GELİNLİK
KIZ
Selim İLERİ
Çocukken gidilen evler iki
türlüydü: annemin seçtiği dostluklar ve gitmek zorunda kaldığı yerler. Annemin
gönlünce kurduğu dostlukları severdim ben. Çoğu dünyadan elini eteğini çekmiş
kimselerdi. Öyle yerlere gideceğimizde annemin ince kıvrımlarla biçimlenmiş
dudakları sevinçle çözülüyor; ruj, dudaklarda hafifçe gezinip kızıla
dönüştürüyor kırmızısını. Kapıdan kedi adımlarıyla çıkıyoruz. Annem, dikkatle
sokak kapısını kilitlemiyor. Sonra sokak yazsa daha bir iç açıcı serinlikte,
sonbaharı yaşıyorsak iyicene iliklerimizi ısıtan ılık güneşlerle dolardı.
Yollarda dönüp dönüp gerime
bakıyorum. Şifa’nın denize çıkan burnunda sakızağaçları vardı. Artık deniz
banyolarından vazgeçilmiş günlerde, gençler onların altlarına otururlardı.
Yoğurtçu tarafından sandallar çıkıyor; Kurbağalıdere’nin ağzına gelince ya
Kalamış kıyılarına uzanırlar ya da Şifa’dan Moda’ya kadar gezinirlerdi. Öğlen güneşinin
omuzlara eğilişi, okşayışı…
Annemin yeniden genç kız
gibi yollardan geçtiği sıralarda, yağmurlardan bile gönenirdim. Bu yağmurlar
ergenlik yıllarımın ve şimdinin yağmurlarına yabancıdır. Rüzgâr üşütmezdi;
soğuk rüzgârlar yağmurluğumun yakasını, eteklerini açıp uçurtmazdı. Yağmurda
yürüyüşlerimiz annemle. Tramvayların, otobüslerin, vapurların, ender bindiğimiz
otomobillerin pencerelerine iri damlalar vururdu. Damlanın bütünleşerek cama
çarpışı; dağılarak kendince su yolları açıyor. Binlerce resim çizerdim kafamda.
Annemi görürdüm, kuşlar uyduruyorum, ayyıldızlı Türk bayrakları… Yağmurun
çiçekdürbününden binlerce şekil geçerdi arka arkaya. Bulutlarla da hep bu oyunu
oynardık. İncilâ Abla’yla. İncilâ Abla, annemin isteyerek, özleyerek gittiği
evin kızıydı.
Annemin onları nereden
tanıdığını çıkaramıyorum. Belki uzaktan bir yakınlık, hısımlık vardı aramızda.
Bizim geldiğimizi görünce delicesine sevinirlerdi. İffet Hanım beni kucaklar,
saçlarımı defalarca öpüp koklardı. Taşlıktan girilince karşımıza düşen odaya
koşardım. Burada İffet Hanım’ın annesi yaşıyor. İffet Hanım’ın annesi, ben
hatırladığımda çok yaşlı bir kadındı. Vücudunun yorgunluğuna karşın, aklı
dinçti. İhtiyarlığından yerinden kalkmıyor, sabahtan akşama kadar bir köşe
koltuğunda dua ediyordu. Mor kadife üzerine sırma işlemeli kesesinden elyazması
Kur’an’ını çıkarır, hiç sıkılmadan ezbere bildiği ayetleri tekrar tekrar
okurdu. Onun elini öperdim. Bu el, her vakit tuhaf, baygın bir menekşe
kolonyası kokardı. Kolonyası Nuhbe Hanım’ın başucunda dururdu. Yuvarlak, tombul
şişenin kapağı sincap rengiydi.
Nuhbe Hanım kına yakardı
saçlarına. Önü işlemeli beyaz tülbentlerle örterdi saçlarını. İncecikti saçını
örttüğü tülbentler. Yatağının ayakucuna konmuş bohçasında kalın tülbentler
vardı, lavanta torbacıklarıyla sarmaş dolaş. Nuhbe Hanım azıcık kıpırdanıp
hareket ettiğinde terliyordu ve kızı sırtına kalınca tülbentlerden koyardı.
Elbiselerinin yakalarına rokoko yapraklar işlenmiş; ikide bir ellerini bu
yapraklara değdiriyor Nuhbe Hanım. Benle büyük insanmışım gibi konuşuyor. İffet
Hanım’a, “Çocuğa bir bardak tükenmez versenize canım,” diyor. İffet Hanım hâlâ
tükenmez kurardı kış aylarında. Benim için taze meyveler, balbademler,
içfıstıkları getirir; sessizce bir yana bırakırdı. Gerçekte onurun saklattığı
bir yoksulluk, odalardan taşlığa, taşlıktan mutfağa belli belirsiz sinmişti.
İncilâ Abla’ların evi.
Bahariye’nin arka sokaklarındaydı. Buradaki üç kârgir konakları, zenginlik
çağlarını kapadıklarından kiraya verilmişti. Ev sahipleri, herhalde pek önceden
karşı yakaya taşınmışlardı. Bazı günlerde, havanın açık ve aydınlık olduğu
günlerde at arabasıyle gelirdik İncilâ Abla’lara. Öteden sokağa sapar sapmaz
dantelalı mendil kenarlarını hatırlatan çatı çıkmaları görünürdü. Tahta oymalar
çok güzeldi. Nicedir konağın yüzü yağlıboya görmediğinden kararıp
çirkinleşmişti. Damında hep sazlar bitmişti. Kırık döküktü pencerelerin
kepenkleri. Bahçeden girince, konakta kimselerin yaşamadığını düşünüyordu
insan. Dutağaçlarıyle akasyalar bakımsızlıktan yabanıllaşmışlardı.
İncilâ Abla’lar, hemen
bahçeye açılan en alt katta oturuyorlardı. Ama pencereleri kapalı durduğundan
mevsimlerin rengi, ışığı, kokuları konağın kilerinden bozma eve giremezlerdi.
Evin içi suskunluk ve sıcak; İncilâ Abla’nın yeşil marul yapraklarıyle
beslediği kanaryasının ötüşleriyle dağılırdı. Taşlıkta duvarlar ak badanaydı.
Nuhbe Hanım’ın odasında gülkurusu. Kireç badananın üzerine yapışmış fırça
kıllarını ayıklamaya bayılırdım.
Nuhbe Hanım’ın eşyası
yıllardır yenilenmemişti. Evin kökeni gibiydi eşya. Duvara dayalı, parlaklığını
yitirmiş pirinç topuzlarla bezeli yüksek, demirden karyolası; sağlı sollu,
yastıklarla tıka basa doldurulmuş koltuk; üzerinde iki büyük gaz lambasının
durduğu aynalı konsol… Şimdi sadece bunları anımsayabiliyorum. Sonraları Nuhbe
Hanım’ın yanından ayırmadığı İncilâ Abla’nın mevlut şekerlerini bir de.
İffet Hanım’a, kolay kolay,
Nuhbe Hanım’ın kızıdır denemezdi. Ufak tefekti, içi tez kadındı. Çok çökmüştü,
yaşını kestiremezdim bu yüzden. Annesine sigara saran elleri, tütünden olacak,
sapsarıydı. Modası geçmiş uzun elbiseler giyerdi. Giysileri değişir, göğsüne
taktığı elmas iğne değişmezdi: Ne dalı olduğu anlaşılmayan bir altın çubuğa
oturtulmuş taşlar. Taşların tümüne su kaçmıştı, kara karaydı. Saçları topuzdu
İffet Hanım’ın. Başındaki kemik tokaları, firketeleri ne zaman saymaya kalksam,
sonunu getiremezdim.
Dışarda yaşanan
kalabalıklardan, eğlencelerden, sevinçlerden, hatta üzüntülerden ve kederlerden
bu eve sızabilen bir tek bizlerdik: Annemle ben.
İncilâ Abla, geçmiş
zamanlardan kalma bir perikızı gibiydi. Kızıl saçlarını omuzlarına döker, ağır
ağır tarardı. Papatya sularıyle yıkanıyordu kızıl saçları. Papatya kaynıyor
ocakta. İkimiz ufalıyoruz papatyaları. İncilâ Abla’yla karanfil kurusu kaynatıp
esans yapıyoruz. Onunla birlikte olmaktan mutluluk duyardım. İlişirdim
kucağına. Defterime kenarsüsü yapardı Faber kalemlerimle. Çukulata yaldızlarını
biriktiriyor, kırışıkları ince parmaklarıyle düzeltiyor; ben gelince bana
verecek. Kimi vakitler annesi gibi saçlarını topluyor, ama onun topuzu sıkı
değil. Aralardan kaçan yumuşak bukleler ensesine düşerdi.
Başka gelen giden yok muydu
oraya? Sanki üst katlarda kimse oturmuyordu ve biz, kimsenin yaşamadığı bir
konağa tanıktık. Öbür kiracılarla merdiven başında, bahçede, dut ağaçlarının
gölgeliğinde, hiçbir yerde hiçbir yerde karşılaşmadık. Nuhbe Hanım’ın sözünü
ettiği insanlar geçmiş, göçmüşlerdi. Solgun yüzleri, sarkık yanaklarıyle
çektikleri fotoğrafları gösterirdi bana eski tanıdıklarının. Anılarıyle
yetiniyordu. İffet Hanım’sa böyle şeyleri düşünmeye, anmaya fırsat bulamazdı
sanırım. Evi evirip çeviren, kotarandı İffet Hanım. İncilâ’yla birlikte bütün
günler çalışırlardı. Kasnağa geçmiş işler biter bitmez, İffet Hanım satmaya
götürürdü. İncilâ’nın babasından kalan azıcık emekli aylığına, dul ve yetim
maaşına İffet Hanım’ın zorlukla sattığı işlemelerin, göz nurunun, el emeğinin
pek ucuza gider karşılığını eklerlerdi. Üçü bir başlarına erkeksiz
yaşıyorlardı. Belki de dış dünyayla ilgisiz yaşamları bundandı. İffet Hanım’ın
elinde en canlı iplikler hüzne bulanır; en göz kamaştırıcı çiçekler acı
çökertirdi. Oysa İncilâ Abla’nın suzenîleri, sarmaları, hesapişleri huzur
verirdi içimize.
Annem, onlara gittiğimizde
daima hediyeler götürürdü. Sırayla Nuhbe Hanım’a, İffet Teyzeye ve İncilâ Abla’ya.
Ama bu hediyeler, annemin gitmek zorunda kaldığı yerlere götürdüğü buket
çiçeklere, lüks fondanlara benzemezdi. Paketleri gizlice taşlıktaki ayakları
sallantılı yemek masasına bırakırdı. İffet Hanım hemen fark eder, “Kızım ne
diye zahmet ediyorsun,” derdi. Sesindeki titreyiş, bende onlardan, o taşlıktan
ve odalardan kaçmak ihtiyacını uyandırırdı.
Taşlıkta ayakkabılarımızı
çıkartırdık. Naftalin kokulu terlikler getirirdi İncilâ Abla. Terlikler
ayaklarıma biraz büyük geliyor. Çay vakti kızarmış küçük ekmeklere sürülü reçel
ve tereyağıyla kahvaltı ediyoruz. Birden iştahım kapanırdı. İncilâ Abla’nın
gözlerini aradım. Bakışlarımız birleştiğinde dinerdi midemin sinsi bulantısı.
Bunca eski, yalın eşyanın
ortasında çay fincanları harikulâdeydi. Bunlar porselendi. Kulplarıysa çaya
eğilmiş, çayı yudumlamaya hazır gümüş kuşlardı… Çay içtikten sonra İncilâ Abla
bize ut çalardı. “Ek deveci develeri engine / Şimdi rağbet güzel ile zengine”
diye bir Güney-Anadolu türküsü söylerdi. Nuhbe Hanım, bu türkü söylendiğinde
İncilâ Abla’ya nedense dargın, küsmüş bakardı. Ya da bana öyle geliyordu. Çünkü
akşamın karardığı saatlerde kapının gıcırdayarak sokaktan açılmayacağını
bilmek, bende çözemediğim duyguların başlangıcı sayılır. Sözgelimi bize sunulan
gümüş kuşlu fincanların kırıldığını duyardım. Kafesteki kanaryanın bir sabah
öldüğünü… Bahçedeki camları boydan boya çatlak limonlukta sıkışmış arıları… Biz
eve döndüğümüzde babamı beklerdik.
Şaşırmam gereken konulardan
biri, İffet Hanım’la İncilâ Abla’nın bize hiç gelmemeleriydi. Nuhbe Hanım’ın
yaşlılığına, yürüyemeyecek kerte yorgun oluşuna bağlardım bunu.
Bir gün olağanüstü bir şeyle
karşılaştık İncilâ Abla’larda. Nuhbe Hanım’lara annemle benden başka misafir
gelmezken, ilkyaz öğleden sonrasında, genç ve yakışıklı bir adam, taşlıktaki
masayı çevreleyen iskemlelerden birine oturmuş, kahve içiyordu. Pencerelerin
kepenkleri aralanmıştı üstelik. İçeriye yansıyabilen, nihayet odaları dolduran
gün ışığı ansızın eski eşyayı büyülemiş, şenlendirmişti. Genç adamın
saçlarından bir demet alnına dökülmüştü. İffet Hanım annemi karşıladığında, o
da ayağa kalktı.
“Ne iyi ettiniz de geldiniz,”
dedi İffet Hanım, “erişte kesmiştim ben de.”
İncilâ Abla ibrişimleri,
elvan elvan iplikleri topluyordu telâşla. “Kusura bakmayın,” dedi anneme.
“Biz yabancı mıyız İncilâ?”
“Cahit,” dedi İffet Hanım. “Tanıyacaksın
Süheylâ, Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu.”
Annem gülümsüyordu. Hasan
amcayla Kâmran yengenin adlarını ilk kez işitiyordum.
“Mühendis çıkmış bu sene
Cahit. Binbir güçlükle arayıp bulmuş burasını sağolsun.”
Ben hemen mühendis olmaya
karar veriyordum. Genç adam, hemen benim Cahit ağbim oluyordu ve ben, büyüyünce
tıpkı ona benziyordum. Geniş omuzlu, uzun boylu, insanın elini sıkarken güvenç
veren.
Cahit ağbi saygıyla annemin
elini sıktı. Benim de. Galiba hayatımda alaysız elimi sıkan birinci insandı o.
Dün gibi hatırlıyorum: O gün kandil simitleri
yedik Nuhbe Hanım’ın odasına doluşup. Nuhbe Hanım bayağı gençleşmişti. Cahit
ağbinin getirdiği siyah-beyaz damalı başörtüsünü göstermişti anneme. Onları
arayıp soran bir başka insanın gizli gururunu taşıyordu. “Cahit ağbine şiir
okusana” dediler bana. Cahit ağbime başımı çeviriyor, sonra utançla yere
eğiyordum. Bahçeye çıktık; İncilâ Abla, Cahit ağbi üçümüz. Camları boydan boya
çatlak limonlukta kuru otlara oturduk. Taşlığa girip pıtpıt terliklerimizi
giydiğimizde güneş batıyordu. Nuhbe Hanım’ın odası alacakaranlığa bürünmüştü.
Cahit ağbi, alacakaranlıkta, İncilâ Abla’yı seyrediyordu sezdirmeden. Cahit
ağbiye defterimi, İncilâ Abla’nın yaptığı kenar süslerini gösterdim. Çarpım
cetvelini çıkardım okul çantamdan. Boncukların yerlerini değiştirdim. Pergelle
suda halkalar çizdi defterime Cahit ağbi. Nuhbe Hanım, oradan oraya koşturan
İffet Hanım’ın terli yüzüne bir şeyler mırıldanarak üfledi. İncilâ Abla ud
çalmadı. Eriştelerimizi patiska bir torbaya koydu İffet Hanım; “Sana da
vereceğim Cahit,” dedi. “Size gelip yerim teyzeciğim.” Hasan amcanın, Kâmran
yengenin yinelenen adları. Nuhbe Hanım’ın kadife kesesinden çıkan elyazması Kur’an.
Ayrılırken annem, İncilâ Abla’yı sevecenlikle kucaklıyor.
İlkyaz aylarında Cahit
ağbiye hep rastladık Nuhbe Hanım’larda. Misafir odası şimdi, bize olduğu gibi,
onun için de açılıyordu. İşe girmişti Cahit ağbi. Mühendisliğin önü şimdi
açıktılar, herkes mühendis olmak istiyordular… Kadıköyü’ne geçtiğinde, ne yapıp
ne edip, Nuhbe Hanım’larda erişte yiyordu.
İffet Hanım kasnakları
konsolun gözüne kaldırmış durmadan bir şeyler dikiyordu. Sayfalarını çevirdiğim
Manidifata’lar da yoktu ortalıkta. Taşlıktaki masanın altına beyaz kâğıtlar
yayılıyor, kumaşlar biçiliyordu. Sokağa çıktığımızda anneme sordum:
“Anne, Cahit ağbi onların
nesi oluyor?”
“İncilâ Abla’yla
evlenecekler. Allah yüzünü güldürsün İncilâ’nın.”
“İncilâ Abla gidecek mi
buradan?”
İncilâ Abla’yı yitirmekten
ürküyordum. Çocuk kalbime hançerler batıyordu. İncilâ Abla limonlukta yine ut
çalıyor, Cahit ağbi gür sesiyle “Etme beyhude figan vazgeç gönül” şarkısını
okuyordu. Nuhbe Hanım, odasının penceresini ardına kadar açmış, dinliyordu. Kafesteki
kanarya güneşlerde bahçeye çıkartılıyordu. Ot gövermiş, harap bahçeler azmıştı.
Nuhbe Hanım’ın sedefli kavuklarına yerleştirilmiş cılız küpeçiçekleri bile
tomurcuklanmıştı. Ben konağın oymalı dam çıkmalarından hoşlanmıyordum,
limonlukta yükselen kalın erkek sesini sevmiyordum, Cahit ağbi dostum
olmuyordu.
İffet Hanım’ların odasındaki
cilalı tahta sandık açılıp kapanıyordu. Okul çıkışlarında genellikle buraya
geliyorduk annemle. Tahta sandığın açılıp kapanışlarına. “Eskiden,” diyordu
Nuhbe Hanım, “kızların çeyizinde bir teli ipekten, bir teli ketenden kıvır
kıvır dokunmuş hilâli gömlekler makbuldü.” Herkes gülüyordu onun
anlattıklarına. Aralık kepenklerden şişman dut sinekleri giriyordu odaya.
Hevessiz, coşkusuz günlerim. İncilâ Abla’yı, o dutağaçlarının gölgelediği evden
ayrı düşünemiyordum. İncilâ Abla bir perikızı olmaktan uzaklaşıyor,
etiyle-kemiğiyle gerçeğe dönüşüyordu. Çarşaflardan sıcaktutacağına, her şey
hazırlanıyordu çeyizde.
“O uğursuz mum
çiçeklerinden,” diyordu da, başka bir şey demiyordu annem. Nişan elbisesi
dikilirken söz bozuldu. Cahit ağbinin gelişleri seyrekleşmişti. Limonluğa geçip
şarkılar söylemiyordu artık. İncilâ Abla’yı kucaklayışlarında soğuktu,
bıkkındı. Oturup kalkması, giyinip kuşanışı başkalaşmıştı. Defterime gönyesiyle
üçgenler yapmadı boy boy. Mum çiçekleri limonlukta kendi kendilerine
bitmişlerdi. “Yıllarca otun üremediği limonlukta.”
Cahit Ağbi’nin İncilâ Abla’yla
nişanlanmayışının nedeni belirsizdi. Annem konuşmuyordu sorduğum vakit. Ben
onlara gitmediğimizde çarçabuk unutuyordum. Zaten tatil yaklaşıyordu, yazın
esrikliği vurmuştu başıma.
İffet Hanım’ı kıpkırmızı
gözlerle buluyorduk. Uçuk pembe tafta nişan elbisesi eski gardıroba asılmıştı. “Üzülmeyin
İffet Abla.” diyordu annem.. “nerde İncilâ gibi bir kız bu zamanda. Kısmeti
kapanmadı ya.” Kendi de inanmıyordu söylediklerine pek. Kanarya eski yerine
kondu. İncilâ Abla’nın yüzünde yaşamadan tükenmiş umut ışığı gülümsemeler.
Sonra sonra zayıflamaya başladı. İnce vücudu ateşlerle kavruluyordu. “Bu
yapılır mıydı,” dedi annem, “bu yapayalnız, sığınaksız insanlara yapılır mıydı
bu!”
Annemin misafir gününde
beyaz eldivenler geçirmiş, güneş şemsiyeli bir kadın, “İncilâ’yı da bundan
sonra kimse almaz,” dedi. “Az gezmedi o mühendis çocukla. Limonlukta şarkıların
bini bir paraydı. Gökleri çınlattı âvazeleri.” Hallerini bilmeyişlerinden söz
edildi İffet Hanım’ların; Kızılay’a satılan hesap işleri, mürver iğneler, civan
kaşları.
Nişan bozulmasından bir yaz
geçmişti. Koskoca bir yaz geçmişti. Cahit ağbiyi yanında kısaca boylu, çok şık
bir kızla Moda’da görmüştük. Deniz Kulübü’ne giriyordu. Gençkızın saçları bukle
bukle kesilmişti. Perçemleri, yokuşta Cahit ağbiye yaslanışları… Deniz Kulübü’nde
caz çalıyordu. Kayıklarla gelip dans edenleri seyrediyordu halk. Cahit ağbi, anneme
selam vermek istemişti: Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu, “Tanıyacaksın
Süheylâ.” Buz gibi durmuştu annem. Bana el sallamıştı Cahit ağbi, kolumdan
çekip sürüklemişti annem.
Düğünler yaşanıyor. Gelin
güleryüzle iniyor merdivenlerden. Çocuklar geziniyor ortalıkta. Kadınlar
aynalarda yapılı saçlarını düzeltiyorlar. Düğün pastası kesiliyor.
Ben hiç düğünlere
gitmiyorum.
İçinde akide şekerleriyle
bir tek lokumun olduğu pembe kâğıdı açmıştım. Pembe kâğıt külahta İncilâ Abla’mın
soluk baskılı fotoğrafını görmüştüm. Limonluğa kar yağıyordu. Kar, çatlak
camlardan içeriye yağıp eriyordu.
Kuru ayazın ardından
yağmurlar geldi.
“Hoş geldiniz, “dedi annem.
“Şakır şakır yağmur,
manşonumu ıslattı,” dedi annemin güneş şemsiyeli konuğu. Çizmelerini çıkardı.
Manşonunun tüylerini kabarttı. Soba yanan odaya girerken, “İşittiniz mi?” diye
sordu. “Sizin İncilâ’nın Cahit, eski elçilerden Regaip beyin kızıyla
nişanlanmış, yıldırım nikahıyla evleneceklermiş.” Bir an sustu anlamlı göz
süzmelerle. “Regaip bey çok seviniyormuş. Sevinir elbet, Cahit hem güzel çocuk
hem de istikbali açık.”
Annem, misafir hanıma muzlu
pastadan tutmuyordu.
Selim İleri, Dostlukların Son Günü, Bilgi Yayınevi, Ankara 1975, s.33-44.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder