Bi
Sevmekten... Bi Ölümden...[*]
Adalet AĞAOĞLU
Çevresi
ansızın boşalmış, avluya girip çıkan ayak sesleri kesilmiş, ağlaşmalar,
konuşmalar dinmişti. Dişetlerinde artık bıçkının sesi değil, ta kendisi gezinir
oldu. Bir sokak ötede, kerestecide sanki tahtalar dilinmiyor, Sakine Çiçek’in
dişetleri rendeleniyordu.
Tornacının
karısı bu sabah:
“Üzüntüden
inan olsun. Ağzının etleri üzüntüden gevşeyiverdi baksana. Gevşer kardeş, kolay
mı?” demişti.
Şimdi
aklına geliyor.
Üzüntü...
Sakine için boşlukta dönen bir söz bu. Yüreğinde tonlarca ağırlıkta bir taş. Bu
yük ordan kalkıp gitmek bilmiyor. Ayak sesleri kesilip, ağlaşmalar durup,
yüzler ve sözler tek tek seçilir olmaya başladıkça bu ağırlık iyice yükleniyor,
Sakine’yi bastırıp eziyor, onu bocalatıyordu. Çocuğun bezini bile değiştirmenin
üstesinden gelemeyeceğini sanıyor: Orhan’ın bu huysuzlanmaları altının ıslanmasından
değildir. Hakedemeyeceğim bir derdi olmalı. Kadir’siz hak, edemezsem...
Memesini
oğlunun ağzına dayıyor, çocuk oburlukla emiyor; yine de Sakine’yi rahatlatmıyor:
Orhan değilse Kemal. Büyük oğlu. Ona birşey oldu. Kemal’e araba çarptı. Kemal’e
biri sataştı, dövdü. Ağzını yüzünü kanattı. Kemal’i elektrik hattı çarptı. Bir
şey oldu. Olmadıysa da olacak. Kemal!.. Yok, yok. Orhan’ın altını değiştirmedim
ben. Kıpırdanması ondan. Kemal’e ne olsun durup dururken? Öteki de durup
dururken oldu. Her şey durup dururken oluyor. Dert, “geliyorum” diye haber
salmıyor ki. Ah, Kadir’le Hasan gecikince de böyle elim ayağıma dolanmıştı
işte. İçime mi doğdu, ne oldu? Gece vakti durup dururken varıp gittim oraya.
Meğer yıkımın ta göbeğine dalarmışım.
O gün
bugündür Kemal’in evde, avluda varlığını duyurmak istememesini, üstüne çöken
küskünlüğünü de şimdi seçiyor: Keşke yanıma almasaymışım! Ne bilirim? Aklıma mı
gelir? Of, of, şuncacık şey. Nasıl çıkarır aklından? Nasıl unutur Hasan
amcasının kara gövdesini? Ah keşke sağ salim dönüp gelse de yine küs, yine
suskun dolanıp dursa şurda. Nerde kaldı bu?
Avluya
vuran, orda her şeyi solduran gün ışınlarına bakıyor. Buharlı bir sarı ışık,
kerpiç duvar dibinde ince bir gölgeliğe izin vererek avluyu yakıp kavurmakta.
Kemal’in gecikmiş olduğunu düşünmesine şaşıyor: Daha gün yolunu ancak yarıladı.
Kemal’in okuldan dönme zamanı değil ki. Ben böyle ikirciklenmezdim. Hasan’ı
öyle göreli beri...
Hasan’ın
kömürleşmiş gövdesi, o gövdenin toprağa konuluşu sanki düşünde gördüğü birşey.
Dişetlerinin sızısı dursa, bir silkelense, içindeki ağır yük kalksa, gözünün
önü aydınlansa, bocalamalarından kurtulsa, Hasan çizgili pijamasının altıyla
şurda, musluklu tenekenin başında yüzüne su çarpıyor olacak. Kocası Kadir de
burda ellerini tuzlu suya sokmuş, kardeşi Hasan’a takılacak: Hasan... Demin
uykunda sayıklıyordun, düdük.
Ne
Kadir’i? Kadir nerde? Duvarcı komşu mu, kim, biri söyledi:
“Bu
iş uzun sürmez. Görürsün, hafta demeden bırakırlar kocanı. Kim özbeöz kardeşini
isteyerek elektriğe çarptırır canım? Baba gibiydi Kadir ona. Hangi allahsızın
aklına gelir böyle pislikler, bilmem ki?” dedi.
Sakine
şimdi duyar gibi oluyor.
Kadir’i
böyle böyle savunmaya kalkmak bile fazla değil mi? Kadir için bu sözler bile
çok değil mi? “...Babası gibiydi canım Kadir ona...” Kuşkuları mı var?
Dün
şantiyeden bir adam geldi. Dün olduğunu sanıyor. Adam:
“Kontrol
mühendisi hepsini uyarmış,” dedi. “Kötü bir saat. Ne gündüz, ne gece.
Uzaklıklar yanıltır şimdi demiş, ama dinletememişler. Kabak işte yine Nazif
beyin başına patladı. Hep ilkin onu sorgu sual ederler. Uyarmış işte. Nazif
beyin hiç suçu yok.”
Nazif
bey, Nazif bey... Kimmiş Nazif bey?
Adam
Sakine’ye kocasının, Hasan’ın biriken ücretlerini verdi. İlk o zaman boşanmıştı
Sakine; Hasan’ım ciğerim! Sen bununla soğutucu almayacak mıydın? Abinin rakısını
soğutmayacak mıydın? Hepimize soğuk sular, gazozlar içirtmeyecek miydin?
Tornacının
karısı:
“Ohh,”
dedi o zaman. ‘‘Oh neyse...”
Kaç
gündür, “Ağla kız, ağla biraz açılırsın,” deyip durdular da şurasından bir
damla yaş akmadıydı kadının. “Öyle olur bazı. Tıkanır kalır insan. Bir ağladı
mı da, ağlar durursun artık. Bu da en akla gelmedik sırada ağladı. Bazı öyle
olur.”
Şimdi
bile duvarcının karısıyla baş başa vermiş bunu konuşuyorlar:
“Anca
çözülüyor. Çözülsün, çözülsün. Yoksa katılır kalır, hık der, birşey oluverir de
garibe, artık çoluk çocuk iyice yüzüstü kalakalırlar... Kadir’i ne zaman
salıverecekler bakalım, o bile belli değil...”
Tornacının
karısı, zamanıdır, deyip bu sabah sordu:
“Şimdi
açıldın ya? Daha iyisin ya?”
“Dişetlerim
çok sızlıyor abla,” dedi Sakine de. Sanki diyecek başka şeyi yoktu. Hasan’ın
ölüsünü gördüğünden buyana söyleyecek tek sözü bu muydu?
“Üzüntüden
inan olsun,” diyor tornacınınki. “Ağzının etleri üzüntüden gevşeyiverdi
baksana. Gevşer kardeş, kolay mı?”
Ahh
bir diyebilsem! Durup durup dişetlerimi söylüyorum. Bıçkı sesi sürdükçe de
lanet dişetlerimin sızısı diyemediklerimin yerini alıyor. Artık kim “Nasıl
oldun?” diye sorsa, “Dişetlerim...” diye başlayacağım. Bir bu. Bütün derdim
tasam bu sanki.
Orhan’ın
altını, temizlerken bıçkı sesi diniverdi. Çevresine yayılan sessizlik iyice
koyulaştı. Yüreğine kök salmış ağırlıkta bir depreşmenin kendini duyurduğunu
sandı. Orhan’ın kirli bezini koyacak yer bulamadı. Çocuk sessiz yatıyordu da
Sakine boğulduğunu sanıyor. Elinin ayağının birbirine dolanmasını buna veriyor.
Öyle olmasa kirli bezi nereye koyacağını bilememezlik etmezdi. Yeni gelen her
sessizliğin yeni kötülükler taşıyacağından ürküyor: Sefer mi durdu? Sefer gün
ortasında neden durur? Şimdi işi bırakıp gelirse? Gelirse, ya elini bıçkıya
kaptırmış demektir, ya da... Elini bıçkıya kaptırmış olmasın da, zarar yok,
gelsin. Sefer de en sonunda konuşacaksa, konuşsun, sorsun. “Amcam nerelerden
çıkıp geldi? Biz onun yokluğuna alışmıştık...” Alışmaktan öte, unutmuştuk onu
Sefer. Unutmamızı istiyor diye, silip çıkarmıştık aklımızdan. Hasan bir kez
sormuştu da, Kadir abin onu azarlamıştı hattâ. “Amcan seni arayıp soruyor mu da
sen onu sorup duruyorsun? Unutsana sen de...”
Camiye
de, mezarlığa da gelenlerin hepsi Arif beyin yanına toplanmışlardı. Artık Sefer
orada yoktu sanki. Sakine hiç yoktu. Arif beyin oluverişi Sakine’yi de, Sefer’i
de, nerdeyse gömüleni bile çabucak unutturmuştu. Herkes Arif beye sabırlar diledi.
Hep ona “Başınız sağolsun” dendi. Arif bey ‘şu ân’da ailenin tek büyüğü, tek
erkeği olarak hemen yerini almış, bu yer seve seve verilmişti ona.
Sakine’nin
yanında yine ister istemez tornacının karısıyla duvarcınınki vardı. Sakine komşularının
Arif amcayı sormalarını da, yanıtını bulup buluşturup yine kendilerinin
vermelerini de şimdi ayırdediyor: “Amcaları buymuş demek?” “Aferin bak adama,
yetişip gelmiş. Öyle ya, konu komşu nice koşsalar boş. Kadir de olmayınca...” “Öteki
çiçek şirketindi ya, bu da onunmuş.” “Yine Allahın sevgili kuluymuş Hasan...
Böyle bir amca… Çiçek hangimize kısmet olur, şimdi ölsek?..” “Bak Sakine, amcaları
sayesinde şehitler gibi gömülüyor kaynın... Bu da birşey...” ‘Temiz çocuktu
canım. Yüreği temizmiş işte...”
Sakine
gözleriyle hep Sefer’i arıyordu. Bak bunu anımsıyor. Sefer’i unutmasalar, diye
düşündüğünü biliyor, Oysa Sefer’in yanında durup, elini omzuna koyan, onu
avutmaya, çalışan bir tek kişi var. O da kerestecide çalışan öteki çocuk. Seferden
az daha kabaca, şimdi biraz daha büyümek zorunda kalarak Sefer’in yanıbaşında,
tabuta omuz vermeye çalışıyordu. “Sen sağol, sen sağol...” Zaten haberi duyar
duymaz koşup eve gelmişti. Komşular girip çıkıyor, herkes birşeyler söylüyordu.
Sefer şaşkın, bakmıyordu. Arkadaşı yine elini onun omzuna koymuş:
“Yapılacak
edilecek birşey varsa ben yaparım. Çünkü sen, ne olsa...” demişti.
Arif
amcası o sıra çıkıp geldi işte. Her bakışı, her duruşu, her sözü Sakine’yi
suçluyor gibiydi. Yoksa Sakine’ye mi öyle geldi? Ağzından söz çıkmıyor, başını
kaldırıp doğruca bir yere bakamıyordu ki. Çok istiyor, konuşamıyordu. Arif
amca, avludaki peykeye, Hasan’ın daha üç gün öncesine dek uyuduğu o yere
oturmuş, gelenin gidenin başsağlığı dileklerini karşılamaya başlamıştı bile.
Arada hep aynı şeyi soruyor:
“Nasıl
oldu bu iş? Niye oldu? Kadir’i niye tutuyorlar peki?”
(Niye
bana haber vermeden Hasan’ı kanalette çalıştırdınız? Niye yaklaştırdınız
elektrik hattına? Kadir niye dikkatsizlik etti? Etmiştir, etmiştir. Yoksa niye
tutsunlar onu? Niye sorgu sual eylesinler?)
Çocukların
görmeye pek alışık olmadıkları yeni takım giysiler içindeydi. Koyu renk elbise,
koyu renk fötr şapka, beyaz gömlek ve kurşun rengi kravatlıydı. Kurşun parlaklığında
bir kravat. Üstünde balık pullarına benzer çizgileri var.
Sakine
şimdi iyice seçiyor. Yalnız kravatın rengini, parlaklığını değil, Arif beyin
yüzündeki suçlayan, soran, kınayan anlamı da. Çocukların Arif amcadan çekinik
duruşlarını da. Korku mu, saygı mı, yabancılama mı, böyle bir uzaklıkta
duruyorlardı çocuklar. En çok da Sefer. Kemal, Ayten, Gülten, Arif amcayı bilemezlerdi.
Sefer azbuçuk bilmeli ama. Özbeöz amcası. Yine de ona Kemal’den bile uzak
duruyordu. Amcası yakınlaşması için bir çaba gösterseydi, belki... Nasıl
göstersin? Kendi yıkkınlığına gömülmüş. Yüzünün batmış, yıkılmış çizgileri.
Ağzının ağlamaklı bükülüşü: İflâs etsem böyle yıkılmazdım.
Buna
benzer birşey de söylemedi mi? Yüzü, buna benzer bir söz, o zaman. Arif avluda
sabırlar dilenmeye tepeden tırnağa muhtaç otururken Sakine’nin algılayabildiği,
işitebildiği şeyler değildi. Elinde Orhan’ın kirli bezine bakıp dururken, bezi
görmüyor da, Arif amcanın o yüzünü görüyor. Aynı ânda sesi: “İflâs etsem böyle
yıkılmazdım!” diyor. Aynı ânda tornacının karısı, başındaki örtüyü yüzünün
yarısına çeke çeke Arif beyin önünde hep hesap vermeler, savunmalar durumundaki
küçük vatandaşlık görevini yerine getiriyor: “Allah biliyor ya, Sakine’nin oğlu
gibiydi. Dünyada da, ahrette de ben şahidim. Çocuklarından ayırmadı. Ne onu, ne
Sefer’i.”
Arif
amca bunu işitmemiş miydi? İşitmiş de başını mı çevirmişti?
Sakine
elindeki kirli bezi kapının dibine fırlatıverdi: Boş!.. Olan olmuş, giden
gitmiş!..
Bıçkı
sesi durunca kendini daha az duyurduğunu sandığı dişetlerinin sızısı yeniden
baskınlaştı. Orhan uyumuş işte. Kızlar nerdeler peki? Hiç sesleri, solukları
çıkmıyor. Nerdeler?
Avluya
fırladı.
Ohh,
neyse...
Hep
böyle oluyorum artık. Evden biri daha elimden kayıp gidecekmiş sanıyorum.
İki
küçük kızı, duvarın dibinde, ince gölgede oynuyorlardı. Sessizdiler. Eski
mızgırdanmaları, ikide bir analarının eteğine yapışmaları yoktu. Keşke olsa!
Huysuzlansalar, çamaşır, bulaşık sularıma dalsalar, Sefer de o arada küt diye
avluya girip, yenge bee, karnım çok aç, deyiverse... Kadir gelse, Hasan gelse.
Ovanın kızgın güneşi yüzlerini kavurmuş olsa... Nasıl döneriz artık eski
halimize?
Avludaki
arkalıksız iskemleye çöktü: Dinmiyor... Şu sızı dinmiyor... Dinmez de...
Gözleri
duvar dibinde oynayan iki küçük kızda, iki yanına sallanıp duruyordu: Hasan
olmayınca eski halimiz mi olur.
Vincin
ucunda asılı duran Hasan iriliğindeki o kömür gerçekten Hasan mıydı? Hasan olmasa
keşke, ah keşke Hasan olmayabilse!.. Hasan’ın camide namazı kılınmasaydı,
erkekler tabutunun ucundan tutmasalardı, mezarına toprak atılmasaydı, kürek
kürek toprakla örtülmeseydi Hasan’ın üstü ve bütün bunların içinde Arif’in
gezinmeleri, “Başınız sağolsun, başınız sağolsun”lara gözlerini yarı kapayarak
karşılık vermeleri bulunmasaydı, belki de vincin ucunda asılı kalan kömürün
Hasan olmadığına inanabilirdi. “Kadir Usta’nın kardeşi... Onun kardeşi Hasan...
Vay bee, gerilim hattı çarpmış!..” Demek Arif amcası çıkıp gelmeden de, bütün o
namazlar, mezarlar olmadan da bumun ucundaki yine Hasan’dı. Kocasının sağ
olduğunu, tutulup kente götürüldüğünü anlar anlamaz, Hasan!.. Kömürleşmiş
gövdesi ordan indirilip yere uzatılmadan önce de “Şükür!..” demiş olmalı.
İkisinin birden eve dönmekte fazla geçilmelerinden kaygılanıp, yanında büyük
oğlu Kemal, ilaçlanmış pamuk tarlalarını hızlı hızlı geçerek Kadir’le Hasan’ın
sulama kanallarını döşedikleri yere gelene dek içine çöreklenmiş, oradaki yerine
daha derin yerleşmiş o koyu sıkıntıyı böylece bir solukta boşaltıverdiğini
sanmış olmalı. Ayışığı Hasan’ın kararmış gövdesi üstüne çiselerken “Şükür” demiş
olmalı; Şükür babaları değilmiş elektriğin çarptığı!..
Sakine’nin
iki yana gidip gelen omuzları ansızın durdu. Ansızın, kulaklarını duyulması güç
bir sese verir gibi başını dikip kıpırtısız kaldı: Oyy! Nasıl iş bu? Ne kötü
iş!..
İçinde
kopan bu çığlık da ansızın durunca ince, bıçkın bir sızıntının delerek, oyarak,
dağlayarak damarlarından her yanına aktığını, her yanını dolandığını seçti.
Acımasız bir sızıntı... Burgaçlanarak... O zaman Hasan’ın ölümüne sevindim ben.
Nerdeyse sevindim demek!.. O kara gövdenin Kadir olmadığını anlar anlamaz
“Şükür!..” dedim. Bunu Allah böylece biliyor, şimdi kendimden nasıl saklarım?
Sefer’den nasıl saklarım? (Ama Sefer aklında yoktu henüz. Sefer aklına az önce
geldi. Arif amcasının yüzünü seçip, o yüzün kendisini suçladığından kuşkuya düştüğü
sıra.) Kadir’in sağoluşu önünde Hasan’ı çarçabuk gözden çıkarmışım ya, artık.
Hasan için ağlayıp çırpınmışım, kaç para? İnsan dediğin hepten çiğ süt emmiş
işte!.. Kadir sağ ya, sağ ya, sağ ya? Şükür!.. Kuş gibi uçup giden Hasan olsa
da, şükür artık. Hasan’ım!.. Sözde ben senin anandım; anandan çok anandım
yavrum!..
Ahh,
şimdi kendini avlunun ortasına, şu betonun üstüne atıp da: Şükür, dedim!..
Şükür, dedim!.. diye bağırı bağırıverse! Herkesler duysun işte. Yoksa Arif
amcanın yanına hiç yaklaşmayışı, elini omzuna koyup, sırtını sıvazlayıp:
Başımız sağolsun Sakine kızım. Allah sabırlar versin. Sen onun anasıydın,
dememesi, buna benzer bir yakınlık göstermeyişi bundan mıydı? “Şükür!..”
deyivermişim. Bu insanın alnına kazınmaz mı? Ah işte, şimdi Sefer gelecek. Şimdi
Sefer gelince ilkin bunu soracak: Sevinmedin mi sen Hasan’ın ölüsünü
görüverince?.. Allahın bildiğini kuldan nasıl saklarım? Şimdi de sorsalar, Kadir
mi, Hasan mı? deseler; gerilim hattı hangisini çarpsın, seç... deseler, nasıl
seçerim? Nasıl, Kadir gitsin, Hasan kalsın, derim? Beni seçme, ayırma zorunda
koymayacaktın Allahım, böyle bir insafsızlığı etmeyecektin! Hasan’ı ben
büyütmedim mi? Çocuklarımdan fazla kollayarak onu, Sefer’i, anasızlıklarını
duyurmamak için onlara çocuklarımdan ileri kanat germedim mi? Koruyamadık.
Koruyamadığım gibi, “Şükür” bile deyivermişim işte. Sefer? Sefer, bak beni
dinle... Yere bakıp durma öyle. Başını kaldırıp da soruverecekmiş gibi durma...
Başka birşeyi, de ki Arif amcanı sorarsan konuşurum... Dün sorsan, az daha önce
sorsan onu da bilemezdim belki. Şimdi onu sorarsan diyecek lâf bulurum,
konuşurum Sefer, anladın mı? Ama bana, Hasan’ı tanıyınca, şükür deyip soluğunu
gevşettin mi, gevşetmedin mi? diye sorma. Bunu sorarsan konuşmam Sefer, anladın
mı? Tutulur kalırım. Daha da üstelersen Sefer, anladın mı, ben mi, Kadir abim
mi? diye seçme zorunda bırakırsan beni, Allah şahidim: Kadir kalsın, sen git,
deyivermekten korkarım. O zaman da böyle oldu işte. Zihnim “Ölen Hasan’dır”
deyiverince, soluğum kendiliğinden boşaldı, kendiliğinden “Şükür” dedim. İnsanız
Sefer... Nerde neye sevineceğimizi, nerde neye yerineceğimizi önden imkânı yok
bilemeyiz. Bilemezmişiz baksana... Benim de aklıma gelir miydi?
Dişetleri
yeniden ve en çok sızlasa. Ya da bir top patlasa. Bir gürültü kopsa. Seçmekten,
ayırdetmekten alakoysa Sakine’yi. Ya da o gürültü, o top patlaması bilinemezi
bilinir kılsa; savurtup açsa bilinmezin üstünü. Ona “Şükür” dedirten neyse,
bulsa da iki yakasına yapışsa.
Üşüdü,
ürperdi. Kollarını koltuk altlarına soktu. Dar sokakların, ovayı kucaklayan
siyolan kokulu nemli sıcaklığın, en küçük esintisi olmayan, üç gündür de
sulanmayan beton avlunun ortasında ne üşümesi bu? Dişetlerimden... Dişetlerimden...
Dişetlerinin sızısı içindeki kezzap akışını dindirir. Ara ara dindirir. Ara ara
her şeyin üstünü örter. Sakine’yi son üç günün yüzlerini, seslerini,
kımıltılarını, acımasız uzaklanışları, kendi içinin sesini, şurasına çöreklenmiş
o koca taşın ağırlığını seçmekten, ayırdetmekten korur. Dişetlerinin sızısı
savunur onu. En ileri can acıları da savunmazsa ne savunur? Onulmaz yaraları ne
örter başka?
Nerede
durayım, ne yapayım?
Bıçkı
kesi yeniden başlamamıştı. Besbelli işte, Sefer işi bıraktı. Yoksa, elini
bıçkıya mı kaptırdı, gerçekten?
“Belâ
geldi mi üstüste gelir,” demişti tornacının karısı.
Arif
amcanın az gerisinde duruyordu. Kadir’i demek istiyordu. Sakine şimdi anlıyor. “İster
misin Kadir’i de uzun tutsunlar? İster misin uzun sürsün sorgusu?” Kimdi bu?
Arifamca. Hasan’ın gömülmesinin ardından da gelmişti eve. Kurşun rengi
kravatını çözmüştü. Fötr şapkasını dizlerine koymuştu. Böylece oturup, bu kez
de Sakine’yi Kadir için suçlar gibiydi. Öyle olmasa neden kendisine bakarak
konuşsun? O sabah çıkıp geldiğinde bakmadı, bu sözü edene dek bakmadı bakmadı
da?.. Başka birşey daha demişti. Ayaküstü. Şurda dikilirken. Kapıya yakın
dururken. Gitmekle gidememek arasında sallanırken de konuşmuştu Arif. Ne
demişti? Hiç, hiç... Off, ne derse desin! Neye yararı var?
“İşlerimi
yüzüstü koyup geldim. Kalmak isterdim ya, kalamıyorum işte...”
Sakine
şimdi iyice seçiyor. Arif amcanın suçluyor gibi durmaları falan, ya da
kendisine öyle gelmesi o sıra silinmişti. Daha çok Arif amca gözlerini
kaçırıyordu Sakine’den, avludakilerden. Öyle, iki arada, bir derede kalmış...
Gitse bir türlü, kalsa bir türlü. Avludaki insanlar kınarlar mıydı hemen gitse?
Soramıyor, kalamıyor, çıkıp gidemiyor da... Tornacının annesiydi. O dardan
kurtarmış olmalı Arif beyi: “Git bey, git. İş bu. Bekler mi? Allah razı olsun,
bak, vazifeni en iyisinden yaptın. Sakineciği de yalnız koymadın şu kötü
gününde...”
Avluda
kim varsa, Sefer’den, çocuklardan gayrı hepsi Arif beyin iki arada bir derede
kalmışlığını gidermek için elbirliği etmişlerdi sanki. O da artık gidebileceğine
inanmıştı: Git diyorlar madem, gitmeli. Suç bende değil.
Çıkarken
elini cebine götürmüş, para çıkarıp -eli iyice yukarda, para avludaki herkesçe
görülebiliyor- Sakine’ye uzatmıştı:
“Al
şunu. Hatim indirt. Mevlüdünü okut. Ben seneye mezarını da yaptırırım.”
O top
patlayacak. O gürültü kopacak. Eli kulağında. Boyun damarları zonk zonk atmaya
başladı Sakine’nin. Tutamayacağı, önleyemeyeceği bir patlamanın eşiğinde duydu
kendini: Arif’in iyice uzağındaydım o sıra. Karanlıklardaydım. Dişetlerim çok
sızlıyordu, ondan... Nasıl gitti? Giderken başka ne dedi, bak şimdi bile bulup
çıkaramıyorum. Kadir’e de uğrayacağım, mı dedi, işlerim çok, uğrayamayacağım,
mı dedi? Bakalım belki kurtulur, mu dedi, bakalım belki kurtarırız, mı dedi? O
gidince herkes de dağılmıştı. Yok. Büsbütün dağılmamıştı. Duvarcı ordaydı: “İşte
bu para. Ben Arif beyin yamacında duruyordum da, sana vereyim diye bana
verdi... Al bacım…”
Sefer
de kapının önündeydi. Çıkmak üzereydi. Kederden avurtlarını mı çiğniyordu? Nasıl
böyle içine göçmüş çocuğun yanakları, ne çabuk? Parayı almak zorunda
kalışımızdan mı utanıyordu, ne oluyordu Sefer’e? Aldık mı hem o parayı biz?
Öyle ya, duvarcı iki sefer getirdi. Biri Arif gidince. Demek ellememişim.
Sırtımı dönmüşüm. Sefer’i aranmışım. Bu sabahtı yeniden... Yeniden parayı
getirmişti duvarcı: “İşte bu para. Ortalıkta kalmasın, kaybolmasın, al.” Yok.
Evet. Seferin kapı önünde oluşu bu sabah. Çıkmak üzereydi. Avurtlarını kemirişi
de bu sabah.
“Biz
almayacağız o parayı.”
Ah,
öyle. Bu sabahtı. Sefer böyle deyip gitmişti. Böyle, kesin konuşmuştu. Kadir’e
benzer bir boyun dikişiyle. Giderken avlu kapısını çok hızlı çekti hattâ.
Gevşek tahtalar her yanından sallandı, zangırdadı. “Biz...” dedi. Dedi ya, “Biz...”
Biz o parayı almayacağız! Nasıl da bilemedim? Sefer büyüdü. Sesi çatallaştı.
Yarın o da tutturursa Kadir’e? Kadir abi, baba Kadir, Kadir usta, baba Kadir
usta abim benim be, beni de götür kanalet döşemeye... Senin borcun var, keserler;
benim borcum yok, kesemezler... Borcumuzu öder şuraya bir soğutucu
kondururuz... diye tutturursa? Rabbim, rabbim, yeniden sınamaya kalkma beni.
Seçmenin dar boğazında bırakma. Arif gibi olmak hepimizin elinden gelmez.
Kadir’in hiç elinden gelmez. Ben Kadir’e vardığımda iki çocuklu gibiydi. Arif
amcası demiş: “Taşaronluğa daha yeni atıldım. Sermayem batmasın diye yırtınıyorum.
Başımı kaşıyacak halim yok. En iyisi bir kız bulayım, seni evlendireyim. Sana
da bakar, kardeşlerine de...”
“Bak
Sakine, erkenden evlenmek istemezdim. Paçamı toplamadan, bir baltaya sap
olmadan seni iki çocuklu kuru bir odaya gelin getirmek istemezdim. Lâkin
dardayım... Bir iyilik etmek istersen...”
Sakine’nin
dudaklarından usul bir gülümseme geçiyor. O gülümsemeyi hemen yakalıyor, tutup
bastırıyor. İnatçı bir ışık gelip gelip vuruyor içine yine de. Koyu, kara
bulutları zorlayan kış güneşi sanki: Ben de evlenecek yaşta mıydım? On beşimde
on kişinin çamaşırını yuğuyor, bulaşığını yıkıyordum. Kadir’in açık sözlülüğüne
mi tutuldum, çaresizliği mi yüreğime dokundu? Hasan’la Sefer’e mi acıdım, yoksa
amcasının ona çabuk çabuk karı aramaya koyuluşunu elinin tersiyle itip doğruca
bana gelişinden mi hoşlandım? Ne oldum? Kadir benden caysa, ben Kadir’in
ayakları dibine atıverecektim kendimi nerdeyse. Sefer daha yeni üçüne basmış.
Hasan acık daha kabaca. Çocukları sevdikçe Kadir’i sevdim. Kadir’i sevdikçe
kardeşlerini yavrularım bildim. Rabbim, rabbim, o sıralarda hepimizin kuru topraklarda
yattığımız geceler çok. Yine de, bir hastalandığım zaman beri yana, şu
günlerdeki kadar dara düştüğümü hiç bilmedim. Böyle bir darlık, rabbim, şunca
yıl hiç boğmadı beni. En çok hastalandığım o zaman telâşlandım. Şurama kötü bir
sancı saplanınca, yataklardan kalkamaz olunca, Hasan, Sefer, çoluk çocuk,
Kadir; hepsi sersefil kalıverince orta yerde, ekmeklerini yapamayınca, sofralarını
kuramayınca ben, Kadir’in bun bun bunaldığını bilince, bir o zaman işte, çok
ağladım ne olacağız, ne edecekler diye... Şimdiki içimin yanması yanında o da
hiçmiş meğer... Daha beteri varmış, daha beteri... Daha beterinden korkup da mı
“Şükür” dedim yoksa ben? Hasan’ı gözden çıkarmak mı demek oluyor bu? Ah, okula
başlayacaktı o sıra. Önlüğünü dikip bitiremedim. Yatağa düştüm. Böğrümü bastıra
bastıra o gece... Tek Hasan, onca heveslendiği önlüğünü giymeden gitmesin
diye... Kadir de amcasına yazmış: “Sakine iyileşene dek Sefer’i size göndersem?”
Aman Sefer bunu bilmesin. Arif amcasının kendisini istemediğini bilmesin. Yoksa
biliyor muydu? Bu sabah ondan mı çarpıp çıktı kapıyı? “Biz onun parasını
istemiyoruz!” Sefer’e duyurmadık ki. Kadir bir benim önümde söyledi: “Bir daha
bu amcama selâm çakan ne olsun!” Sonra da hiç anmadı adını artık. Dağa köşk
yaptırıyormuş kendine, dediler. Sefer bunu bildiğinden mi? Kadir, “çocuğu göndermelere
kalktım” diye utanıp durmuştu. Haber salar salmaz, utanması da başlamıştı.
Kestirip atışı en çok bundan: Bir daha bu amcama selâm çakan ne olsun!
Sezmiştir Sefer. Çocuk kısmı çabuk sezer. Yoksa Hasan’ın kalkıp amcasına
gittiğini, sonra da nasıl dönüp geldiğini mi biliyor? Yok, bilemez. Geçen yıl.
Hasan bir akşam eve dönmeyiverdi. Ertesi akşam da gelmedi. Aklımız başımızdan
gitti. Kadir’in aramadığı yer kalmadı. Beynini çatlattı. Ne yapar, nereye çıkıp
gitmiş olabilir böyle habersiz? Sonunda aklına geldi: “Okusun, diyorum,
çalışmasına izin vermiyorum ya bu yaşta, bakarsın bundan ötürü kaçtı, gitti.
Aklınca amcasına sığınacak, ondan iş isteyecek. Sefer’i anlatmalıydım ki...” Bu
evi yeni bitirmiştik daha. Bitirmemiştik. Damını kapatmamıştık. Bir sabah
ezanı, şurda su ısıtıyorum. Kapı gıcırdadı. Baktım Hasan, yavrum Hasan, üst baş
kirli, gözleri uykusuzluktan mı, helecandan mı, yumruk gibi, usulca süzülüp girdi.
Onu görüverince, sağsalim dönüp geldiğini biliverince “Şükür,” dedim.
Ayten’in
yüzü anasına dönüktü o sıra. Bir parmağı ağzında, sırtını verdiği kerpiç duvara
kaşınır gibi sürtünüp durmakta. Sakine, suçüstü yakalanmıştı sanki. Kendini
derleyip toplayıvermek için bir bacağını iskemlenin altına doğru çekiyor. Başını
güneşe kaldırıyor: Gözlerim avlunun bol ışığından sulanmıştır, gördün ya Ayten,
bu nemli ışık taa gözbebeklerimi oyuyor.
Ayten
parmağını ağzından çekti. Yere, Gülten’in yanına oturdu. Sakine yutkundu. Elini
bağrına götürdü. Sökülüp atılması gerekli birşey var orda, tonlarca ağırlıktaki
o taş. “Öff!” Dilimize bir “şükür” dolanmış, ağzımıza sıçılıyor, yine “şükür”.
Hasan’ın şurdan girişini görünce ağzımdan dökülen şükür, ölüsünü seçince
boşalan soluğumla bir olur mu? “Kadir abime ne diyeceğim yenge? Nasıl yüzüne
bakacağım?” demişti bana. İki damla ağlasa yüreğimden bin tel birden kopardı.
Baktım gözlerinden yaşlar pıtır pıtır dökülüyor...
Yan
döndü Sakine. Hıçkırmadı. Çırpınmadı. Yaşlar dümdüz, yüzünden kayıp bağrına
döküldü. Koltuk altlarına sıkıştırdığı kollarını çözdü; usulca iki yanına
bıraktı: Sanki Kadir içerde uyuyor da gidip uyandıracağım. Hasan’ın o halini
görünce aklım başımdan çıktı. Varıp abisini uyandırdım: “Aman sakın üsteleme
Kadir... Sorma... Zaten yıkkın...” Kadir usul usul doğrulduydu yatağında: “Geldi
mi sahi?” Ben Kadir’i neden severim? Gözleri sevinmesini bilir de ondan severim.
Sertliği iki kaşı arasına zorla oturtur. Gerekince. Terslik, sertlik, öfke; çok
gerekince ödünç alıverir. O sabah öfkesini bile ödünç almaya fırsat bulamadı da
“Geldi mi?” deyip, yüzüne olanca sevinci yayılıverdiydi. Hasan’a hemen de
güleryüz göstermemeyi anca şu eşikte akıl etti. Bilir. Varıp sarılsa, bütün
bütün de alttan alsa, belki yine kaçar. Huy edinir sonra. Hasan’ı görünce
üstüne yürümeyeceğini de, zil takıp oynamayacağını da bildim. Kalın, örtülü sesini
takındı: “Hoşgeldin düdük!” Bunu da demese Hasan hiç yanaşamazdı ki. Koşup
elini öptü abisinin: “Bir daha giden ne olsun!..” Hepsi bu işte. Sefer
uyuyordu. Çocukların hepsi uyuyordu. Sefer, Hasan abisinin nereye gittiğini,
nerden dönüp geldiğini bilemezdi... Şurda, akşama biber kızartırken ben: “Yenge,
amcaya gittiğimi çocuklar bilmesinler,” demişti Hasan. “Bir bok sanırlar.
Sıkıştı mı onlar da gitmeye kalkarlar sonra...” İşte bunun için Sefer’e kendisi
söylemiş olamaz. Sefer amcasına neden onca uzaktı öyleyse? Kinliydi. Düşmandı.
Bak şimdi gözümün önüne geliyor. “Biz...” dedi, “onun parasını istemiyoruz.”
Sakine’nin
ağzının kıyısında, az önce Kadir’le evliliğini düşünürken beliren gülümsemeye
benzer bir gülümseme yeniden titredi. Bu kez onu eliyle bastırmadı ama.
Gülümsemesinden utanmadı. Bıçkının sesini dinledi; hâlâ duyulmuyordu. Sesin kesilmesi,
alışık olduğu bir cızırtının duyulmaması, getirip getirip Sefer’i dikiyordu
karşısına. Onun Arif amcasına kinli, düşman bakışlarını. Amcası çıkıp giderken
avurtlarını çiğneyişini. Çocuk daha Sefer. Amcasının yüreği yanmaz sanıyor.
Yanmaz olur mu? Taştan değil ya bu adam? Diriyi bir yana bırakıp, ölümü de mülk
edinmeye gelmedi ya? “Yoo” dedi birden:
“Yok,
hayır.”
Kendi
sesini işitti. Arif amcayı anlamaya, hoşgörmeye ne hazır, ne de istekli buldu
kendini. Kalktı. Yere devrilmiş bir kovayı kaldırdı. Yüreğindeki ağırlık iyice
çalkalandı. Arif buradan geçmişti. Kovaya ayağını çarpmış, devirmişti.
Devirdiğini görmemiş değildi, aldırmamıştı. Ansızın, devrilen bir kova da olsa,
bir kimsenin, neye çarptığına bile bakmadan yürüyüp geçiverişini algılıyor Sakine.
Günlerdir içine çöreklenen o sinsi, devinimsiz ağırlık kök saldığı yerde bir
iki sallanıp kütürtülerle çatırtılarla sökülüyor sanki. Bir deprem, bir fırtına
öncesi. Sezilir sezilmez ilk kımıltı, tornacının karısıyla duvarcınınkinin Arif’in
önünde ezik büzük duruşlarını seçtiği ân başlamamış mıydı? Öyle ya, Arif’ten
önce onlara karşı bir öfke kabarmamış mıydı içinde? “Aferin bak adama… Yetişip
gelmiş…” “Bak Sakine, şehitler gibi gömülüyor kaynın ayol... Bu da birşey...” “Hasan
temiz çocuktu canım... Allah herkesin gönlüne göre verir...”
Sakine
gaz tüpünün başına gitti. Kanının hızlı hızlı devindiğini, yürüyüp başına
çıktığını duydu. Daha geçen ay Hasan’ı Sakine’ye çekiştiren tornacınınki değil
miydi? “Bacım, şu oğlanın kulağını büksene acık sen. Bıyıkları terledi, koca
erkek oldu. Camlarımıza bakıp durmasın gelip geçerken öyle. Bizimki huylanır.”
Duvarcınınki
değil miydi daha geçen hafta, Kadir’in doğramacıya borcu için sıkıldığını
anlayıp da Arif amcasını anan? “Ayol bu çocukların bir yakını Kadir mi? Paralı
pullu bir amcaları varmış işte. O adam niye hiç dönüp bakmaz bunlara? Ayıp
değil mi, yıkmış hepsini sizin üstünüze?.. Zaten kendini kollayan kimse adam.
Kendini kollamayan da işte sizin bizim gibi sürünür durur. Yalan mı?”
Yalan
mı? Arifin önünde Tanrı katında durur gibi duruyordun ama? Ayy, sanki dert bu.
Düşünmesem iyi ya, gene de gelip gelip dikilirler karşıma: Arif bey, size bir
kahve yapalım. Arif bey, soğuk, birşey için, yoldan geldiniz... Ah Arif bey,
gelmeseydiniz bunların hali nice olurdu? Siz bunları düşündünüz, Allah da sizi
daha iyi düşünür inşaallah!
Ocağı
yaktı. Su tenekesini hızla üstüne oturttu: Orhan’ın bezleri yığıldı kaldı.
Kızların üstü başı leş. Sen onları düşün. Kadir ne olacak şimdi, onu düşün. Ne
olacaksınız, nasıl doğrulacaksınız yeniden, onu düşün. Arif bir geldi, bir
gitti. Hepsi bu. Kalk bulaşıkları yıka. Baksana dolmuş taşmış tenekenin dibi.
Boş bulunup bir “Şükür” dedin diye kendini asacak hallere gelmiştin!.. Ben
şuramın yandığını bilirim.
Bulaşıkları
çalkalarken, avlu kapısı gıcırdadı. Sakine, ürkmeden çevirdi başını. Dosdoğru
baktı; Sefer, eline bir gazete almış. Gazeteyi büküp boru yapmış. Hâlâ da büküp
duruyor. İşte sapasağlam elleri. İşte parmaklarını bıçkıya kaptırmış falan değil!
Dirilip doğruldu Sakine:
“Erken
geldin Sefer?” dedi.
“Hıı,”
dedi Sefer de.
Bu “Hıı”
sessizliğe düşen bir damla gibiydi. “Ne o elindeki?”
“Gazete.”
Sefer
tıkanıktı. Çözülemiyordu. Bıçkının başında uzun uzun düşünmüştü. Bunu yengesine
gösterse mi, göstermese mi, diye sorup durmuştu kendi kendisine.
“Gel
sana ekmek kızartayım. Üstüne yağ süreyim. Bir de çay…”
Duvarın
dibindeki kızlar birbirlerini itip gölgeden çıktılar; varlıklarını duyurdular.
Sefer heveslenmedi. İsteksiz göründü. Yüzü sarıydı, ama avurtlarını
çiğnemiyordu. Avlunun ortasında, nereye basmasının doğru olacağını bilemeden
geziniyor, gazeteyi elinde büküp duruyordu.
Ayten
uzaktan seslendi: “Anne, ekmek...”
Sessizlik
kabuğunu çatlatmıştı.
“Az
daha oynayın, şimdi veririm,” dedi Sakine.
Kapları
daha çabuk yıkamaya koyuldu.
“Ne
var gazetede Sefer?”
Sefer
geldi. Yanına durdu. Başını önüne eğdi. Bir çırpıda:
“Hasan’ın
adı var,” dedi. |
Sesi
çatallı çıktı. Öksürdü. Sakine’nin elleri durmadı. Tam karşıtı, daha hızla
ovmaya başladı kapları. Sessizliğin avluya yeniden egemen olmasından çekinerek,
hemen sordu:
“Kazayı
mı yazmışlar?”
Sefer’den
ses çıkmadı. Sakine’nin omuzbaşında öylece dikilip duruyordu.
“Kazayı
mı yazmışlar? Göstersene,” diye üsteledi Sakine. Bulaşığı bırakıp yan döndü.
Sefer gazeteyi açmış dörde katlıyordu:
“Bu
işte.”
Bir
teşekkür ilânıydı. Yerel gazetenin arka sayfalarında, küçücük bir dikdörtgen
içinde.
“Şurda
işte,” dedi Sefer. “Arkadaşım görmüş de…”
“Kim
koydurmuş?”
Sefer,
“amcam” demeye dili varmadan bir solukta konuştu:
“Başta
Kansa Şirketi olmak üzere cenazeye katılanlara, çiçek gönderenlere teşekkür ederim,
diyor. İmza da: Amcası Arif Çiçek.”
Durdu.
Bir soluk aldı. Avurtlarını çiğnedi. Bu sabahki Sefer’in tıpkısı oldu:
“Köpek!”
dedi birden.
Sakine
önce ürktü. “Uyy!” diyecek oldu. “Bu nasıl söz?” Sonra kendini tuttu. Yaşıdır,
dedi içinden; yıkımın ardından gelen öfkeyi ilk tanıyışı.
Sefer
bitirmemişti.
“Köpek
tabi,”, dedi. “Sanki Kansa’dan iş almak istediğini duymadım. Caminin önünde
konuştular. Arkadaşım da söyledi zaten. ‘Ne herifmiş bu senin amcan’ dedi...”
Avurtlarını
çiğnemesi o ânda durdu. Hasan abisinin ölüsünü bir hesaba yatıran kendisiymiş
gibi suçlanmış, utangaçlaşmıştı. Utanç çocuk yüzünü aleve boğdu. Ağladı,
ağlayacak gibi oldu. Boyun damarları iyice şişti. O zaman Sakine ayağa kalktı.
Ellerinin ıslak olduğunu unutarak birini Sefer’in başına koydu.
“Sefer...”
dedi.
Sesinin
böyle pürüzsüz çıkışına kendi bile şaştı.
“Sefer...
Demin şurda yapayalnız kalıverince ben, ortalıkta ses seda kesiliverince dalıp
gitmişim. İnsan önden iyi seçemediklerini de seçiyor o zaman. İçinin olanca
sızısı, olanca yükü arasında. Dişetlerinin acıması bile bastıramıyor. Her şeyi
tek tek seçiveriyorsun. Oraya buraya seğirtip durmalar arasında yüz yıl yaşasan
seçemezsin ya bazı hani?.. Bir seçmeye başladın mı da durma seçiyorsun artık,
durma ayırdediyorsun. Yıkımın üstüne vuran ışıldak misali; iyisini, kötüsünü...
Gitti, yitti, derken kımıldanıp sevindireni; var, duruyor, derken, hani nerde,
yerle yeksan...”
Eğildi.
Su tenekesini indirip ocağa çaydanlığı koydu: Anlatmayı bilemiyorum ki. Kadir
olsa bilirdi. Kadir yok, Sefer de parmaklarını çıtlatıp duruyor. Bekliyor. Ne
yapacaksın? İş hepten başa düştü. Çoluğu çocuğu iyice bir derleyip
toplamalısın. Acemilikle de olsa bir yerden başlamalısın. Seçtiklerini
birbirine ulamalısın.
Yeniden
doğruldu. Yüzü avlunun sıcağından, gazın alevinden kızarmıştı. Belki de değil.
Belki kanının hızlı akmaya başlamasından. Kadir’in yokluğunda Sefer’in henüz uç
vermiş taze öfkesini, avurtlarını çiğneyip parmaklarını çıtlatmaları arasında seçtiklerini
nasıl yapsa da heder etmese kaygısından. Yeni bir durumu, önüne çıkan ve iyice
doğurgan yepyeni sorunları deneysizlikle eline yüzüne bulaştırmaksızın alt edip
edemeyeceğini bilememekten: Kadir Hasan’ı elime, Sefer’i kucağıma verdiğinde
neden haberim vardı? O zaman o zamanın üstesinden geldimse, şimdi de şimdinin üstesinden
gelirim. Neden gelemeyecekmişim?
Üç
gündür üstüne çöken sinmiş, silinmiş durum usul usul akıp gitmişti. Sefer’in
ilânı göstermesiyle şurasındaki o ağır taşı kökünden söküp kaldıran, ordan
kütür kütür çekip tümüyle çıkaran neyse, onun verdiği güvenle konuştu bu kez:
“Sevmek
gümbürtü istemez Sefer. Her şey benim olacak, önden yok saydığım ne varsa onlar
da sırasında benim olacak, diyenlere ne bakarsın sen? Onlar için bile her
şeyden mülk olur da, bi sevmekten, bi de ölümden mülk olmaz. Arif’in şurda, şu
kapının yanında duruşunu gördüm. Şimdi iyice belli, ayan beyan gördüm. Kalır
mıydı, kalmaz mıydı orasını bilemem ama, ‘Kal’ demek aklımın ucundan geçmedi.
Geçmemiş işte. Senin geçti mi?”
Sefer:
“Yok,” dedi çabucak. “Yok, bir de ‘Kal’ diyecektim...”
Bunun
olmazlığından hoşlanmıştı. Bu olmazlık güldürdü Sefer’i. Hiç akla gelmeyecek
birşeyin tuhaflığı.
“Daha
neler!..” demeden edemedi.
Aynı
ân’da, yengesinin az önce sözünü ettiği ışıldak sanki döndü, döndü de geldi,
Arif’in kapı önünde dururkenki: Neden hepsi koşup, elime, paçalarıma sarılıp,
kollarını boynuma dolayıp, biraz daha oturun, demiyorlar, diye şaşkın kalakalan
yüzüne vurdu. İyice aydınlattı o yüzü: Biri bir adım atsa... Beni sevseler,
sevdiklerini bilsem... diye bekleyen yüzü. Hiçbiri tek adım atamazdı. Gerçek.
Akıllarından bile geçemezdi.
Sakine
Sefer’e çay koyuyordu:
“Hem
biz şimdi Kadir abine iki paket sigara götürebilsek çok iyi ederiz, biliyor
musun?” diyordu! “Kadir abin ölmedi ya?”
Hiçbir
şeyin altını çizmemişti. Ama Sefer, ‘Biz’le ‘Ölmedi ya’nın altını çizdiğini
sanıyor. Gözlerinin önünde amcasının hep o, en son ândaki yüzü; tuttu,
yanlarına gelmek için debelenirken kıçüstü oturup kalan Gülten’i kaldırdı:
Adalet
Ağaoğlu, “Bi Sevmekten… Bi Ölümden…”, Toplu
Öyküler I, İstanbul: YKY, 2001, s.228-246.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder