30 Nisan 2016 Cumartesi

Bi Sevmekten... Bi Ölümden...[*]
Adalet AĞAOĞLU


Çevresi ansızın boşalmış, avluya girip çıkan ayak sesleri kesilmiş, ağlaşmalar, konuşmalar dinmişti. Dişetlerinde artık bıçkının sesi değil, ta kendisi gezinir oldu. Bir sokak ötede, kerestecide sanki tahtalar dilinmiyor, Sakine Çiçek’in dişetleri rendeleniyordu.
Tornacının karısı bu sabah:
“Üzüntüden inan olsun. Ağzının etleri üzüntüden gevşeyiverdi baksana. Gevşer kardeş, kolay mı?” demişti.
Şimdi aklına geliyor.
Üzüntü... Sakine için boşlukta dönen bir söz bu. Yüreğinde tonlarca ağırlıkta bir taş. Bu yük ordan kalkıp gitmek bilmiyor. Ayak sesleri kesilip, ağlaşmalar durup, yüzler ve sözler tek tek seçilir olmaya başladıkça bu ağırlık iyice yükleniyor, Sakine’yi bastırıp eziyor, onu bocalatıyordu. Çocuğun bezini bile değiştirmenin üstesinden gelemeyeceğini sanıyor: Orhan’ın bu huysuzlanmaları altının ıslanmasından değildir. Hakedemeyeceğim bir derdi olmalı. Kadir’siz hak, edemezsem...
Memesini oğlunun ağzına dayıyor, çocuk oburlukla emiyor; yine de Sakine’yi rahatlatmıyor: Orhan değilse Kemal. Büyük oğlu. Ona birşey oldu. Kemal’e araba çarptı. Kemal’e biri sataştı, dövdü. Ağzını yüzünü kanattı. Kemal’i elektrik hattı çarptı. Bir şey oldu. Olmadıysa da olacak. Kemal!.. Yok, yok. Orhan’ın altını değiştirmedim ben. Kıpırdanması ondan. Kemal’e ne olsun durup dururken? Öteki de durup dururken oldu. Her şey durup dururken oluyor. Dert, “geliyorum” diye haber salmıyor ki. Ah, Kadir’le Hasan gecikince de böyle elim ayağıma dolanmıştı işte. İçime mi doğdu, ne oldu? Gece vakti durup dururken varıp gittim oraya. Meğer yıkımın ta göbeğine dalarmışım.
O gün bugündür Kemal’in evde, avluda varlığını duyurmak istememesini, üstüne çöken küskünlüğünü de şimdi seçiyor: Keşke yanıma almasaymışım! Ne bilirim? Aklıma mı gelir? Of, of, şuncacık şey. Nasıl çıkarır aklından? Nasıl unutur Hasan amcasının kara gövdesini? Ah keşke sağ salim dönüp gelse de yine küs, yine suskun dolanıp dursa şurda. Nerde kaldı bu?
Avluya vuran, orda her şeyi solduran gün ışınlarına bakıyor. Buharlı bir sarı ışık, kerpiç duvar dibinde ince bir gölgeliğe izin vererek avluyu yakıp kavurmakta. Kemal’in gecikmiş olduğunu düşünmesine şaşıyor: Daha gün yolunu ancak yarıladı. Kemal’in okuldan dönme zamanı değil ki. Ben böyle ikirciklenmezdim. Hasan’ı öyle göreli beri...
Hasan’ın kömürleşmiş gövdesi, o gövdenin toprağa konuluşu sanki düşünde gördüğü birşey. Dişetlerinin sızısı dursa, bir silkelense, içindeki ağır yük kalksa, gözünün önü aydınlansa, bocalamalarından kurtulsa, Hasan çizgili pijamasının altıyla şurda, musluklu tenekenin başında yüzüne su çarpıyor olacak. Kocası Kadir de burda ellerini tuzlu suya sokmuş, kardeşi Hasan’a takılacak: Hasan... Demin uykunda sayıklıyordun, düdük.
Ne Kadir’i? Kadir nerde? Duvarcı komşu mu, kim, biri söyledi:
“Bu iş uzun sürmez. Görürsün, hafta demeden bırakırlar kocanı. Kim özbeöz kardeşini isteyerek elektriğe çarptırır canım? Baba gibiydi Kadir ona. Hangi allahsızın aklına gelir böyle pislikler, bilmem ki?” dedi.
Sakine şimdi duyar gibi oluyor.
Kadir’i böyle böyle savunmaya kalkmak bile fazla değil mi? Kadir için bu sözler bile çok değil mi? “...Babası gibiydi canım Kadir ona...” Kuşkuları mı var?
Dün şantiyeden bir adam geldi. Dün olduğunu sanıyor. Adam:
“Kontrol mühendisi hepsini uyarmış,” dedi. “Kötü bir saat. Ne gündüz, ne gece. Uzaklıklar yanıltır şimdi demiş, ama dinletememişler. Kabak işte yine Nazif beyin başına patladı. Hep ilkin onu sorgu sual ederler. Uyarmış işte. Nazif beyin hiç suçu yok.”
Nazif bey, Nazif bey... Kimmiş Nazif bey?
Adam Sakine’ye kocasının, Hasan’ın biriken ücretlerini verdi. İlk o zaman boşanmıştı Sakine; Hasan’ım ciğerim! Sen bununla soğutucu almayacak mıydın? Abinin rakısını soğutmayacak mıydın? Hepimize soğuk sular, gazozlar içirtmeyecek miydin?
Tornacının karısı:
“Ohh,” dedi o zaman. ‘‘Oh neyse...”
Kaç gündür, “Ağla kız, ağla biraz açılırsın,” deyip durdular da şurasından bir damla yaş akmadıydı kadının. “Öyle olur bazı. Tıkanır kalır insan. Bir ağladı mı da, ağlar durursun artık. Bu da en akla gelmedik sırada ağladı. Bazı öyle olur.”
Şimdi bile duvarcının karısıyla baş başa vermiş bunu konuşuyorlar:
“Anca çözülüyor. Çözülsün, çözülsün. Yoksa katılır kalır, hık der, birşey oluverir de garibe, artık çoluk çocuk iyice yüzüstü kalakalırlar... Kadir’i ne zaman salıverecekler bakalım, o bile belli değil...”
Tornacının karısı, zamanıdır, deyip bu sabah sordu:
“Şimdi açıldın ya? Daha iyisin ya?”
“Dişetlerim çok sızlıyor abla,” dedi Sakine de. Sanki diyecek başka şeyi yoktu. Hasan’ın ölüsünü gördüğünden buyana söyleyecek tek sözü bu muydu?  
“Üzüntüden inan olsun,” diyor tornacınınki. “Ağzının etleri üzüntüden gevşeyiverdi baksana. Gevşer kardeş, kolay mı?”
Ahh bir diyebilsem! Durup durup dişetlerimi söylüyorum. Bıçkı sesi sürdükçe de lanet dişetlerimin sızısı diyemediklerimin yerini alıyor. Artık kim “Nasıl oldun?” diye sorsa, “Dişetlerim...” diye başlayacağım. Bir bu. Bütün derdim tasam bu sanki.
Orhan’ın altını, temizlerken bıçkı sesi diniverdi. Çevresine yayılan sessizlik iyice koyulaştı. Yüreğine kök salmış ağırlıkta bir depreşmenin kendini duyurduğunu sandı. Orhan’ın kirli bezini koyacak yer bulamadı. Çocuk sessiz yatıyordu da Sakine boğulduğunu sanıyor. Elinin ayağının birbirine dolanmasını buna veriyor. Öyle olmasa kirli bezi nereye koyacağını bilememezlik etmezdi. Yeni gelen her sessizliğin yeni kötülükler taşıyacağından ürküyor: Sefer mi durdu? Sefer gün ortasında neden durur? Şimdi işi bırakıp gelirse? Gelirse, ya elini bıçkıya kaptırmış demektir, ya da... Elini bıçkıya kaptırmış olmasın da, zarar yok, gelsin. Sefer de en sonunda konuşacaksa, konuşsun, sorsun. “Amcam nerelerden çıkıp geldi? Biz onun yokluğuna alışmıştık...” Alışmaktan öte, unutmuştuk onu Sefer. Unutmamızı istiyor diye, silip çıkarmıştık aklımızdan. Hasan bir kez sormuştu da, Kadir abin onu azarlamıştı hattâ. “Amcan seni arayıp soruyor mu da sen onu sorup duruyorsun? Unutsana sen de...”
Camiye de, mezarlığa da gelenlerin hepsi Arif beyin yanına toplanmışlardı. Artık Sefer orada yoktu sanki. Sakine hiç yoktu. Arif beyin oluverişi Sakine’yi de, Sefer’i de, nerdeyse gömüleni bile çabucak unutturmuştu. Herkes Arif beye sabırlar diledi. Hep ona “Başınız sağolsun” dendi. Arif bey ‘şu ân’da ailenin tek büyüğü, tek erkeği olarak hemen yerini almış, bu yer seve seve verilmişti ona.
Sakine’nin yanında yine ister istemez tornacının karısıyla duvarcınınki vardı. Sakine komşularının Arif amcayı sormalarını da, yanıtını bulup buluşturup yine kendilerinin vermelerini de şimdi ayırdediyor: “Amcaları buymuş demek?” “Aferin bak adama, yetişip gelmiş. Öyle ya, konu komşu nice koşsalar boş. Kadir de olmayınca...” “Öteki çiçek şirketindi ya, bu da onunmuş.” “Yine Allahın sevgili kuluymuş Hasan... Böyle bir amca… Çiçek hangimize kısmet olur, şimdi ölsek?..” “Bak Sakine, amcaları sayesinde şehitler gibi gömülüyor kaynın... Bu da birşey...” ‘Temiz çocuktu canım. Yüreği temizmiş işte...” 
Sakine gözleriyle hep Sefer’i arıyordu. Bak bunu anımsıyor. Sefer’i unutmasalar, diye düşündüğünü biliyor, Oysa Sefer’in yanında durup, elini omzuna koyan, onu avutmaya, çalışan bir tek kişi var. O da kerestecide çalışan öteki çocuk. Seferden az daha kabaca, şimdi biraz daha büyümek zorunda kalarak Sefer’in yanıbaşında, tabuta omuz vermeye çalışıyordu. “Sen sağol, sen sağol...” Zaten haberi duyar duymaz koşup eve gelmişti. Komşular girip çıkıyor, herkes birşeyler söylüyordu. Sefer şaşkın, bakmıyordu. Arkadaşı yine elini onun omzuna koymuş:
“Yapılacak edilecek birşey varsa ben yaparım. Çünkü sen, ne olsa...” demişti.
Arif amcası o sıra çıkıp geldi işte. Her bakışı, her duruşu, her sözü Sakine’yi suçluyor gibiydi. Yoksa Sakine’ye mi öyle geldi? Ağzından söz çıkmıyor, başını kaldırıp doğruca bir yere bakamıyordu ki. Çok istiyor, konuşamıyordu. Arif amca, avludaki peykeye, Hasan’ın daha üç gün öncesine dek uyuduğu o yere oturmuş, gelenin gidenin başsağlığı dileklerini karşılamaya başlamıştı bile. Arada hep aynı şeyi soruyor:
“Nasıl oldu bu iş? Niye oldu? Kadir’i niye tutuyorlar peki?”
(Niye bana haber vermeden Hasan’ı kanalette çalıştırdınız? Niye yaklaştırdınız elektrik hattına? Kadir niye dikkatsizlik etti? Etmiştir, etmiştir. Yoksa niye tutsunlar onu? Niye sorgu sual eylesinler?)
Çocukların görmeye pek alışık olmadıkları yeni takım giysiler içindeydi. Koyu renk elbise, koyu renk fötr şapka, beyaz gömlek ve kurşun rengi kravatlıydı. Kurşun parlaklığında bir kravat. Üstünde balık pullarına benzer çizgileri var.
Sakine şimdi iyice seçiyor. Yalnız kravatın rengini, parlaklığını değil, Arif beyin yüzündeki suçlayan, soran, kınayan anlamı da. Çocukların Arif amcadan çekinik duruşlarını da. Korku mu, saygı mı, yabancılama mı, böyle bir uzaklıkta duruyorlardı çocuklar. En çok da Sefer. Kemal, Ayten, Gülten, Arif amcayı bilemezlerdi. Sefer azbuçuk bilmeli ama. Özbeöz amcası. Yine de ona Kemal’den bile uzak duruyordu. Amcası yakınlaşması için bir çaba gösterseydi, belki... Nasıl göstersin? Kendi yıkkınlığına gömülmüş. Yüzünün batmış, yıkılmış çizgileri. Ağzının ağlamaklı bükülüşü: İflâs etsem böyle yıkılmazdım.
Buna benzer birşey de söylemedi mi? Yüzü, buna benzer bir söz, o zaman. Arif avluda sabırlar dilenmeye tepeden tırnağa muhtaç otururken Sakine’nin algılayabildiği, işitebildiği şeyler değildi. Elinde Orhan’ın kirli bezine bakıp dururken, bezi görmüyor da, Arif amcanın o yüzünü görüyor. Aynı ânda sesi: “İflâs etsem böyle yıkılmazdım!” diyor. Aynı ânda tornacının karısı, başındaki örtüyü yüzünün yarısına çeke çeke Arif beyin önünde hep hesap vermeler, savunmalar durumundaki küçük vatandaşlık görevini yerine getiriyor: “Allah biliyor ya, Sakine’nin oğlu gibiydi. Dünyada da, ahrette de ben şahidim. Çocuklarından ayırmadı. Ne onu, ne Sefer’i.”
Arif amca bunu işitmemiş miydi? İşitmiş de başını mı çevirmişti?
Sakine elindeki kirli bezi kapının dibine fırlatıverdi: Boş!.. Olan olmuş, giden gitmiş!..
Bıçkı sesi durunca kendini daha az duyurduğunu sandığı dişetlerinin sızısı yeniden baskınlaştı. Orhan uyumuş işte. Kızlar nerdeler peki? Hiç sesleri, solukları çıkmıyor. Nerdeler?
Avluya fırladı.
Ohh, neyse...
Hep böyle oluyorum artık. Evden biri daha elimden kayıp gidecekmiş sanıyorum.
İki küçük kızı, duvarın dibinde, ince gölgede oynuyorlardı. Sessizdiler. Eski mızgırdanmaları, ikide bir analarının eteğine yapışmaları yoktu. Keşke olsa! Huysuzlansalar, çamaşır, bulaşık sularıma dalsalar, Sefer de o arada küt diye avluya girip, yenge bee, karnım çok aç, deyiverse... Kadir gelse, Hasan gelse. Ovanın kızgın güneşi yüzlerini kavurmuş olsa... Nasıl döneriz artık eski halimize?
Avludaki arkalıksız iskemleye çöktü: Dinmiyor... Şu sızı dinmiyor... Dinmez de...
Gözleri duvar dibinde oynayan iki küçük kızda, iki yanına sallanıp duruyordu: Hasan olmayınca eski halimiz mi olur.
Vincin ucunda asılı duran Hasan iriliğindeki o kömür gerçekten Hasan mıydı? Hasan olmasa keşke, ah keşke Hasan olmayabilse!.. Hasan’ın camide namazı kılınmasaydı, erkekler tabutunun ucundan tutmasalardı, mezarına toprak atılmasaydı, kürek kürek toprakla örtülmeseydi Hasan’ın üstü ve bütün bunların içinde Arif’in gezinmeleri, “Başınız sağolsun, başınız sağolsun”lara gözlerini yarı kapayarak karşılık vermeleri bulunmasaydı, belki de vincin ucunda asılı kalan kömürün Hasan olmadığına inanabilirdi. “Kadir Usta’nın kardeşi... Onun kardeşi Hasan... Vay bee, gerilim hattı çarpmış!..” Demek Arif amcası çıkıp gelmeden de, bütün o namazlar, mezarlar olmadan da bumun ucundaki yine Hasan’dı. Kocasının sağ olduğunu, tutulup kente götürüldüğünü anlar anlamaz, Hasan!.. Kömürleşmiş gövdesi ordan indirilip yere uzatılmadan önce de “Şükür!..” demiş olmalı. İkisinin birden eve dönmekte fazla geçilmelerinden kaygılanıp, yanında büyük oğlu Kemal, ilaçlanmış pamuk tarlalarını hızlı hızlı geçerek Kadir’le Hasan’ın sulama kanallarını döşedikleri yere gelene dek içine çöreklenmiş, oradaki yerine daha derin yerleşmiş o koyu sıkıntıyı böylece bir solukta boşaltıverdiğini sanmış olmalı. Ayışığı Hasan’ın kararmış gövdesi üstüne çiselerken “Şükür” demiş olmalı; Şükür babaları değilmiş elektriğin çarptığı!..
Sakine’nin iki yana gidip gelen omuzları ansızın durdu. Ansızın, kulaklarını duyulması güç bir sese verir gibi başını dikip kıpırtısız kaldı: Oyy! Nasıl iş bu? Ne kötü iş!..
İçinde kopan bu çığlık da ansızın durunca ince, bıçkın bir sızıntının delerek, oyarak, dağlayarak damarlarından her yanına aktığını, her yanını dolandığını seçti. Acımasız bir sızıntı... Burgaçlanarak... O zaman Hasan’ın ölümüne sevindim ben. Nerdeyse sevindim demek!.. O kara gövdenin Kadir olmadığını anlar anlamaz “Şükür!..” dedim. Bunu Allah böylece biliyor, şimdi kendimden nasıl saklarım? Sefer’den nasıl saklarım? (Ama Sefer aklında yoktu henüz. Sefer aklına az önce geldi. Arif amcasının yüzünü seçip, o yüzün kendisini suçladığından kuşkuya düştüğü sıra.) Kadir’in sağoluşu önünde Hasan’ı çarçabuk gözden çıkarmışım ya, artık. Hasan için ağlayıp çırpınmışım, kaç para? İnsan dediğin hepten çiğ süt emmiş işte!.. Kadir sağ ya, sağ ya, sağ ya? Şükür!.. Kuş gibi uçup giden Hasan olsa da, şükür artık. Hasan’ım!.. Sözde ben senin anandım; anandan çok anandım yavrum!..
Ahh, şimdi kendini avlunun ortasına, şu betonun üstüne atıp da: Şükür, dedim!.. Şükür, dedim!.. diye bağırı bağırıverse! Herkesler duysun işte. Yoksa Arif amcanın yanına hiç yaklaşmayışı, elini omzuna koyup, sırtını sıvazlayıp: Başımız sağolsun Sakine kızım. Allah sabırlar versin. Sen onun anasıydın, dememesi, buna benzer bir yakınlık göstermeyişi bundan mıydı? “Şükür!..” deyivermişim. Bu insanın alnına kazınmaz mı? Ah işte, şimdi Sefer gelecek. Şimdi Sefer gelince ilkin bunu soracak: Sevinmedin mi sen Hasan’ın ölüsünü görüverince?.. Allahın bildiğini kuldan nasıl saklarım? Şimdi de sorsalar, Kadir mi, Hasan mı? deseler; gerilim hattı hangisini çarpsın, seç... deseler, nasıl seçerim? Nasıl, Kadir gitsin, Hasan kalsın, derim? Beni seçme, ayırma zorunda koymayacaktın Allahım, böyle bir insafsızlığı etmeyecektin! Hasan’ı ben büyütmedim mi? Çocuklarımdan fazla kollayarak onu, Sefer’i, anasızlıklarını duyurmamak için onlara çocuklarımdan ileri kanat germedim mi? Koruyamadık. Koruyamadığım gibi, “Şükür” bile deyivermişim işte. Sefer? Sefer, bak beni dinle... Yere bakıp durma öyle. Başını kaldırıp da soruverecekmiş gibi durma... Başka birşeyi, de ki Arif amcanı sorarsan konuşurum... Dün sorsan, az daha önce sorsan onu da bilemezdim belki. Şimdi onu sorarsan diyecek lâf bulurum, konuşurum Sefer, anladın mı? Ama bana, Hasan’ı tanıyınca, şükür deyip soluğunu gevşettin mi, gevşetmedin mi? diye sorma. Bunu sorarsan konuşmam Sefer, anladın mı? Tutulur kalırım. Daha da üstelersen Sefer, anladın mı, ben mi, Kadir abim mi? diye seçme zorunda bırakırsan beni, Allah şahidim: Kadir kalsın, sen git, deyivermekten korkarım. O zaman da böyle oldu işte. Zihnim “Ölen Hasan’dır” deyiverince, soluğum kendiliğinden boşaldı, kendiliğinden “Şükür” dedim. İnsanız Sefer... Nerde neye sevineceğimizi, nerde neye yerineceğimizi önden imkânı yok bilemeyiz. Bilemezmişiz baksana... Benim de aklıma gelir miydi?
Dişetleri yeniden ve en çok sızlasa. Ya da bir top patlasa. Bir gürültü kopsa. Seçmekten, ayırdetmekten alakoysa Sakine’yi. Ya da o gürültü, o top patlaması bilinemezi bilinir kılsa; savurtup açsa bilinmezin üstünü. Ona “Şükür” dedirten neyse, bulsa da iki yakasına yapışsa.
Üşüdü, ürperdi. Kollarını koltuk altlarına soktu. Dar sokakların, ovayı kucaklayan siyolan kokulu nemli sıcaklığın, en küçük esintisi olmayan, üç gündür de sulanmayan beton avlunun ortasında ne üşümesi bu? Dişetlerimden... Dişetlerimden... Dişetlerinin sızısı içindeki kezzap akışını dindirir. Ara ara dindirir. Ara ara her şeyin üstünü örter. Sakine’yi son üç günün yüzlerini, seslerini, kımıltılarını, acımasız uzaklanışları, kendi içinin sesini, şurasına çöreklenmiş o koca taşın ağırlığını seçmekten, ayırdetmekten korur. Dişetlerinin sızısı savunur onu. En ileri can acıları da savunmazsa ne savunur? Onulmaz yaraları ne örter başka?
Nerede durayım, ne yapayım?
Bıçkı kesi yeniden başlamamıştı. Besbelli işte, Sefer işi bıraktı. Yoksa, elini bıçkıya mı kaptırdı, gerçekten?
“Belâ geldi mi üstüste gelir,” demişti tornacının karısı.
Arif amcanın az gerisinde duruyordu. Kadir’i demek istiyordu. Sakine şimdi anlıyor. “İster misin Kadir’i de uzun tutsunlar? İster misin uzun sürsün sorgusu?” Kimdi bu? Arifamca. Hasan’ın gömülmesinin ardından da gelmişti eve. Kurşun rengi kravatını çözmüştü. Fötr şapkasını dizlerine koymuştu. Böylece oturup, bu kez de Sakine’yi Kadir için suçlar gibiydi. Öyle olmasa neden kendisine bakarak konuşsun? O sabah çıkıp geldiğinde bakmadı, bu sözü edene dek bakmadı bakmadı da?.. Başka birşey daha demişti. Ayaküstü. Şurda dikilirken. Kapıya yakın dururken. Gitmekle gidememek arasında sallanırken de konuşmuştu Arif. Ne demişti? Hiç, hiç... Off, ne derse desin! Neye yararı var?
“İşlerimi yüzüstü koyup geldim. Kalmak isterdim ya, kalamıyorum işte...”
Sakine şimdi iyice seçiyor. Arif amcanın suçluyor gibi durmaları falan, ya da kendisine öyle gelmesi o sıra silinmişti. Daha çok Arif amca gözlerini kaçırıyordu Sakine’den, avludakilerden. Öyle, iki arada, bir derede kalmış... Gitse bir türlü, kalsa bir türlü. Avludaki insanlar kınarlar mıydı hemen gitse? Soramıyor, kalamıyor, çıkıp gidemiyor da... Tornacının annesiydi. O dardan kurtarmış olmalı Arif beyi: “Git bey, git. İş bu. Bekler mi? Allah razı olsun, bak, vazifeni en iyisinden yaptın. Sakineciği de yalnız koymadın şu kötü gününde...”
Avluda kim varsa, Sefer’den, çocuklardan gayrı hepsi Arif beyin iki arada bir derede kalmışlığını gidermek için elbirliği etmişlerdi sanki. O da artık gidebileceğine inanmıştı: Git diyorlar madem, gitmeli. Suç bende değil.
Çıkarken elini cebine götürmüş, para çıkarıp -eli iyice yukarda, para avludaki herkesçe görülebiliyor- Sakine’ye uzatmıştı:
“Al şunu. Hatim indirt. Mevlüdünü okut. Ben seneye mezarını da yaptırırım.”
O top patlayacak. O gürültü kopacak. Eli kulağında. Boyun damarları zonk zonk atmaya başladı Sakine’nin. Tutamayacağı, önleyemeyeceği bir patlamanın eşiğinde duydu kendini: Arif’in iyice uzağındaydım o sıra. Karanlıklardaydım. Dişetlerim çok sızlıyordu, ondan... Nasıl gitti? Giderken başka ne dedi, bak şimdi bile bulup çıkaramıyorum. Kadir’e de uğrayacağım, mı dedi, işlerim çok, uğrayamayacağım, mı dedi? Bakalım belki kurtulur, mu dedi, bakalım belki kurtarırız, mı dedi? O gidince herkes de dağılmıştı. Yok. Büsbütün dağılmamıştı. Duvarcı ordaydı: “İşte bu para. Ben Arif beyin yamacında duruyordum da, sana vereyim diye bana verdi... Al bacım…”
Sefer de kapının önündeydi. Çıkmak üzereydi. Kederden avurtlarını mı çiğniyordu? Nasıl böyle içine göçmüş çocuğun yanakları, ne çabuk? Parayı almak zorunda kalışımızdan mı utanıyordu, ne oluyordu Sefer’e? Aldık mı hem o parayı biz? Öyle ya, duvarcı iki sefer getirdi. Biri Arif gidince. Demek ellememişim. Sırtımı dönmüşüm. Sefer’i aranmışım. Bu sabahtı yeniden... Yeniden parayı getirmişti duvarcı: “İşte bu para. Ortalıkta kalmasın, kaybolmasın, al.” Yok. Evet. Seferin kapı önünde oluşu bu sabah. Çıkmak üzereydi. Avurtlarını kemirişi de bu sabah.
“Biz almayacağız o parayı.”
Ah, öyle. Bu sabahtı. Sefer böyle deyip gitmişti. Böyle, kesin konuşmuştu. Kadir’e benzer bir boyun dikişiyle. Giderken avlu kapısını çok hızlı çekti hattâ. Gevşek tahtalar her yanından sallandı, zangırdadı. “Biz...” dedi. Dedi ya, “Biz...” Biz o parayı almayacağız! Nasıl da bilemedim? Sefer büyüdü. Sesi çatallaştı. Yarın o da tutturursa Kadir’e? Kadir abi, baba Kadir, Kadir usta, baba Kadir usta abim benim be, beni de götür kanalet döşemeye... Senin borcun var, keserler; benim borcum yok, kesemezler... Borcumuzu öder şuraya bir soğutucu kondururuz... diye tutturursa? Rabbim, rabbim, yeniden sınamaya kalkma beni. Seçmenin dar boğazında bırakma. Arif gibi olmak hepimizin elinden gelmez. Kadir’in hiç elinden gelmez. Ben Kadir’e vardığımda iki çocuklu gibiydi. Arif amcası demiş: “Taşaronluğa daha yeni atıldım. Sermayem batmasın diye yırtınıyorum. Başımı kaşıyacak halim yok. En iyisi bir kız bulayım, seni evlendireyim. Sana da bakar, kardeşlerine de...”
“Bak Sakine, erkenden evlenmek istemezdim. Paçamı toplamadan, bir baltaya sap olmadan seni iki çocuklu kuru bir odaya gelin getirmek istemezdim. Lâkin dardayım... Bir iyilik etmek istersen...”
Sakine’nin dudaklarından usul bir gülümseme geçiyor. O gülümsemeyi hemen yakalıyor, tutup bastırıyor. İnatçı bir ışık gelip gelip vuruyor içine yine de. Koyu, kara bulutları zorlayan kış güneşi sanki: Ben de evlenecek yaşta mıydım? On beşimde on kişinin çamaşırını yuğuyor, bulaşığını yıkıyordum. Kadir’in açık sözlülüğüne mi tutuldum, çaresizliği mi yüreğime dokundu? Hasan’la Sefer’e mi acıdım, yoksa amcasının ona çabuk çabuk karı aramaya koyuluşunu elinin tersiyle itip doğruca bana gelişinden mi hoşlandım? Ne oldum? Kadir benden caysa, ben Kadir’in ayakları dibine atıverecektim kendimi nerdeyse. Sefer daha yeni üçüne basmış. Hasan acık daha kabaca. Çocukları sevdikçe Kadir’i sevdim. Kadir’i sevdikçe kardeşlerini yavrularım bildim. Rabbim, rabbim, o sıralarda hepimizin kuru topraklarda yattığımız geceler çok. Yine de, bir hastalandığım zaman beri yana, şu günlerdeki kadar dara düştüğümü hiç bilmedim. Böyle bir darlık, rabbim, şunca yıl hiç boğmadı beni. En çok hastalandığım o zaman telâşlandım. Şurama kötü bir sancı saplanınca, yataklardan kalkamaz olunca, Hasan, Sefer, çoluk çocuk, Kadir; hepsi sersefil kalıverince orta yerde, ekmeklerini yapamayınca, sofralarını kuramayınca ben, Kadir’in bun bun bunaldığını bilince, bir o zaman işte, çok ağladım ne olacağız, ne edecekler diye... Şimdiki içimin yanması yanında o da hiçmiş meğer... Daha beteri varmış, daha beteri... Daha beterinden korkup da mı “Şükür” dedim yoksa ben? Hasan’ı gözden çıkarmak mı demek oluyor bu? Ah, okula başlayacaktı o sıra. Önlüğünü dikip bitiremedim. Yatağa düştüm. Böğrümü bastıra bastıra o gece... Tek Hasan, onca heveslendiği önlüğünü giymeden gitmesin diye... Kadir de amcasına yazmış: “Sakine iyileşene dek Sefer’i size göndersem?” Aman Sefer bunu bilmesin. Arif amcasının kendisini istemediğini bilmesin. Yoksa biliyor muydu? Bu sabah ondan mı çarpıp çıktı kapıyı? “Biz onun parasını istemiyoruz!” Sefer’e duyurmadık ki. Kadir bir benim önümde söyledi: “Bir daha bu amcama selâm çakan ne olsun!” Sonra da hiç anmadı adını artık. Dağa köşk yaptırıyormuş kendine, dediler. Sefer bunu bildiğinden mi? Kadir, “çocuğu göndermelere kalktım” diye utanıp durmuştu. Haber salar salmaz, utanması da başlamıştı. Kestirip atışı en çok bundan: Bir daha bu amcama selâm çakan ne olsun! Sezmiştir Sefer. Çocuk kısmı çabuk sezer. Yoksa Hasan’ın kalkıp amcasına gittiğini, sonra da nasıl dönüp geldiğini mi biliyor? Yok, bilemez. Geçen yıl. Hasan bir akşam eve dönmeyiverdi. Ertesi akşam da gelmedi. Aklımız başımızdan gitti. Kadir’in aramadığı yer kalmadı. Beynini çatlattı. Ne yapar, nereye çıkıp gitmiş olabilir böyle habersiz? Sonunda aklına geldi: “Okusun, diyorum, çalışmasına izin vermiyorum ya bu yaşta, bakarsın bundan ötürü kaçtı, gitti. Aklınca amcasına sığınacak, ondan iş isteyecek. Sefer’i anlatmalıydım ki...” Bu evi yeni bitirmiştik daha. Bitirmemiştik. Damını kapatmamıştık. Bir sabah ezanı, şurda su ısıtıyorum. Kapı gıcırdadı. Baktım Hasan, yavrum Hasan, üst baş kirli, gözleri uykusuzluktan mı, helecandan mı, yumruk gibi, usulca süzülüp girdi. Onu görüverince, sağsalim dönüp geldiğini biliverince “Şükür,” dedim.
Ayten’in yüzü anasına dönüktü o sıra. Bir parmağı ağzında, sırtını verdiği kerpiç duvara kaşınır gibi sürtünüp durmakta. Sakine, suçüstü yakalanmıştı sanki. Kendini derleyip toplayıvermek için bir bacağını iskemlenin altına doğru çekiyor. Başını güneşe kaldırıyor: Gözlerim avlunun bol ışığından sulanmıştır, gördün ya Ayten, bu nemli ışık taa gözbebeklerimi oyuyor.
Ayten parmağını ağzından çekti. Yere, Gülten’in yanına oturdu. Sakine yutkundu. Elini bağrına götürdü. Sökülüp atılması gerekli birşey var orda, tonlarca ağırlıktaki o taş. “Öff!” Dilimize bir “şükür” dolanmış, ağzımıza sıçılıyor, yine “şükür”. Hasan’ın şurdan girişini görünce ağzımdan dökülen şükür, ölüsünü seçince boşalan soluğumla bir olur mu? “Kadir abime ne diyeceğim yenge? Nasıl yüzüne bakacağım?” demişti bana. İki damla ağlasa yüreğimden bin tel birden kopardı. Baktım gözlerinden yaşlar pıtır pıtır dökülüyor...
Yan döndü Sakine. Hıçkırmadı. Çırpınmadı. Yaşlar dümdüz, yüzünden kayıp bağrına döküldü. Koltuk altlarına sıkıştırdığı kollarını çözdü; usulca iki yanına bıraktı: Sanki Kadir içerde uyuyor da gidip uyandıracağım. Hasan’ın o halini görünce aklım başımdan çıktı. Varıp abisini uyandırdım: “Aman sakın üsteleme Kadir... Sorma... Zaten yıkkın...” Kadir usul usul doğrulduydu yatağında: “Geldi mi sahi?” Ben Kadir’i neden severim? Gözleri sevinmesini bilir de ondan severim. Sertliği iki kaşı arasına zorla oturtur. Gerekince. Terslik, sertlik, öfke; çok gerekince ödünç alıverir. O sabah öfkesini bile ödünç almaya fırsat bulamadı da “Geldi mi?” deyip, yüzüne olanca sevinci yayılıverdiydi. Hasan’a hemen de güleryüz göstermemeyi anca şu eşikte akıl etti. Bilir. Varıp sarılsa, bütün bütün de alttan alsa, belki yine kaçar. Huy edinir sonra. Hasan’ı görünce üstüne yürümeyeceğini de, zil takıp oynamayacağını da bildim. Kalın, örtülü sesini takındı: “Hoşgeldin düdük!” Bunu da demese Hasan hiç yanaşamazdı ki. Koşup elini öptü abisinin: “Bir daha giden ne olsun!..” Hepsi bu işte. Sefer uyuyordu. Çocukların hepsi uyuyordu. Sefer, Hasan abisinin nereye gittiğini, nerden dönüp geldiğini bilemezdi... Şurda, akşama biber kızartırken ben: “Yenge, amcaya gittiğimi çocuklar bilmesinler,” demişti Hasan. “Bir bok sanırlar. Sıkıştı mı onlar da gitmeye kalkarlar sonra...” İşte bunun için Sefer’e kendisi söylemiş olamaz. Sefer amcasına neden onca uzaktı öyleyse? Kinliydi. Düşmandı. Bak şimdi gözümün önüne geliyor. “Biz...” dedi, “onun parasını istemiyoruz.”
Sakine’nin ağzının kıyısında, az önce Kadir’le evliliğini düşünürken beliren gülümsemeye benzer bir gülümseme yeniden titredi. Bu kez onu eliyle bastırmadı ama. Gülümsemesinden utanmadı. Bıçkının sesini dinledi; hâlâ duyulmuyordu. Sesin kesilmesi, alışık olduğu bir cızırtının duyulmaması, getirip getirip Sefer’i dikiyordu karşısına. Onun Arif amcasına kinli, düşman bakışlarını. Amcası çıkıp giderken avurtlarını çiğneyişini. Çocuk daha Sefer. Amcasının yüreği yanmaz sanıyor. Yanmaz olur mu? Taştan değil ya bu adam? Diriyi bir yana bırakıp, ölümü de mülk edinmeye gelmedi ya? “Yoo” dedi birden:
“Yok, hayır.”
Kendi sesini işitti. Arif amcayı anlamaya, hoşgörmeye ne hazır, ne de istekli buldu kendini. Kalktı. Yere devrilmiş bir kovayı kaldırdı. Yüreğindeki ağırlık iyice çalkalandı. Arif buradan geçmişti. Kovaya ayağını çarpmış, devirmişti. Devirdiğini görmemiş değildi, aldırmamıştı. Ansızın, devrilen bir kova da olsa, bir kimsenin, neye çarptığına bile bakmadan yürüyüp geçiverişini algılıyor Sakine. Günlerdir içine çöreklenen o sinsi, devinimsiz ağırlık kök saldığı yerde bir iki sallanıp kütürtülerle çatırtılarla sökülüyor sanki. Bir deprem, bir fırtına öncesi. Sezilir sezilmez ilk kımıltı, tornacının karısıyla duvarcınınkinin Arif’in önünde ezik büzük duruşlarını seçtiği ân başlamamış mıydı? Öyle ya, Arif’ten önce onlara karşı bir öfke kabarmamış mıydı içinde? “Aferin bak adama… Yetişip gelmiş…” “Bak Sakine, şehitler gibi gömülüyor kaynın ayol... Bu da birşey...” “Hasan temiz çocuktu canım... Allah herkesin gönlüne göre verir...”
Sakine gaz tüpünün başına gitti. Kanının hızlı hızlı devindiğini, yürüyüp başına çıktığını duydu. Daha geçen ay Hasan’ı Sakine’ye çekiştiren tornacınınki değil miydi? “Bacım, şu oğlanın kulağını büksene acık sen. Bıyıkları terledi, koca erkek oldu. Camlarımıza bakıp durmasın gelip geçerken öyle. Bizimki huylanır.”
Duvarcınınki değil miydi daha geçen hafta, Kadir’in doğramacıya borcu için sıkıldığını anlayıp da Arif amcasını anan? “Ayol bu çocukların bir yakını Kadir mi? Paralı pullu bir amcaları varmış işte. O adam niye hiç dönüp bakmaz bunlara? Ayıp değil mi, yıkmış hepsini sizin üstünüze?.. Zaten kendini kollayan kimse adam. Kendini kollamayan da işte sizin bizim gibi sürünür durur. Yalan mı?”
Yalan mı? Arifin önünde Tanrı katında durur gibi duruyordun ama? Ayy, sanki dert bu. Düşünmesem iyi ya, gene de gelip gelip dikilirler karşıma: Arif bey, size bir kahve yapalım. Arif bey, soğuk, birşey için, yoldan geldiniz... Ah Arif bey, gelmeseydiniz bunların hali nice olurdu? Siz bunları düşündünüz, Allah da sizi daha iyi düşünür inşaallah!
Ocağı yaktı. Su tenekesini hızla üstüne oturttu: Orhan’ın bezleri yığıldı kaldı. Kızların üstü başı leş. Sen onları düşün. Kadir ne olacak şimdi, onu düşün. Ne olacaksınız, nasıl doğrulacaksınız yeniden, onu düşün. Arif bir geldi, bir gitti. Hepsi bu. Kalk bulaşıkları yıka. Baksana dolmuş taşmış tenekenin dibi. Boş bulunup bir “Şükür” dedin diye kendini asacak hallere gelmiştin!.. Ben şuramın yandığını bilirim.
Bulaşıkları çalkalarken, avlu kapısı gıcırdadı. Sakine, ürkmeden çevirdi başını. Dosdoğru baktı; Sefer, eline bir gazete almış. Gazeteyi büküp boru yapmış. Hâlâ da büküp duruyor. İşte sapasağlam elleri. İşte parmaklarını bıçkıya kaptırmış falan değil! Dirilip doğruldu Sakine:
“Erken geldin Sefer?” dedi.
“Hıı,” dedi Sefer de.
Bu “Hıı” sessizliğe düşen bir damla gibiydi. “Ne o elindeki?”
“Gazete.”
Sefer tıkanıktı. Çözülemiyordu. Bıçkının başında uzun uzun düşünmüştü. Bunu yengesine gösterse mi, göstermese mi, diye sorup durmuştu kendi kendisine.
“Gel sana ekmek kızartayım. Üstüne yağ süreyim. Bir de çay…”
Duvarın dibindeki kızlar birbirlerini itip gölgeden çıktılar; varlıklarını duyurdular. Sefer heveslenmedi. İsteksiz göründü. Yüzü sarıydı, ama avurtlarını çiğnemiyordu. Avlunun ortasında, nereye basmasının doğru olacağını bilemeden geziniyor, gazeteyi elinde büküp duruyordu.
Ayten uzaktan seslendi: “Anne, ekmek...”
Sessizlik kabuğunu çatlatmıştı.
“Az daha oynayın, şimdi veririm,” dedi Sakine.
Kapları daha çabuk yıkamaya koyuldu.
“Ne var gazetede Sefer?”
Sefer geldi. Yanına durdu. Başını önüne eğdi. Bir çırpıda:
“Hasan’ın adı var,” dedi.         |
Sesi çatallı çıktı. Öksürdü. Sakine’nin elleri durmadı. Tam karşıtı, daha hızla ovmaya başladı kapları. Sessizliğin avluya yeniden egemen olmasından çekinerek, hemen sordu:
“Kazayı mı yazmışlar?”
Sefer’den ses çıkmadı. Sakine’nin omuzbaşında öylece dikilip duruyordu.
“Kazayı mı yazmışlar? Göstersene,” diye üsteledi Sakine. Bulaşığı bırakıp yan döndü. Sefer gazeteyi açmış dörde katlıyordu:
“Bu işte.”
Bir teşekkür ilânıydı. Yerel gazetenin arka sayfalarında, küçücük bir dikdörtgen içinde.
“Şurda işte,” dedi Sefer. “Arkadaşım görmüş de…”
“Kim koydurmuş?”
Sefer, “amcam” demeye dili varmadan bir solukta konuştu: 
“Başta Kansa Şirketi olmak üzere cenazeye katılanlara, çiçek gönderenlere teşekkür ederim, diyor. İmza da: Amcası Arif Çiçek.”
Durdu. Bir soluk aldı. Avurtlarını çiğnedi. Bu sabahki Sefer’in tıpkısı oldu:
“Köpek!” dedi birden.
Sakine önce ürktü. “Uyy!” diyecek oldu. “Bu nasıl söz?” Sonra kendini tuttu. Yaşıdır, dedi içinden; yıkımın ardından gelen öfkeyi ilk tanıyışı.
Sefer bitirmemişti.
“Köpek tabi,”, dedi. “Sanki Kansa’dan iş almak istediğini duymadım. Caminin önünde konuştular. Arkadaşım da söyledi zaten. ‘Ne herifmiş bu senin amcan’ dedi...”
Avurtlarını çiğnemesi o ânda durdu. Hasan abisinin ölüsünü bir hesaba yatıran kendisiymiş gibi suçlanmış, utangaçlaşmıştı. Utanç çocuk yüzünü aleve boğdu. Ağladı, ağlayacak gibi oldu. Boyun damarları iyice şişti. O zaman Sakine ayağa kalktı. Ellerinin ıslak olduğunu unutarak birini Sefer’in başına koydu.
“Sefer...” dedi.
Sesinin böyle pürüzsüz çıkışına kendi bile şaştı.
“Sefer... Demin şurda yapayalnız kalıverince ben, ortalıkta ses seda kesiliverince dalıp gitmişim. İnsan önden iyi seçemediklerini de seçiyor o zaman. İçinin olanca sızısı, olanca yükü arasında. Dişetlerinin acıması bile bastıramıyor. Her şeyi tek tek seçiveriyorsun. Oraya buraya seğirtip durmalar arasında yüz yıl yaşasan seçemezsin ya bazı hani?.. Bir seçmeye başladın mı da durma seçiyorsun artık, durma ayırdediyorsun. Yıkımın üstüne vuran ışıldak misali; iyisini, kötüsünü... Gitti, yitti, derken kımıldanıp sevindireni; var, duruyor, derken, hani nerde, yerle yeksan...”
Eğildi. Su tenekesini indirip ocağa çaydanlığı koydu: Anlatmayı bilemiyorum ki. Kadir olsa bilirdi. Kadir yok, Sefer de parmaklarını çıtlatıp duruyor. Bekliyor. Ne yapacaksın? İş hepten başa düştü. Çoluğu çocuğu iyice bir derleyip toplamalısın. Acemilikle de olsa bir yerden başlamalısın. Seçtiklerini birbirine ulamalısın.
Yeniden doğruldu. Yüzü avlunun sıcağından, gazın alevinden kızarmıştı. Belki de değil. Belki kanının hızlı akmaya başlamasından. Kadir’in yokluğunda Sefer’in henüz uç vermiş taze öfkesini, avurtlarını çiğneyip parmaklarını çıtlatmaları arasında seçtiklerini nasıl yapsa da heder etmese kaygısından. Yeni bir durumu, önüne çıkan ve iyice doğurgan yepyeni sorunları deneysizlikle eline yüzüne bulaştırmaksızın alt edip edemeyeceğini bilememekten: Kadir Hasan’ı elime, Sefer’i kucağıma verdiğinde neden haberim vardı? O zaman o zamanın üstesinden geldimse, şimdi de şimdinin üstesinden gelirim. Neden gelemeyecekmişim?
Üç gündür üstüne çöken sinmiş, silinmiş durum usul usul akıp gitmişti. Sefer’in ilânı göstermesiyle şurasındaki o ağır taşı kökünden söküp kaldıran, ordan kütür kütür çekip tümüyle çıkaran neyse, onun verdiği güvenle konuştu bu kez:
“Sevmek gümbürtü istemez Sefer. Her şey benim olacak, önden yok saydığım ne varsa onlar da sırasında benim olacak, diyenlere ne bakarsın sen? Onlar için bile her şeyden mülk olur da, bi sevmekten, bi de ölümden mülk olmaz. Arif’in şurda, şu kapının yanında duruşunu gördüm. Şimdi iyice belli, ayan beyan gördüm. Kalır mıydı, kalmaz mıydı orasını bilemem ama, ‘Kal’ demek aklımın ucundan geçmedi. Geçmemiş işte. Senin geçti mi?”
Sefer: “Yok,” dedi çabucak. “Yok, bir de ‘Kal’ diyecektim...”
Bunun olmazlığından hoşlanmıştı. Bu olmazlık güldürdü Sefer’i. Hiç akla gelmeyecek birşeyin tuhaflığı.
“Daha neler!..” demeden edemedi.
Aynı ân’da, yengesinin az önce sözünü ettiği ışıldak sanki döndü, döndü de geldi, Arif’in kapı önünde dururkenki: Neden hepsi koşup, elime, paçalarıma sarılıp, kollarını boynuma dolayıp, biraz daha oturun, demiyorlar, diye şaşkın kalakalan yüzüne vurdu. İyice aydınlattı o yüzü: Biri bir adım atsa... Beni sevseler, sevdiklerini bilsem... diye bekleyen yüzü. Hiçbiri tek adım atamazdı. Gerçek. Akıllarından bile geçemezdi.
Sakine Sefer’e çay koyuyordu:
“Hem biz şimdi Kadir abine iki paket sigara götürebilsek çok iyi ederiz, biliyor musun?” diyordu! “Kadir abin ölmedi ya?”
Hiçbir şeyin altını çizmemişti. Ama Sefer, ‘Biz’le ‘Ölmedi ya’nın altını çizdiğini sanıyor. Gözlerinin önünde amcasının hep o, en son ândaki yüzü; tuttu, yanlarına gelmek için debelenirken kıçüstü oturup kalan Gülten’i kaldırdı:
“Sigarayı sen götürmek istersen ben çocukları beklerim yenge,” dedi.

Adalet Ağaoğlu, “Bi Sevmekten… Bi Ölümden…”, Toplu Öyküler I, İstanbul: YKY, 2001, s.228-246.



[*] Bu hikâye Yüksek Gerilim adlı hikâyemden üremiştir; onun devamıdır.

Hiç yorum yok: