SARI
SICAK
Yaşar KEMAL
Çocuk:
“Anam,” dedi, “anam, yarın sabah gün ışımadan uyandır beni.”
“Gene
uyanmazsan?”
“Uyanmazsam
iğne sok etime. Saçlarımı çek. Döv beni.”
Soluk
yüzlü, ince kadının kara gözleri sevinçli bir ışıltı içinde kaldı.
“Ya
gene uyanmazsan?”
“Öldür
beni.”
Kadın
var gücüyle çocuğu kucağına alıp, bağrına bastı.
“Cannn!”
dedi.
“Uyanmazsam...”
Çocuk düşündü. Birden: “Ağzıma biber koy,” dedi.
Anası
yeniden, aynı sevecenlikle, gözleri yaşararak onu bağrına basıp öptü.
Çocuk
boyuna yineliyor:
“Bak
uyanmazsam ağzıma biber koy ha!..”
Ana:
“Can!” diyor.
“Biber
çok acı olsun.”
Şımarıyor,
tepiniyor, ara vermeden boyuna haykırıyor:
“Acı
biber, kırmızıbiber... Bir yaksın ki ağzımı... Bir yaksın ki... Hemencecik...
Hemencecik uyanayım.”
Anasının
elinden kurtuluyor, o hızla çardağa çıkıp yatağa giriyor.
Bunaltıcı
bir yaz gecesi... Gökte tek tük soluk yıldızlar, kocaman, testekerlek bir ay...
Yatak ekşi ekşi ter kokuyor.
Yanına
yönüne dönüyor. Sonra bir karar: “Sabaha kadar uyumam.” Seviniyor. Sabahleyin,
anası “Osman,” der demez, hemen kalkıp boynuna sarılacak. Nasıl da şaşacak bu
işe anası! Yatağın içinde sevinçle hopluyor. Sevinci bir an sönüverip, içine
korku giriyor: “Ya uyursam.” Kendi kendine hep yineliyor: “Uyumam. Uyumam,
işte. Neden uyuyum? Ne var uyuyacak?”
Az
sonra anası gelip yatağa, yanına uzanıyor. Okşuyor:
“Yavrum,”
diyor, “uyudun mu?”
Osman
hiç mi hiç ses çıkarmıyor. Anası kucaklayıp öpüyor. Osmanın içinden ılık ılık
bir sevgi, aşka, dostluğa benzer ağlatıcı bir şeyler geçiyor. Sabahı bekliyor.
Anası nasıl şaşacak. Aklı fikri, sabahleyin hemencecik uyanıp nasıl
şaşırtacağında.
Ana
uyumuş, Osman yatakta dönüyor. Gözkapakları ağırlaşıyor. Osman kendini öyle
kolay kolay bırakmıyor.
Bir
an kalkıp derin derin soluk alan anasının yüzüne bakıyor. Yüz, ay ışığında
bembeyaz parlıyor. Örgülü gür saçlar, şimdi daha kara görünüyor. Örgülü uzun
saçlar, yastığın beyazlığında çöreklenmiş. Örgülerde pırıltı. Uzun zaman saça,
bembeyaz yüze bakıyor. Sonra başı ağırlaşıp yastığa düşüyor.
Gece
yarısı, ay çoktan aşmış, ortalık gündüz gibi apaydınlık. Çardağın altında yatan
ineğin gevişi, dişlerinin gıcırtısı duyuluyor. Uyku iyiden iyiye bastırıyor.
Uyuyuverecek. Dişini sıkıyor. Kollarını ısırıyor. Ne yaparsa yapsın, uyku bir su
gibi dört yanını sarmış, boyuna yükseliyor. Kızıyor, sonra gülümsüyor. Kızıyor,
gülümsüyor. Sabahleyin anasının boynuna sarılıyor. Kolları anasının boynunda...
Ay,
batıdaki ovaya doğru inmiş, bir ucu toprağa değecek gibi. Neredeyse kızarıp
batacak.
Doğudaki
dağların arkasından ince, ak bir ışık kümesi fışkırırcasına usuldan usuldan
dağların tepeleri ağarıyor. Köyün sığırları böğürmeye, köyde her şey canlanmaya
başladı.
Ana
diz çöküp çocuğun üstüne yumulmuş, kımıldamadan bakıyor.
Çocuğun
başı yastıktan yana kaymış, boynu ipincecik, yüzü sarı. Çocuk soluk bile
almıyor. Küçücük yüzü, alacakaranlıkta hayal meyal... Ana durup durup içini
çekiyor...
Çocuk
bir ara bir kolunu çıkarıp dışarı atıverdi. Kol bir başparmak kalınlığında
ancak var. Derisi kemikten dökülecekmiş gibi kırış kırış... Ananın gözü kola takıldı
kaldı.
Sonra,
derinden “Of!” dedi, “yavrum ooof...”
Kımıldadı.
İki yanına sallandı. Çocuğun yanından kalktı. Ay, gölgesini huğun sazlarının
üstüne düşürüyordu.
Ana
hışımla, “Uyandırmam” dedi. “Uyandırmam. Acımızdan öleceksek de ölelim. Bir
çocuğun çalışmasından ne olur?”
Gözleri
incecik kolda. Şimdiye kadar, çocuğun bunca zayıf olduğunun farkına neden
varmadığına şaşıp kalıyor.
“Acımızdan
öleceksek de ölelim.”
Uzun,
örgülü saçını ağzına alıp hırsla çiğnedi.
Aşağıdan
kocası bağırdı:
“Gene
uyanmadı mı?”
Kadın,
okşar, yalvarır bir sesle: “Ne istersin çocuktan?” dedi. “Daha parmak kadar.
Kemikleri kırılacak, öyle ince işte...”
Koca
huysuzlandı:
“Bugün
mutlak uyanmalı. Uyanmalı diyorum sana! Çalışsın, alışmasın tembel. Çocuklukta
pişmeli.”
Kadın,
mırıltı halinde, korka korka: “Kolu öyle ince ki...” dedi.
Çocuğun
başına varıp durdu. Gönlü bu tüy gibi hafif çocuğu uyandırıp, bu çatır çatır
sıcakta, işe göndermeye razı olmuyordu.
Aşağıdaki
huysuz ses: “Uyandır onu,” dedi. “At tokadı. Söz verdik Mustafa Ağalara. Bu
gece yarısı nereden çocuk bulurlar sonra?”
Kadın:
“Herif,” dedi, “hiç yüreğim götürmüyor. Bir ince ki... Onun çalışması bizi
zengin mi edecek?”
Erkek:
“Şimdiden çalışmaya alışmazsa...” dedi.
Kadın
çocuğun saçlarını okşadı. Usuldan: “Osmanım,” dedi, “Osmanım, kalk. Yavru kalk.
Gün ışıdı Osmanım.”
Çocuk
inledi. Yavaşça bir yandan bir yana döndü.
Osmanım,
yavrum! Gün işiyor...”
Çocuğu
omuzlarından tutup kaldırdı. Öylesine yavaş tutuyordu ki... Sanki kırılıp
dökülecek... Yatağına geri yatırdı.
“Uyanmıyor
işte, uyanmıyor. Öldürüyüm mü?”
Hızla
çardaktan aşağı indi. Çardak beşik gibi sallandı.
Erkek
köpürdü:
“Allah
senin de belanı versin, onun da... Uyanmıyormuş!”
“Uyanmıyor
işte napayım!”
Erkek
sertçe merdivenlere atladı. Çardağa çıktı, hınçla çocuğun iki kolundan tutup
kaldırdı. Çocuk, bir tavşan yavrusu gibi, elinde asılı kaldı. Uyku sersemi
çırpınıyor, “ana ana” diye bağırıyordu. Adam çocuğu çardaktan aşağı indirip
kadının önüne atıverdi. Çocuk avlunun tozları içine serildi.
Kadın
çocuğuna baktı baktı:
“Allah
kimsenin yavrusunu, kimsenin eline koymasın,” dedi. Çocuğu yerden hızla kapıp
bağrına bastı. Çocuğun gözleri kocaman kocaman açılmış, şaşkınlıkla bakıyordu.
Götürüp soğuk suyla yüzünü yıkadı.
Kendine
gelen çocuk: “Ana!” dedi.
“Can!”
“Ağzıma
kırmızıbiber mi koydun?”
Bu
sırada Mustafa Ağanın arabası gelip evlerinin önünde durdu.
“Osman...”
Osman
koşa koşa gidip, arabaya atladı. Sevinçten taşıyor, türküler söylüyordu.
Ana,
Mustafa Ağalara gündeliğe giden Zeynebi bir kenara çekip: “Kurban olayım
Zeynep, Osmanı kolla, çocuk... Bir deri bir kemik...” dedi.
Zeynep:
“Korkma
bacı, Osmanı incitir miyim hiç?”
Tarlaya
geldiler. Daha gün doğmamış... Orak makinasının düzgün sıraladığı desteler
çiyli... Ot ve ıslak ekin kokusu... Kızağa atı koşup, desteleri yüklemeye
başladılar. Kızakta çift yerine tek at koşulu... Atın başını Osman çekiyor,
kızak dolar dolmaz, kuş gibi, harmana götürüp getiriyor...
Kızağı
yükleyenler arada Osmana takılıyorlar.
“Nasıl,
Osman?”
“Yaşa,
Osman!”
Osman
seviniyor... Derken, kıpkırmızı bir ateş yuvarlağını andıran güneş karşı dağların
ardından çıktı... Ekin saplarından, destelerden usul usul, incecik, gözle
görülür görülmez bir buğu yükseliyor. Gökte parça parça ak bulutlar dönüyor...
Osman,
harmanla desteciler arasında mekik dokuyor. Osman canlı, dipdiri.
Zeynep,
ikide bir: “Ha Osmanım. Aslan Osmanım...” diye Osmanı okşuyor.
Gün
tepeye doğru yekindi. Ortalık ışığa boğulmuş... Topraktaki ekin saplarına,
destelere vuran gün şavkıyor... Işıltılar iplik iplik sönüyor. Binlerce, yüz
binlerce, birbirine dolanmış ışık ipliği uçuşuyor. Destecilerin yüzleri toza
bulanmış, yüzlerden oluk oluk ter süzülüyor. Dört bucağa ateş düşmüş yanıyor.
Osman
kararmış, yüzü biraz daha incelmiş, kocaman gözleri kısılmış... Gömleğinden de
ter fışkırmış...
Sabahki
canlılık!.. Şimdi Osman yürürken ayakları birbirine dolaşıyor. Neredeyse düşüp
atın ayakları altında kalacak... Osman tutuyor kendisini.
Toprak
da kızgın demir gibi. Osman her ayağını basışta bir sıçrıyor. Bu yüzden
yürüyüşü bir acayip.
Kızak
gelinceye kadar, desteci kadınlar, ağızları yukarı, destelerin üstüne, güneşin
alnına yatıp yorgunluklarını çıkarıyorlar.
Osman
boyuna gökyüzüne bakıyor... Bir parça bulut... Bazen bir ak bulut gölgesi,
üstlerinde bir an kalıp geçiyor... Gözler bulut gölgesinin arkasında...
Gün
tepede... Ekin sapları çatırdıyor. Yarılmış, kızgın toprak, Osmanın ayaklarının
altında... Osmanı habire hoplatıyor.
Canını
dişine takmış Osman. Alttan yanıyor, tepeden yanıyor. Ciğerine kızgın bir
demiri sokuyorlar gibi...
Sıcak...
Dünya kamaş kamaş... Göz açıp on metre ileriye bakılmıyor. Zeynep deste
yüklerken Osmana dönüp baktı. Baktı ki Osmanın bacakları zangır zangır
titriyor.
“Osman,”
dedi. “Osman... Osmanım, böyle yaya gidip gelme. Seni atın üstüne bindireyim.”
Kaldırdı
atın üstüne koydu. Osman atı sürdü. Daha bacaklarının titremesi durmamıştı. At
üstünde gitti geldi. Zeynep uzaklarda deste yapıyordu. Attan atlayıp Zeynebe
doğru yürüdü.
Zeynep:
“Neden
atı bıraktın Osman? Ya kaçarsa?”
Osman
yanına yaklaşıp elini tuttu:
“Bak,”
dedi, “Zeynep teyze, ben büyürsem var ya, sana altın küpe alacağım.”
Koşa
koşa atın başına döndü.
Sıcak
boğucu... Yel esmiyor, ufacık bir fisilti bile yok. Atın üstünde Osmanın
bacakları ağrıdı. Tutmaz oldu. Neredeyse düşecek... Gözü dört bir yanı
görmüyor. Osman atı sürmüyor, at kendisi gidip geliyor.
Derken
öğle paydosu. Sıcağın altında yemek... Kan gibi ılık su. Zeynebin tüm yalvarıp
yakarmalarına karşın Osman ağzına bir lokma ekmek bile koymadı. Boyuna su
içti...
Zeynep
akıl etti de başına bir kova su döktü. Çocuk ondan sonra artık kendisine
gelebildi.
İşe
kalkarlarken Zeynep: “Osmanım,” dedi, “sen git otur gayrı. Atı başkası
götürsün.”
Osman:
“Olmaz, Zeynep teyze,” dedi, “ben götürürüm. Hiç yorulmadım.”
