KAMYON
Sabahattin ÂLİ
Kamyon, Zincirli Han’ın dar ve
basık kapısından, yan duvarlara sürtünüp sıvaları dökerek ve üzerine bağlanmış
sepetlerle çuvalları dört tarafa fırlatarak ıkına sıkına çıktı. Şoför bir
eliyle direksiyona yapışmış, dört metre genişliğindeki sokağın karşı
tarafındaki berber dükkânlarına girmeden sola manevra yapabilmeye uğraşıyor,
öteki eliyle de ağzına peynirli pide tıkıyordu. Toz, çamur, benzin, makine yağı
tabakalarının altında elbisesinin ve yüzünün rengi pek belli olmayan şoför
yamağı arka tarafta durmuş, iki yana koşarak şoföre:
“İleri!.. Geri!.. Yana!..” diye
işaretler veriyor, bir taraftan da soğan ekmek tıkınıyordu. Kamyon, içindeki
yirmi iki müşterisiyle beraber sokağa çıkıp biraz ilerledikten sonra durdu.
Uzaktan doğru koşup gelen bir çocukla, otomobilde heybesini bacaklarının
arasına almış değirmi sakallı birisi fiskos edip konuşmaya başladılar. Ara sıra
duyulan “Buğday, veresiye defteri, şinik, sekiz metre kara dimi...” gibi
sözlerden, İzmir’e giden manifaturacının, oğluna, dükkân idaresi ve köylülerle
veresiye muamelesinin şekli hakkında son talimatı verdiği anlaşılıyordu. İkide
birde sabırsızlıkla arkasına dönüp bakan şoföre şöyle bir başını çevirip:
“Dur azıcık... patlamadın a!..”
diyor; sonra gözlerini müşterilerde de gezdirerek sözünün yalnız şoföre değil,
başka sabırsızlananlar varsa onlara da dokunur olduğunu anlatmak istiyordu.
Bu sırada, sırtındaki eski bir
heybe ile çok genç bir köylü otomobile yaklaştı; tereddüt eder gibi bir müddet
şoföre baktıktan sonra:
“İzmir’e mi?” diye sordu.
“Oraya!..”
“Beni de alır mısınız?”
“Yer yok!..”
Delikanlı hemen arkasını döndü,
uzaklaşmaya başladı. Fakat şoförün penceresine dayanarak ona birtakım şeyler
havale eden esmer, uzun boylu, sırım gibi incelmiş boyunbağlı birisi arkasından
bağırdı:
“Gel buraya! Hey... Delikanlı!..”
Köylü döndü. Esmer, uzun boylu adam
şoföre:
“Ne diye yer yokmuş, arkada bir
yere sıkışmıştır!..” dedi.
Bu adam kamyonun sahibi idi.
Şoför yüzünü buruşturarak indi. Delikanlıdan yarım lira peşin aldı. Sonra,
arabanın arka kapağını gevşeterek eğri bir şekle koyan ve üzerine çullarını
seren öteki köylüleri sıkıştırıp, yeni gelene bir yer açtı. Zaten dizleri
üzerine çömelerek ancak sığışabilen yolcular hem; “olmaz, buraya nasıl sığar!”
diye söyleniyorlar, hem de her setre pantollunun emrine itaate alışık bir
tavırla birbirlerini iterek yer açıyorlardı. Genç köylü bir kıyıya çömeldi,
heybesini altına aldı ve kamyon, hızla bir sarsıldıktan sonra yürüdü.
Şoförün yanında oturan siyah
elbiseli, gümüş çerçeveli gözlük takmış, yaşlıca, sünepe tavırlı bir adam
-Beyşehir taraflarına dava toplamaya giden bir avukat- başını arkaya çevirerek “Uğurlar
olsun cümlenize!” diye bağırdı. İçerdekiler hepsi birden aynı sözü
tekrarladılar. Konya’dan çıkıp Beyşehir’e giden yolun başlangıcındaki dik
yokuşu tırmanmaya başlayınca, herkes yanındaki ile veya çaprazlama ta öbür
baştaki biriyle lafa koyuldu; birkaç kişi yalnız cıgara içip dumanını
savuruyordu. Birbiri arkasına dizili tahta sıralarda oturmayıp yarım lira
eksiğine en arkada yere çömelen ve kamyonun şiddetle sarsılan bu kısmında ikide
birde, başlamak üzere olan uykularından fırlatılan köylüler, cıgara da
içmeyerek, boş gözlerle bakışıyorlardı.
* * *
Sonradan gelen genç köylü ilk
defa otomobile biniyordu. Benzi sapsarıydı. Bunun yarısı alışmadığı bir şeyde
hızlı hızlı götürülmenin verdiği heyecan ve korkudan, yarısı da başka bir
şeyden geliyordu.
Konya’ya bir saat ötedeki bir
köyden olan bu delikanlı otomobile binmişti, İzmir’e gidecekti. Araba İzmir’e
gelince şoför yolcuları selametlemeden evvel nedense yol parasının üstünü
toplamak âdetindeydi. Bunu genç köylü de biliyordu, fakat yazık ki şoförün bu
isteğini yerine getirecek vaziyette değildi. Yanında beş parası bile yoktu.
Mahsuller para etmeyince,
vergiler ödenmez hale gelince, evde tuz, gaz tükenip yerine yenisini koyamayınca
oğul babasını bir kenara çekmiş:
“Baba, ben gidip şehirlerde
çalışayım. Bak, köyün yarısı gitti, İzmir’de çok iş varmış. Fabrikalarda
adamına göre yarım lira yevmiye bile veriyorlarmış. Kışın burada kalıp yük
olacağıma, gidip ekmeğimi ararım, harman zamanında gene gelir, tarlada
çalışırım...” demişti. İhtiyar babası aklı ermediği ve fakirlikten söz
söyleyemez, fikir ortaya atamaz hale geldiği için peki dedi. Ve on sekiz
yaşındaki delikanlı, bundan evvel İzmir’e gidip gelenlerden akıl danışmaya
gitti.
İzmir’e gitmek için evvela Konya’dan
otobüse binmek lazımdı. Beyşehir, Karaağaç, Ödemiş üzerinden iki üç günde
varılıyordu. Yol parası beş lira idi. İzmir’e varınca hemşerileri bulup,
ötesini onlardan öğrenmek lazımdı.
Delikanlı bunun üzerine yol
parası tedarikine çıktı. Fakat evindeki eski bir çifteye bir liradan fazla
veren bulunmadı. Beş lira gibi mühim bir parayı köyde bir araya getirebilmek,
bir hafta uğraştığı halde, mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırmış bir halde iken
bakkalın oğluna rastladı. Bu çocuk bir zamanlar babasının yanından kaçıp şoför
muavinliği yapmıştı. Kendisine akıl öğretti:
“Ülen, sen deli misin? Otomobile
de para mı verilirmiş?..” dedi ve ona, şoföre yarım lirayı peşin verdikten
sonra bir daha beş para vermemesini, İzmir’e yaklaştıkları zaman usulca arkadan
atlayarak tüymesini ve İzmir’e yayan girmesini söyledi. Yalnız şunu da ilave
etti:
“Amanın tetik ol, İzmir’e
girmeden otomobili durdurup yol parasını toplarlar. Sen daha evvel atlamazsan
yandığın gündür. Şoförler seni yatırıp suyunu çıkarana kadar döverler, üstelik
de don gömlekten gayrı neyin varsa alırlar...”
İşte bu on sekiz yaşındaki köylü
delikanlısı, cebindeki elli kuruşu peşin verdikten sonra, böylece on parasız
otomobile binmiş, İzmir’e ameleliğe gidiyordu.
Yolculuğun ikinci günü akşamına
doğru genç köylü olduğu yerde rahat oturamamaya başladı. Yola çıkalıdan beri
açtı. Köyden beraber aldığı azıcık yufkayı daha biner binmez yemişti. Yanı başında
kuru ve siyah bir ekmeği ağır ağır geveleyen köylülere yutkunarak bakıyor,
sanki başı dönüyormuş gibi gözlerini kapayarak kafasını kamyonun sarsılan
tahtalarına dayıyordu. Sonra birdenbire irkiliyor, yerinden azıcık doğrularak
öne, şoföre doğru bakıyor, tekrar sıkıştığı yere büzülüyordu. İçinde, otomobil
ilerledikçe büyüyen bir korku ona ara sıra açlığını unutturuyor, yahut açlıkla
karışarak onu sersemletiyordu. İzmir’e yaklaştıklarını yolcuların
konuşmalarından anlamıştı. Fakat ne kadar yaklaştılar? Atlayacak, kaçacak zaman
geldi mi? Eğer daha çok varsa bu Allah’ın dağlarında gece yarısı yolu nasıl
bulacak, buralarda nasıl geceleyecek? Ya candarmaların eline düşerse?.. Ya
şoför parayı vermeden atlayıp kaçtığını karakola haber verirse?.. O zaman
candarmalar kendisini dövmezler miydi? Acaba candarmaların dayağı mı daha kötü
idi, şoförün dayağı mı? Belki otomobildeki müşterilerden bir merhametli çıkar
da bunu dövdürmezdi. Fakat bu kadar adamın içinde rezil olmak vardı. Üstelik
don gömlekle kalacaktı. Bu kılıkta İzmir’e nasıl girer, hemşerilerini nasıl
arardı? Atlamaktan başka çare yoktu...
Fakat atlamayı nasıl becerecekti?
Kamyon, arkasında atılmış pamuk gibi bir toz yığını bırakarak koşuyor, dar
dönemeçlerde, içindekileri bir yandan bir yana fırlatarak, kıvrıntılar
yapıyordu. Birçok defa gördüğü halde hiç içine binmediği bu acayip şey, çıkardığı
gürültü ve insanı sersem eden hızıyla, ciğerlere ve beyne dolan sıcak benzin
kokusu ile birdenbire korkunç bir kılık alan bu makine ona anlaşılmaz bir
ürkeklik veriyordu. Bu toz, gürültü ve sürat kargaşalığı içinde dumanlanan
kafasından, bozuk bir rüya şeridi gibi, köyü, kendisine anlatılan İzmir’in
hayalinde yarattığı vuzuhsuz şekilleri, şoförün benzin kokulu yüzü, Beyşehir’de
inen gözlüklü avukatın siyah ceketinden fırlayan sıska ensesi geçiyordu.
Ara sıra otomobil herhangi bir
sebeple yavaşlar gibi olunca delikanlı yüzünde zapt edemediği bir dehşet
ifadesiyle yerinden fırlıyor, “Acaba duracak mı? Para toplamaya mı başlayacak?”
diyor; araba tekrar hızlanınca derin bir nefes alarak yerine çekiliyor ve
atlamak için kati kararını veriyordu. Fakat nasıl atlayacak? Bu kamyon, bu
gitgide gözünde büyüyen, bütün hislerine alışamadığı ve ezici tesirler yapan
korku makinesi kendisini bir kıskaç gibi yakalamıştı. Buradan kurtulmasına imkân
olmadığını sanıyordu. Gözleri alev alev olmuş, dört tarafına bakınıyor, etrafındaki
köylülerin, ön sıralarda oturan efendilerin hep kendisine baktıklarını, biraz
kımıldasa yakasına yapışacaklarını zannediyordu. Alnından yanaklarına doğru
terler akıyor ve şakaklarındaki ayva tüylerini ıslatıyordu.
Otomobil birdenbire yavaşladı. Yolun
sol tarafı sarp bir kesme idi ve sağ tarafta, iki minare boyunda bir yar, esner
gibi ağzını açmıştı. Yol birdenbire darlaşıyordu. Motörün hafifleyen gürültüsü
arasında aşağıdan doğru gelen bir su şırıltısı duyuluyordu. Henüz taş bile
döşenmemiş olan şosenin bu kısmında çökme ve kayma tehlikesi bulunduğu için
yolcular burada yayan yürür ve otomobiller yavaş yavaş ilerlerdi. Bunun için
otomobili tamamen durdurmadan şoför başını arkaya doğru çevirdi ve:
“Haydi beyler!” dedi.
Birdenbire arka tarafta bir hareket
oldu: Delikanlı, gözleri dönmüş, korkudan titreyerek, kendini dışarıya, yolun
üstüne fırlattı. Fakat daha durmamış olan otomobilden bu tersine atlayış ona
muvazenesini kaybettirdi; olduğu yerde birkaç kere döndükten sonra ayağı boşa
gitti ve eliyle çalılara tutunmaya çabalayarak, kafası sivri taşlara çarpa
çarpa ve arkasından acı bir hışırtı ile akan topraklar ve ufak taşlarla
birlikte, yardan aşağıya, şimdi şırıltısı daha çok duyulan dereye doğru
yuvarlandı.
Ali,
Sabahattin, “Kamyon”, Kamyon, (7.b.),
İstanbul: YKY, 2012, s.67-72.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder