an savunacak belli bir ipucu yakalayamadı. “Seni düşündüğünden…” dedi sadece. “Bu yaz çalışsam… İlerde yine okurum…”
Hasan sözünü tamamlamadan avlu kapısı gıcırdadı. O yana fırladı Sakine. Baktı, kocasının elleri bomboş değil. Eski gazete kâğıtlarına sarılmış paketlere uzandı. “Al. Götür ocağa birşeyler koy”. Kadir Çiçek’in sesi, başka bir adamın sesiydi. Yüzü başka bir adamın yüzüydü. “Hasta mısın Kadir?”
Kadir, karşılık vermedi. Kaç gündür tek sözetmediği, yüzüne bakmadığı Hasan’a doğru yürüdü. Hasan, abisi yeniden tokatlarsa diye, kendini hazır etti. Söyleyeceklerini bir bir dizdi içinden. Abisi yanından geçti. Peykenin ucuna ilişti. Ellerine baktı. Parmaklarını kenetleyip şıklattı. “Sen git, ocağa birşeyler koy,” dedi yine karısına. Hasan, elindeki çekici toprak duvara sürttü. Kabaran toprak hemen döküldü yere.
“Hasan…” dedi Kadir Çiçek, “yanıma gel”.
Hasan, yanına gitti abisinin. Ama çok yakınına değil.
“Yarın birlikte gidelim şantiyeye. Kâğıtlarına bakacaklar. Uygunsa iş verecekler sana.”
Hasan’ın yutkunma bezleri sızlamıştı. Göz çevrelerinde bir yanma olmuştu. “Sağol abi,” demişti, sızlama ve yanmaları bastırıp.
“Doğramacı yevmiyelerimi kestirmiş. Şantiye şefi haberliydi. Kesmiş. Bu ay öderim demiştim”.
Başka bir açıklama yapmamıştı Kadir Çiçek. Sadece sözü bağlamıştı: “Yanıma alacağım seni. Belki ilerde iyi bir vinç ustası olursun sen de”. “Olurum,” demişti Hasan da. “Senin borçların var, keserler. Benim borçlarım yok, kesemezler,” demişti, dili ağzına dolaşarak. “Yani diyeceğim… bir yandan kesilirsek, bir yandan damlarız hiç değil… Öyle değil mi abi?”
Mühendis Nazif, kararsız duruyordu.
“En iyisi boşaltın treyleri. O gitsin. Bilâl vincin başında kalsın,” dedi. “Gerçi evet… tek kanalet için… Yine de, boşaltın”.
Kadir Çiçek, kararlı konuştu:
“Çift iş olur bey. Şimdi oturturuz onu biz. Yerleştiririz geçeriz”.
Mühendis Nazif, artık birşey demedi. Bütün gün yerlerine oturtulmuş kanaletlerin simdi iyice belirginleşen aklığına baka baka yürüdü. Bir boydan bir boya geçti döşenmiş kanalet hattının yanından ve çatlayan eğerlerden birini kafasına not ederek pikabına döndü.
“Yine de dikkatli olun!” diye bağırdı ekibe; bindi, gaza bastı, doğu yönünde sürdü pikabını.
Vincin bumu son kanaleti kavradı, kaldırdı.
Hasan, çelik orta halatı büktü.
Bum ağır ağır döndü, yüksek gerilim hattının altına özenle girdi. Operatörün gözüyle ayarladığı sınırı bir milim aşmadan girdi hattın altına; kanaleti hizaladı, eğere yakın yere indi, orada başı eğik bekledi.
Kadir Çiçek de sabırsız bekledi. Hasan’ın bakışları seçilmez olmuştu. Sesini duymayı bekledi. O, her gün biraz daha erkekleşen, artık nerdeyse tam kendisi olmaya aday sesin “boşalt” demesini bekledi. Ama Osman, kendi payına düşen katranlı ipi aceleden kötü sermişti. Halat tam yerinde değildi. Hasan, çelik orta halatı bırakmadan sol yardımcıya seslendi:
“Düzelt ipi! İpi düzelt!.. Oturt yerine Osman!..”
Sol yardımcı, ipi düzletmek için askıdaki kanaleti usulca itti; itip yer açmak istedi. Açtığı yerden eğere doğru eğildi, sığmadı. Az daha itti kanaletin ucunu. Kadir Çiçek, vincin gürültüsünü bastırmak, bastırıp sesini duyurmak: “Oyun mu oynuyorsunuz be?” diye bağırmak için soluğunun hepsini topladı, ağzını açtı ve:
“Oy…” diyebildi.
Kanaleti taşıyan askılardan biri kaymış, kanaletin bir ucu yere vurmuştu. Bozulan denge, o anda ağırlığından kurtulan vinç bumunu yukarı doğru esnetti. Yukarı doğru esneyen bum, yüksek gerilim hattının egemenlik alanına girdi; gücünün milyarda birinden pek azını kapıp, elinde hâlâ çelik halatı tutmakta olan Hasan’ın gövdesine akıttı. Çelik halat ucunda iri, siyah bir kömür asılıp kaldı.
İş erken başlamıştı. Şimdi ay, kalın buhar tabakası ardında, az önceki kavgadan yorgun, derin soluyarak, derin soluyup durmadan terleyerek ovaya çiseliyordu. Islak ışık, vincin ucundaki iri kömür parçasında ince cızırdıyordu.
Sakine Çiçek, cacık yoğurdunun yüzeyinde giderek çoğalan fışırdamayı gördü. Daha bekledi. Fışırtı derine, dibe indi. O zaman, artık beklemedi. Çocukları Sefer’e bıraktı. Başına bir örtü örttü, yanına Kemal’i aldı; siyolanlı pamuk tarlalarının kıyıcıklarında dura dikile, yüksek gerilim hattı direklerinin koyduğu işaretleri izleye ede, bir kalabalığın toplaştığı, resmî araçların mavi ve kırmızı ve sarı ışıklarını durmadan yakıp söndürdükleri bir yere doğru yürüdü. Ama Sakine Çiçek daha oraya varamadan, asfalt yoldan sirenlerini öttürerek bir polis aracı geçti. Ters yöne, kente gitti. Polis aracının içinde biri:
“Kardeşindi ha?” dedi, Kadir Çiçek’e.
Kadir Çiçek bumun ucundaki kömür parçasından daha kara görünüyordu. Bir kömür parçası nasıl ses vermezse, o da öyle ses vermedi.
“Demek iş kazası?” dedi, aracın içindeki öbür polis. “Sigortanız vardır. Kaza ise iyi. Kardeşininki sana kalır”.
Kuşkuyla baktı Kadir Çiçek’e.
“Yaşı uygun ki çalıştı. Vardır sigortası kardeşinin de,” dedi beriki.
Hasetle baktı Kadir Çiçek’e.
Yağmurlar yeniden başladı. Ovanın böğrüne sokulmuş hafif eğimli toprak kanallar, pamuk tarlalarının fazla suyunu denize akıtmaya yetişemedi. Tarlalarda küçük, durgun göller oluştu.
Kuzeyde baraj, daha çok elektrik gücü üretti ve bu gücü yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı.
Yüksek gerilim hattı, direkler üstünden ovaya uzandı. Dokunulmazlığını koruyarak, büyük kentlerin kapılarında bölünüp kollara ayrılarak, caddelerde yeniden kollara ayrılarak, dış mahallelerde daha ince kollara ayrılarak, ayrılan en ince kollarından birini Kadir Çiçek’in ot-sap tavanından aşırtarak gitti; gücünün milyarda birinden çok daha azını bir kez daha parçalara böldü ve böldüğü daha küçük çaplı güçleri cezaevlerinde durmadan çoğalan koğuşlara, o koğuşların tepelerindeki en küçük ampullere boşalttı. Çoğalan koğuşlarda ampuller, en uzak yıldızların ışıkları kadar ölü bir ışıkla sabahlara dek yandı.
Kadir Çiçek, koğuşta gözünü bu soluk ışıktan hiç ayırmadı. Üşenmesiz, uzun baktı. Aylarca baktı: Işığı iyice tanıdı. Tanıyıp beynine akıttı; gerildi. Her sabah daha yüksek gerildi.      

(Adalet Ağaoğlu, “Yüksek Gerilim”, Toplu Öyküler I, İstanbul: YKY, 2001, s. 9-26.)
Parasız Yatılı
Füruzan

- Sen çıkınca işin bitip, gene yürüyerek iner, Mısır Çarşısındaki beğendiğimiz börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğimizi yeriz. N’olacak kırk yılda bir ziyafet Onun için Cağaloğlu’na yürüyerek gidip gelmekten yorulmayız, değil mi benim kızım? İstersek tatlı bile yeriz Köprü’den de eğlene güle döneriz.
Anne-kız sabah kalabalığının arasında, yabancı, çabuk yürüyorlardı. Annesi durmadan konuşuyordu. Böyle konuşkanlığının olduğu geçmişteki tek günü, hastaneye hastabakıcı olarak aldıkları gündü.
Çocuk o zamanlar üçüncü sınıftaydı. Önlüğü ağarık bir kara olmuştu. Kış basmıştı. Bu, köşedeki kömürcüden kömür alma günlerinin başlamasıydı. Mangal yakmayı öğrenmişti. Kapıda ilk çırayı ateşleyip kömürleri dikine onların üzerine yerleştiriyordu. Boruyu koyunca çıtırtılar başlıyor, küçük kıvılcımlar çevreye saçılıyordu. Kömürler kızarıp ateş olmaya dönünce her şeyi -arka sırada oturmayı -Kızılay Kolu’ndan yemek yemeyi - ulusal bayramlarda şiir okumamayı- ilk yalazların maviliği bitene dek bekliyordu sokak kapısında. Odalarına mangalı aldığında ürktüğü şeyler yok oluyor, eski ceviz masalarında -annesinin en onurlandığı eşyalarıydı- çalışmaya oturuyordu. Mangalın o harlı halini çok seviyordu. Annesi korları küllemenin gerektiğini, çünkü bununla ancak ertesi güne ısınacak ateşleri kalabileceğini söylerdi. Külleri güzel, parlak korların üstüne kapayıp birini -en kızılını, en mavi olanını açıkta bırakırdı-derslerinden ara verip mangala baktığında sıcacık duran tek kor, odanın sığınma olanağını artırırdı. İşte o, “hastabakıcı olursun” dedikleri gün annesi kapıyı açıp girdiğinde bir şey değişmişti. Çünkü annesi bilmediği, görmediği haller içindeydi. Konuşmasıyla, dışarının arı havasıyle dolduruvermişti odayı.
- Alıyorlar beni, bir iki güne kadar başlıyorum. Başhemşireye çıktım, iriyarı bir kadın. Bir bir sordu. “Daha önce çalıştın mı? Kocan ne zaman öldü? Bu iş dur durak bilmez, fazla marifetli olmak lazım değil, çalışkan olmak gerek, yatak düzeltmeyi, tükürük hokkalarını dökmeyi, ördekleri temiz tutmayı becermek yeter. Belki zamanla hastaların ateşini alacak kadar başarılı olursun. Haftada iki gün izinli çıkarsın, pazar gecesi dönersin. Çocuğun var mı? Bırakacak kimsen yok ha? Kendini yönetir, uslu diyorsun. Ama küçükmüş, hiç sınıfta kalmadı mı? Aferin ona. Genç güzel kadınsın. Burada oluru olmazı bulunur. Ciddi ol. Bir şey denirse senden bilirim. Malum, kancık köpek kuyruk sallamadıkça hikâyesi. Boya filan da istemez. Kendinden mi yanağının, dudağının rengi? İşte bilmem artık. Doktorlardan, şundan bundan yakınmak yok. Bir işte kalıcı olmak isteyen başta gelenlerine uyar. Uykun hafif mi?” Düşün, bir iş bulduk artık. İlk parayla bir çeki kömür alacağım. Sana da lastik çizme. Belki izinli geldiğim günler sinemaya bile gideriz, hiç belli olmaz. İşimizi iyi yaptıktan sonra kim ne diyebilir? Çıkıp ev sahibine haber vermeliyiz. Artık akşamları yoğurt alırken sokak kapısını hızlı çarpmasın. Dedim ya biz çalıştıktan sonra… Uykum da hafif. Bölük pörçük uyumaya alıştım yıllardır…
Annesi işe başlayınca onun ismi “bizim hastanedeki işimiz” oldu. İlk evden ayrılacağı gece tahin helvası aldılar bakkaldan. Peynirle tükenmez yaptılar, masalarına mavi çiçekli muşambalarını serdiler. Bu muşamba eve babasının yaşadığı günlerdeki düzenden kalmış, ferahlığın, korkusuzluğun anısıydı. Niçin babasını hep yaşayacak sanmışlardı? O da ölecek gibi görünmüyordu. Öyle dürüst öyle kesin bir adamdı ki ölümün sinsiliği ona hiç gölge düşürmemişti. Evine her gece ekmek alıp gelen bir erkeğin yokluğu, sessizlik olup yerleşmişti odalarına. “Yaşlı da değildi”, demişti annesi. Hiç sekiz yaşında bir çocuk babasız kalır mı? Muşambalarını annesi gereksiz yere bir iki kez silmişti. Tükenmez tabağındaki peynirlerin cızırtısı dinmemişti. Tahin helvasının şekeri gevşemiş, pürüzleniyordu.
- Ev sahibiyle konuştum. Hiç korkma, geceleri oda kapısını kapa sıkıca uyu. O sabah namaza kalktığında seni, kapıyı vurup uyandıracak. “Çocuktur”, dedim. “Çocuk uykusu doyumsuz olur, kalkamaz kendi kendine”. Her sabah helvayla ekmek yersin. Çay zaten sevmiyorsun. Elim yanıyor, diyorsun. Okuldan gelince mangalımızı yakar sıcacık oturursun. Gece kapağı ört ateşe. Ha benim kızım, sakın unutma. Benim aklımı evde bırakma. Sen akıllı kızsın. Geceleri hiç korkma. Dedim ya ev yalnız değil. Sen korkak değilsindir. Bak sana neler alacağım. Ağır hastalara özel yemek çıkarmış, onlardan kalan tavuklar falan olurmuş haşlanmış. Sarıveririm pakete, gizli değil ha, zaten dökülüyormuş. Ziyafet çekeriz kendimize.
- Ben o yemekleri istemem anne. Yalnız hani, “Ördekleri temiz tutmak lazım”, demişti ya, o kadını, ördeklerini anlatırsın bana.
Annesi susmuştu. Tam dudaklarında duran bir şeyleri söylemekten vazgeçiverip. Gece yatağa girdiklerinde -beraber yatıyorlardı epeydir- yarınki derslerden birinin beden eğitimi olduğunu bile unutmuştu. Oysa beden eğitimi dersine o katılmazdı. Onun gibi katılmayanlarla, koridorlarda, hep açık kalmış alt kat muslukların sesini dinleyerek, gölgeli ışıksız camlardan kışı, kentin yapılarını seyrederlerdi.
- Şort, lastik pabuç, soket çorap beyaz olacak. Beyaz fanila bluz gerek. İki tane olursa daha iyi. Terleyince değişmek için. Yürüyüşte 23 Nisan, 29 Ekim herkes çiçek gibi olmalı, düzenli, bakımlı. Ben, yapamadık anlamam. İstedikten sonra, istemek yeter. Yardım kolundaki çocuklarımız için de düşündüklerimiz var tabii. Ama bunu daha elzem giyim eşyalarına ayırmak kararındayız. Önlükle katılacaklar. Önlükler gıcır gıcır ütülü. Kızlarda tafta kordela. Temiz, tertemiz olmalı herkes. Her Türk çocuğunun görevidir temiz olmak. Ne diyorum size? Dişler her gün ovulmalı. Kulaklarda sarı topak kirler görürsem ağrıdı, akıntı yaptı anlamam yersiniz cetveli.
Alt kat muslukları hiç kapanmazdı nedense. Ders aralarında öğrenciler muslukların başına doluşurdu. Hepsi su içerlerdi. Susayan da susamayan da. İtişmek, suyun avuçtan süzülüp kol yenlerinden içeri girmesi, bahçede eğlenmenin gereği olan bağrışların başlangıcıydı. Ders zili çalıncaya dek duyulmayan su sesleri, sınıflara girilince öne geçerdi.
Annesinin sırtına sarılmıştı. “Her dediğini yaparım anne, sen üzülme. Zaten öğleleri okulda yemek yiyorum. Aklın bende kalmasın”. Annesi hiç kıpırdamamıştı. Uyumadığı belliydi. Bedeni rahat, gevşemiş değildi. Annesinin ısıtan kokusunu duymak için iyice sokulmuştu sırtına. Geceyi dinlemişti uzun süre. Uyumak istemiyordu. İlk kez gecenin uzunluğunu öğrenmeye başlamıştı.
Sabah kalktığında kapı vuruluyordu. Annesi yoktu. Okul önlüğü, kalın iplik çorapları, yün hırkası düzenli iskemledeydi. Dışardan vurulan kapının sesiyle uyandığını anlayınca kalkmış, “Halida’nım teyze,” diye seslenmişti. Ev sahibi kadın helaya -aynı helayı kullanırlardı- kovayla su döküyordu. Giyinip masanın başına oturmuştu. Kış aydınlığı patiska perdelerden geçip köşeli, üşütücü yayılmıştı. Okul çantasını alıp odadan çıkarken -hiçbir şey yememişti o sabah- gerisin geri dönüp iskemleye oturmuştu. Sonra da sessiz ağlamaya başlamıştı.
- Sen pekiyiyle bitirdin okulu. İlkokulu yoksul bir çocuğun pekiyiyle bitirmesi kolay iş değil. Parasız yatılı okullarına alıyorlarmış sizleri. Öyle dediler bana. Muhtarlıktan fakirlik ilmuhaberi çıkarırken tanımadığım bir kadın, “Ben de oğlumu zabit okuluna sokacağım ama kefil istediklerini, bir malı rehin göstermek lazım olduğunu söylediler, çaresizlendim hanımcığım”, dedi. Mal kim? Biz kim? Malımız olsa yüzsuyu döker miyiz el kapılarında? Bizim için olmaz öyle şey. O kadın doğru bilmiyor. Halkâğıdını aldığım gibi çıktım. Kimselere de danışmadım hiç. Zabit okulları pahalıdır. Yok silahtı, yok zabit elbisesiydi di mi ya? Hem canım sormadım. Gerekmez de. Sen gir bugün imtihana, her sorduklarını çatır çatır bileceksin. Gerçi binlerce öğrenci katılıyormuş, aralarından yüz elli kişiyi alıyorlarmış. Gene de sen kazanacaksın, gör bak. Benim akıllı uslu kızımsın. İsterlerse öyle mal mülk gibi bir şey, ben derim ki, ne gerek? Benim kızım kalmaz sınıfta. Devlet masrafına ziyan vermez. Bunları okulun müdürüne, böyle bir bir anlatırım. Hemen anlar. Hem canım o da bizim gibi bir insan. “Benim kızım yıllardır yalnız uyanır sabahları” derim. “Hiç şımardığı olmamıştır kimseye. Bir gün bile çatırtısı duyulmamıştır.” derim. “Sanki o çocuk olmamıştır”, derim.
Yokuştan yukarı çıkarlarken sırt hamallarının yüklendiği kâğıt topların üstüne doğru yağmur çiselemeye başladı. Yumuşak bir haziran yağmuruydu. Kızla annesi gecikmeden, karşıya geçmek için polisin arabaları durdurmasını bekliyorlardı. Yağmurun yağışı hızlanmıştı. Anne boynuna ipek eşarp takmıştı, çocuk saçını ıslatıp taşlı tokasıyla toplamıştı.
- Korkuyor musun? Hiç konuştuğun yok sabahtan beri. Hadi hadi Salıpazarı’ndan bu taşlı tokanın eşini alacağım sana. Sonra bizi tayin edecekler. Sen okulu bitirip öğretmen olunca, ben de çalışmam hastanede. Beraber çıkar gideriz. Koltuklar alırız. Onlara çiçekli basma örtüler dikerim ben. Bir de kabul günümüz olur. Konukları ağırlamak için, eğer unutmadımsa, anasonlu galeta yaparım. Masraf kapısı olmaz. Belki, bir de küçük halı alırız. Hasta pisliği dökmeden, koridorlarda koşuşturmaktan kurtulurum. Hele o lizol kokusu yok mu, içini üşütüyor insanın. Bir de hep ölümü düşünmek. Şöyle bir dağın eteğinde olur gideceğimiz yer, benim kızım. Herkes İstanbul’da kalalım dermiş. Hepsini sordum bilenlere, öğrendim iyicene. Hükümet tabi seni alır. Biz İstanbul’u ne yapacağız? Bize bir ev, kışın kömürlüğümüzde odun-kömür gerek. Bir de mutfağımız olur değil mi? Eğer kefil falan derlerse, demezler ya, o kadının uydurması, oğluna güvenmemesi. Sormadım ordan burdan o işi. Sade sen öğretmen olunca n’olacak, onları öğrendim. Biz nereye tayin çıkarsa gideriz, di mi?
- Bu okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne? Onu da öğrendin mi?
- Öyle ya yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.
- Öyleyse ben burayı kazanırım. Üzülme. Sınavı pekiyiyle bitiririm. Artık burda, arkadaşlarım olur. Haftada iki gün sen hastaneden, ben okuldan çıkıp eve döneriz. Sana da konuk günlerinde bakkal bisküvisi alırım.
Sınavların yapıldığı okul karşı yöne düşüyordu. Yeniden geçtiler caddeyi, ürke ürke. Ara sokaktan yürüdüler. Yüksek bir duvarın yanındaki kapıda durdular. Okulun öğrenci giriş kapısıydı bu. İçerden uğultular geliyordu. Yağmur taş duvarların arasından çıkan aykırı yeşillikleri patlatmıştı.
- Bizden de erken gelenler olmuş. Geç meç kalmış olmayalım?
Hademe giyimli bir kadın onlara doğru yürüdü, taşlı yoldan. Bezgin, alışık bakışlarıyle, anne-kızın üstünden dışarda bir şeye bakıyordu.
Anne, saygılı sordu:
- Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş.
Hademe kadın ilgisiz,
- Parasız yatılı imtihanların çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.
Çocuk annesinden ayrıldı. Kıyısı duvarlı taş yolda yürümeye başladı. Hademe kadın, görmedikleri bir iskemleyi görmedikleri bir çatının oraya çekip oturmuş, yün örmeye başlamıştı.
Çocuk dönemeçte arkasına baktı. Dış kapıda annesi yağmurun altında gülümseyerek duruyordu.


Mehmet Kaplan, “Parasız Yatılı”, Hikâye Tahlilleri, (3.b.), İstanbul 1986, s. 326-329.