Atı
elinden alınca Osman oturup hüngür hüngür ağlamaya, “Ben yorulmadım. Vallahi
yorulmadım,” demeye başladı.
Bir
kocakarı: “Bindirin ata şunu... Düşsün de atın ayağının altında parçalansın it
eniği!” dedi.
Osman:
“Vallahi
düşmem, billahi düşmem. Ben yorulmadım ki!”
Bindirdiler.
Bindirdiler ya, Osmanın üç dönüşten sonra başı dönmeye başladı. Kendini
sıkıyor.
Bir
an geldi, atın üstüne boylu boyunca uzanıp yelesine ellerini doladı. Zeynep
işin farkına varıp atın üstünden Osmanı aldı. Osman kendinde değildi. Götürüp
bir destenin üstüne yatırdı. “Yavru,” dedi, “yavru. Ne de inatçı...”
Sonra
Zeynep gene su getirip başına döktü. Güneşe karşı durup gölge etti. Osman neden
sonra ayıldı. Akşama, iş paydos edilinceye kadar, Zeynebin koyduğu destenin
üstünde, bomboş gözlerle, bir topak olup çalışanlara baktı. Utancından başını
yerden kaldıramıyordu.
Paydosta
Zeynep Osmanın elinden tutup arabaya bindirdi. Çocuk yumuşacık bir külçe
gibiydi.
“Osmanım,”
dedi, “bugün sen çok iyi çalıştın. Mustafa Ağa hakkını fazlasıyla verecek...”
Osman
şaşırarak: “Verir mi ki?” diye sordu.
“Sen
çok çalıştın.”
Osman
canlanır gibi oldu.
Tüm
aile toplanmış, dışarda, kapının önünde yemek yiyor. Ötede araba, arabaya bağlı
atlar. Atlar başlarını taze ota sokmuş, hışırtıyla, sanki otu sömürüyorlar.
Ortalığı taze bir ot kokusu almış...
Karanlık
perde perde iniyor. Atların az ilerisinde de Osman. Tarladan geldiğinden beri
dikilmiş duruyor. Sabırsız, gözü yemek yiyenlerde. Yemek yiyenler Osmanın
farkında değiller.
Osman
bekliyor. En sonunda sabrı tükenip öksürüyor. Osman dört dönüyor. Yerden bir
çubuk alıp gürültüyle kırıyor. Yemek yiyenler oralı değil. Sonra Osman kırdığı
çubukla tozlara daireler, çizgiler çiziyor. Çubuğu olanca gücüyle toprağa
sürtüyor. Çubuğun toprağa sertçe sürtülmesinden çıkan sesler... Osman muradına
eremiyor. Yemek yiyenler konuşup gülüşüyorlar. Osman sinirleniyor. Habire
çubuğu toprağa sürtüyor. Yaptığı çizgileri ayaklarıyla geri kapatıyor. Çubuğun
ucu toprakta... Osman koşa koşa çubuğun etrafında dönüyor. Sonra yemek
yiyenleri unutup kendini salt oyununa kaptırıyor... Çiziyor, çiziyor,
kapatıyor.
Birden
bir ses... Çubuk elinden düştü. Donakaldı. Bırakıp kaçacak, kaçamıyor.
Mustafa
Ağanın karısı hayretle:
“Aman,”
dedi, “Osman! Osman bu... Gel Osman!”
Osman
yerinden kımıldamıyor.
“Gel
Osmanım, otur da yemek ye!”
Osman
aldırmıyor, susuyor.
“Seni
anan mı gönderdi?”
Osmanın
başı yerde. Kaldırmıyor.
“Sen
tarladan gelince eve gitmedin mi yoksa deli oğlan? Anan seni şimdi arar, merak
eder.
Kocasına
eğilip bir şeyler söyledi. Sofradakiler gülüştü.
Osmanın
içinden boyuna kaçmak geçiyor. Geçiyor ya, yerine mıhlanmış gibi.
Mustafa
Ağa: “Bakın hele şu bana, Osmanın hakkını vermeyi unutmuşum...” dedi, kesesini
çıkarıp Osmana bir yirmi beşlik uzattı. Osman kaşla göz arası parayı kaptı. Bir
“Alloooş...” çekip, fırladı.
Koşa
koşa eve gelip soluk soluğa anasının boynuna atıldı.
“Al!..”
dedi.
Ana,
yirmi beşliği üç kez başında döndürüp dudağına götürdü.
Yaşar
Kemal, Sarı Sıcak, (18.b.), İstanbul:
YKY, s. 9-17.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder