KANAL
Sabahattin
ÂLİ
Çumra
Kanalı’nın suları Beyşehir Gölü’nden çıkarken su rengindedir; Konya Ovası’nda
kan renginde…
Siz
buna, ovanın kırmızı toprağının rengidir diyeceksiniz; ben, Dedemköylü Mehmet’le
kardeşinin kanlarının rengidir diyeceğim.
Konya
Ovası’nın ufukları mavi değil, sarıdır, sapsarıdır…
Siz
bunun, rüzgârın kaldırdığı tozlardan böyle olduğunu söyleyeceksiniz; ben, Konya
Hapishanesi’nde yatan Zağar Mehmet’in benzinin sarılığından diyeceğim.
*
* *
Bozkırlardan
mahsul tırnakla kazıyarak alınır. Sapan işlemez topraklar devedikeninden ve iki
santimlik otlardan başka bir şeyi üzerlerinde yaşatmak istemezler, susuzluktan
yanan göğüslerini, çırçıplak gökyüzüne açmak isterler.
İnsan
ellerinin açtığı kanal, bu ovaların yalnız susuzluğunu artırır. Bulanık ve
tembel, sanki buraya geldiklerine kızıyorlarmış gibi yüzlerini buruşturarak
ağır ağır akan sular, biraz ötede çatlaklarını “su!” diye bir karış açan
toprakları doyurmak değil, buğuları ve serinlikleriyle olsun avutmazlar. Bir
zeytinyağı ırmağı gibi koyu, sıkıntılı bir akışla sallana sallana geçip
giderler.
Bu
ovadaki uyuz ağaçlı, kül yığınına benzeyen köylerde insanlar parça parça
elleri, yanık derili yüzleri, kenarları çok kırışık gözleriyle çalışarak inatçı
topraktan bir lokma ekmek söküp almaya uğraşırlar.
Dedemköy,
kanalın yakınındadır. Yalnız, sular Beyşehir Gölü’nden gelinceye kadar öyle
azalır ki, değil dönüm dönüm tarlaları, üç karışlık bir bostanı bile
doyuramazlar.
Yağmur
yıllarında gülen yüzler, parlayan gözler kurak senelerde buruşur, kanalın sarı
sularına dikilir, faydası olmayacağını bildiği halde bundan medet umar; yağmur
yılları da ancak beş senede bir kendini gösterir.
*
* *
Dedemköylü
Mehmet’le Zağar Mehmet kapı bir komşuydular. Aralarında yaş farkı da yoktu.
Küçükken köyün harman yerinde beraber emeklemişler; sokağın gübreli tozlarında
beraber yuvarlanmışlar; sıska inekleri, ellerinde boylarından büyük bir
değnekle, köyün kıyısından geçen sığırtmaca beraber götürmüşler; kanalda
beraber kurbağa taşlamışlardı…
Biraz
daha büyüyünce analarıyla beraber pazara yağ ve yoğurt satmaya giderler, yedi
saat ötedeki dağdan eşekle odun getirirler, hatta bunları beraber satarlar ve
bazan acemi ve yabancı bir memurdan beş on kuruş fazla koparırlarsa, bir örnek
mintanlık zifir alırlardı.
Delikanlılıklarında
beraber düğünlere gitmişler, avrat oynatmışlar, kadın kaldırmışlardı. Bütün
Orta Anadolu insanlarında olduğu gibi bunlarda da lakırdı haline gelmeyen bir
dostluk vardı. Bu dostluk pek delikanlı zamanlarında, yan yana giderken
birbirlerinin elini tutup sallamak şeklinde görünürdü. Biraz sonra topraktan
ekmeği dişiyle sökenlere mahsus ciddilik onları da ağırlaştırdı. Ev yükü
üstlerine çökünce, daha az buluşur oldular, Zağar Mehmet evlenmişti; Dedemköylü
Mehmet’in babası öldüğü için anası, bacısı, bir de on sekiz yaşında oğlan
kardeşi onun başına kalmıştı.
İki
eski arkadaş bazan, akşamüzerleri caminin duvarları dibinde yan yana çömelerek
köye dönen sığırlara bakarlar, yarım saat kadar konuşmadan dururlar, sonra
birbirlerine bakıp, yalnız ağızlarının kenarında kalan bir gülüşle sırıtarak
evlerine giderlerdi.
Nihayet,
evin içindeki çalışan elleri artırmak için Dedemköylü Mehmet’le kardeşi Mustafa
aynı günde evlendiler. Yaşları yirmiyi geçmeyen iki tane gelin kerpiç kulübenin
birer köşesine yerleştiler.
Hayat,
yüzyıllardan beri devam ettiği gibi, katı topraktan bir lokma bir şey sökmek
için, sessiz bir dövüş halinde ilerlemeye başladı.
Dostluklar,
hovardalıklar, kabadayılıklar, yalnız ekmek düşünenlerde yavaş yavaş yok olmaya
başlayan bu hisler ve hareketler, bir hatıra bile olamayacak kadar kafalarda
sislendi.
*
* *
Bir
gün Zağar Mehmet, tarlasını kanaldan sularken, arkın yavaş yavaş boşaldığını,
meydana sarı bir çamur tabakası çıktığını gördü. Başını kaldırıp evvela kanala,
sonra biraz yukarıdaki Dedemköylü Mehmet’in tarlasına baktı. Suyu orada
önlediklerini ve kendi tarlalarını suladıklarını gördü.
Altı
yaşındaki oğlunu oraya yolladı. Çocuk çıplak ayaklarıyla tezeklerin üstünden
koşarak Dedemköylü Mehmet’in tarlasına gitti ve: “Babam suyu koyuversinler
diyor!” diye bağırdı.
Mehmet
hiç cevap vermedi. Çocuk biraz daha bekledikten sonra gene koşarak kendi
tarlasına döndü.
O
zaman iki Mehmetler, aralarında yüz elli adım mesafe olduğu halde, birbirlerine
şöyle bakıştılar.
Bu
bakış birçok şeyler ve her şeyden evvel, o günden itibaren aralarında barışması
olmayan bir dövüş başladığını söylüyordu. Bu bakışta kin yoktu, çünkü
aralarında kin doğuracak bir şey geçmemişti. Bu bakışta yalnız toprak ve su
kavgasının gölgeleri, insanların içini kapkaranlık yapan gölgeleri vardı. Hatta
ihtimal biraz da teessür vardı: Yaşayabilmek, şu çatlak tarladan bir avuç ekin
çıkarabilmek için birbirleriyle ölüme kadar dövüşmeleri lazım geldiğini
bilmekten doğan bir teessür.
Çünkü
birbirlerine başkaca kinleri yoktu.
Zağar
Mehmet iki erkek kardeşle başa çıkamazdı. Bunun için evvela sulh olmak istedi.
Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, suyun iki adamı kandıracak kadar çok
olmadığını biliyordu. Nitekim Dedemköylü Mehmet onun gönderdiği habere cevap
bile vermedi.
Zağar
Mehmet gene bekledi. Tarlasına gitti, dibindeki çamurlar kuruyup çatlayan su
yollarına, sonra yukarı taraftaki tarlada dolaşan Mehmet’e uzun uzun baktı ve
bekledi. Gökyüzüne baktı, bir bulut aradı ve bekledi…
Ekinler,
sıska ekinler, yavaş yavaş bir karış kadar oldular.
Ondan
sonra güneş bu bir karış yeşilliği kurutmak için işini gücünü bırakıp
bozkırların bu köşeciğine dökülmeye başladı. İnce yapraklar güneşin altında,
sıcaktan soluyan bir köpeğin dili gibi titreşiyorlardı.
Bir
karıştan fazla büyüyemiyorlardı… Zavallı ekinler…
Dedemköylü
Mehmet’in tarlası diz boyu oldu. Zağar Mehmet’inki hâlâ bir karış… Ve güneş,
görünmeyen bir borudan yalnız Zağar Mehmet’in tarlasına akıyordu. Yapraklar
daha bir karışken sararıyorlardı.
Çumra’da
sulama idaresi vardı, bu idarenin müdürü, muhasebecileri, memurları vardı,
fakat kanal Dedemköylü Mehmet’in tarlasından öteye bir damla yaşlık bile
geçmiyordu.
Zağar
Mehmet, bir karışken sararan ekinlerle beraber karısının, akşamlara kadar
elinde çapa ile iki kat çalışan altmışlık anasının ve altı yaşındaki oğlunun da
sarardıklarını görüyor, düşünüyor ve bekliyordu. Bozkır köylüsünün ne
düşündüğünü ve ne beklediğini kimse bilmez.
*
* *
Bir
gün sabahleyin erkenden, mavzerini alıp tarlaya gitti. Kuru su yolunun içine
yattı. Dedemköylü Mehmet’le kardeşi tarlada göründükleri zaman beş el ateş
etti.
Bu
ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir.
Zağar
Mehmet koşup gelen karısına, kanalı açmasını, tarlayı sulamasını, bundan sonra kanalın
suyunu kimseye kestirmemelerini, çünkü yukarı tarlanın artık erkeği kalmadığını
söyledi.
Karısı
kanalı açmaya giderken arkasından seslendi, oğlunu zebil etmemesini, ara sıra
hapishaneye beraber getirmesini, kocakarıya da hakaret etmemelerini tembih
etti.
Sonra
tarlanın kenarına oturdu. Kanalı açan karısına baktı, baktı ve uzaktan doğru
gelen muhtarla candarmayı bekledi.
*
* *
Dedemköy
kanalının suları kıpkırmızıdır: Mehmet’le kardeşinin kanları gibi. Konya Ovası’nın
ufukları sapsarıdır: Zağar Mehmet’in benzi gibi… Ve hapishanede, ağasından
yıllığını almadan gitmediği için davar çaldı diye iftiraya uğrayarak iki seneye
mahkûm olan Dedemköylü bir çoban, Zağar Mehmet’in koğuşundan uzak bir yerde,
etrafına toplanan hapislere, gözlerini kapayıp başını biraz arkaya atarak,
Dedemköylülerin şarkısını söyler:
Ecel
gelir kapımızı dolaşır,
Kara
haberimiz köye ulaşır,
Çifte
gelin kuzu gibi meleşir.
Yuma
hocam, yuma, kanımız aksın,
Dostumuz
ağlasın, düşmanlar baksın…
Zağar
Mehmet’in bu şarkıyı dinlemeye yüreği dayanmadığı için, kendisi uzaktan
görününce hemen susar.
1934
Varlık,
(25), 15 Temmuz 1934.
Sabahattin
Âli, “Kanal”, Kamyon, (7.b.),
İstanbul: YKY, 2012, s.50-55.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder