Parasız Yatılı
Füruzan
- Sen çıkınca işin bitip, gene yürüyerek iner, Mısır
Çarşısındaki beğendiğimiz börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle
yemeğimizi yeriz. N’olacak kırk yılda bir ziyafet Onun için Cağaloğlu’na
yürüyerek gidip gelmekten yorulmayız, değil mi benim kızım? İstersek tatlı bile
yeriz Köprü’den de eğlene güle döneriz.
Anne-kız sabah kalabalığının arasında, yabancı, çabuk
yürüyorlardı. Annesi durmadan konuşuyordu. Böyle konuşkanlığının olduğu
geçmişteki tek günü, hastaneye hastabakıcı olarak aldıkları gündü.
Çocuk o zamanlar üçüncü sınıftaydı. Önlüğü ağarık bir
kara olmuştu. Kış basmıştı. Bu, köşedeki kömürcüden kömür alma günlerinin
başlamasıydı. Mangal yakmayı öğrenmişti. Kapıda ilk çırayı ateşleyip kömürleri
dikine onların üzerine yerleştiriyordu. Boruyu koyunca çıtırtılar başlıyor,
küçük kıvılcımlar çevreye saçılıyordu. Kömürler kızarıp ateş olmaya dönünce her
şeyi -arka sırada oturmayı -Kızılay Kolu’ndan yemek yemeyi - ulusal bayramlarda
şiir okumamayı- ilk yalazların maviliği bitene dek bekliyordu sokak kapısında.
Odalarına mangalı aldığında ürktüğü şeyler yok oluyor, eski ceviz masalarında
-annesinin en onurlandığı eşyalarıydı- çalışmaya oturuyordu. Mangalın o harlı
halini çok seviyordu. Annesi korları küllemenin gerektiğini, çünkü bununla
ancak ertesi güne ısınacak ateşleri kalabileceğini söylerdi. Külleri güzel,
parlak korların üstüne kapayıp birini -en kızılını, en mavi olanını açıkta
bırakırdı-derslerinden ara verip mangala baktığında sıcacık duran tek kor,
odanın sığınma olanağını artırırdı. İşte o, “hastabakıcı olursun” dedikleri gün
annesi kapıyı açıp girdiğinde bir şey değişmişti. Çünkü annesi bilmediği,
görmediği haller içindeydi. Konuşmasıyla, dışarının arı havasıyle
dolduruvermişti odayı.
- Alıyorlar beni, bir iki güne kadar başlıyorum.
Başhemşireye çıktım, iriyarı bir kadın. Bir bir sordu. “Daha önce çalıştın mı?
Kocan ne zaman öldü? Bu iş dur durak bilmez, fazla marifetli olmak lazım değil,
çalışkan olmak gerek, yatak düzeltmeyi, tükürük hokkalarını dökmeyi, ördekleri
temiz tutmayı becermek yeter. Belki zamanla hastaların ateşini alacak kadar başarılı
olursun. Haftada iki gün izinli çıkarsın, pazar gecesi dönersin. Çocuğun var
mı? Bırakacak kimsen yok ha? Kendini yönetir, uslu diyorsun. Ama küçükmüş, hiç
sınıfta kalmadı mı? Aferin ona. Genç güzel kadınsın. Burada oluru olmazı
bulunur. Ciddi ol. Bir şey denirse senden bilirim. Malum, kancık köpek kuyruk
sallamadıkça hikâyesi. Boya filan da istemez. Kendinden mi yanağının, dudağının
rengi? İşte bilmem artık. Doktorlardan, şundan bundan yakınmak yok. Bir işte
kalıcı olmak isteyen başta gelenlerine uyar. Uykun hafif mi?” Düşün, bir iş
bulduk artık. İlk parayla bir çeki kömür alacağım. Sana da lastik çizme. Belki
izinli geldiğim günler sinemaya bile gideriz, hiç belli olmaz. İşimizi iyi
yaptıktan sonra kim ne diyebilir? Çıkıp ev sahibine haber vermeliyiz. Artık
akşamları yoğurt alırken sokak kapısını hızlı çarpmasın. Dedim ya biz
çalıştıktan sonra… Uykum da hafif. Bölük pörçük uyumaya alıştım yıllardır…
Annesi işe başlayınca onun ismi “bizim hastanedeki işimiz”
oldu. İlk evden ayrılacağı gece tahin helvası aldılar bakkaldan. Peynirle
tükenmez yaptılar, masalarına mavi çiçekli muşambalarını serdiler. Bu muşamba
eve babasının yaşadığı günlerdeki düzenden kalmış, ferahlığın, korkusuzluğun
anısıydı. Niçin babasını hep yaşayacak sanmışlardı? O da ölecek gibi
görünmüyordu. Öyle dürüst öyle kesin bir adamdı ki ölümün sinsiliği ona hiç
gölge düşürmemişti. Evine her gece ekmek alıp gelen bir erkeğin yokluğu, sessizlik
olup yerleşmişti odalarına. “Yaşlı da değildi”, demişti annesi. Hiç sekiz
yaşında bir çocuk babasız kalır mı? Muşambalarını annesi gereksiz yere bir iki
kez silmişti. Tükenmez tabağındaki peynirlerin cızırtısı dinmemişti. Tahin
helvasının şekeri gevşemiş, pürüzleniyordu.
- Ev sahibiyle konuştum. Hiç korkma, geceleri oda
kapısını kapa sıkıca uyu. O sabah namaza kalktığında seni, kapıyı vurup
uyandıracak. “Çocuktur”, dedim. “Çocuk uykusu doyumsuz olur, kalkamaz kendi
kendine”. Her sabah helvayla ekmek yersin. Çay zaten sevmiyorsun. Elim yanıyor,
diyorsun. Okuldan gelince mangalımızı yakar sıcacık oturursun. Gece kapağı ört
ateşe. Ha benim kızım, sakın unutma. Benim aklımı evde bırakma. Sen akıllı
kızsın. Geceleri hiç korkma. Dedim ya ev yalnız değil. Sen korkak değilsindir.
Bak sana neler alacağım. Ağır hastalara özel yemek çıkarmış, onlardan kalan
tavuklar falan olurmuş haşlanmış. Sarıveririm pakete, gizli değil ha, zaten
dökülüyormuş. Ziyafet çekeriz kendimize.
- Ben o yemekleri istemem anne. Yalnız hani, “Ördekleri
temiz tutmak lazım”, demişti ya, o kadını, ördeklerini anlatırsın bana.
Annesi
susmuştu. Tam dudaklarında duran bir şeyleri söylemekten vazgeçiverip. Gece
yatağa girdiklerinde -beraber yatıyorlardı epeydir- yarınki derslerden birinin
beden eğitimi olduğunu bile unutmuştu. Oysa beden eğitimi dersine o katılmazdı.
Onun gibi katılmayanlarla, koridorlarda, hep açık kalmış alt kat muslukların
sesini dinleyerek, gölgeli ışıksız camlardan kışı, kentin yapılarını
seyrederlerdi.
- Şort, lastik pabuç, soket çorap beyaz olacak. Beyaz
fanila bluz gerek. İki tane olursa daha iyi. Terleyince değişmek için. Yürüyüşte
23 Nisan, 29 Ekim herkes çiçek gibi olmalı, düzenli, bakımlı. Ben, yapamadık
anlamam. İstedikten sonra, istemek yeter. Yardım kolundaki çocuklarımız için de
düşündüklerimiz var tabii. Ama bunu daha elzem giyim eşyalarına ayırmak
kararındayız. Önlükle katılacaklar. Önlükler gıcır gıcır ütülü. Kızlarda tafta
kordela. Temiz, tertemiz olmalı herkes. Her Türk çocuğunun görevidir temiz
olmak. Ne diyorum size? Dişler her gün ovulmalı. Kulaklarda sarı topak kirler
görürsem ağrıdı, akıntı yaptı anlamam yersiniz cetveli.
Alt kat muslukları hiç kapanmazdı nedense. Ders
aralarında öğrenciler muslukların başına doluşurdu. Hepsi su içerlerdi. Susayan
da susamayan da. İtişmek, suyun avuçtan süzülüp kol yenlerinden içeri girmesi,
bahçede eğlenmenin gereği olan bağrışların başlangıcıydı. Ders zili çalıncaya
dek duyulmayan su sesleri, sınıflara girilince öne geçerdi.
Annesinin sırtına sarılmıştı. “Her dediğini yaparım anne,
sen üzülme. Zaten öğleleri okulda yemek yiyorum. Aklın bende kalmasın”. Annesi
hiç kıpırdamamıştı. Uyumadığı belliydi. Bedeni rahat, gevşemiş değildi.
Annesinin ısıtan kokusunu duymak için iyice sokulmuştu sırtına. Geceyi
dinlemişti uzun süre. Uyumak istemiyordu. İlk kez gecenin uzunluğunu öğrenmeye
başlamıştı.
Sabah kalktığında kapı vuruluyordu. Annesi yoktu. Okul
önlüğü, kalın iplik çorapları, yün hırkası düzenli iskemledeydi. Dışardan
vurulan kapının sesiyle uyandığını anlayınca kalkmış, “Halida’nım teyze,” diye
seslenmişti. Ev sahibi kadın helaya -aynı helayı kullanırlardı- kovayla su
döküyordu. Giyinip masanın başına oturmuştu. Kış aydınlığı patiska perdelerden
geçip köşeli, üşütücü yayılmıştı. Okul çantasını alıp odadan çıkarken -hiçbir şey
yememişti o sabah- gerisin geri dönüp iskemleye oturmuştu. Sonra da sessiz
ağlamaya başlamıştı.
- Sen pekiyiyle bitirdin okulu. İlkokulu yoksul bir
çocuğun pekiyiyle bitirmesi kolay iş değil. Parasız yatılı okullarına
alıyorlarmış sizleri. Öyle dediler bana. Muhtarlıktan fakirlik ilmuhaberi
çıkarırken tanımadığım bir kadın, “Ben de oğlumu zabit okuluna sokacağım ama
kefil istediklerini, bir malı rehin göstermek lazım olduğunu söylediler,
çaresizlendim hanımcığım”, dedi. Mal kim? Biz kim? Malımız olsa yüzsuyu döker
miyiz el kapılarında? Bizim için olmaz öyle şey. O kadın doğru bilmiyor. Halkâğıdını
aldığım gibi çıktım. Kimselere de danışmadım hiç. Zabit okulları pahalıdır. Yok
silahtı, yok zabit elbisesiydi di mi ya? Hem canım sormadım. Gerekmez de. Sen
gir bugün imtihana, her sorduklarını çatır çatır bileceksin. Gerçi binlerce
öğrenci katılıyormuş, aralarından yüz elli kişiyi alıyorlarmış. Gene de sen
kazanacaksın, gör bak. Benim akıllı uslu kızımsın. İsterlerse öyle mal mülk
gibi bir şey, ben derim ki, ne gerek? Benim kızım kalmaz sınıfta. Devlet
masrafına ziyan vermez. Bunları okulun müdürüne, böyle bir bir anlatırım. Hemen
anlar. Hem canım o da bizim gibi bir insan. “Benim kızım yıllardır yalnız
uyanır sabahları” derim. “Hiç şımardığı olmamıştır kimseye. Bir gün bile
çatırtısı duyulmamıştır.” derim. “Sanki o çocuk olmamıştır”, derim.
Yokuştan yukarı çıkarlarken sırt hamallarının yüklendiği kâğıt
topların üstüne doğru yağmur çiselemeye başladı. Yumuşak bir haziran yağmuruydu.
Kızla annesi gecikmeden, karşıya geçmek için polisin arabaları durdurmasını
bekliyorlardı. Yağmurun yağışı hızlanmıştı. Anne boynuna ipek eşarp takmıştı,
çocuk saçını ıslatıp taşlı tokasıyla toplamıştı.
- Korkuyor musun? Hiç konuştuğun yok sabahtan beri. Hadi
hadi Salıpazarı’ndan bu taşlı tokanın eşini alacağım sana. Sonra bizi tayin
edecekler. Sen okulu bitirip öğretmen olunca, ben de çalışmam hastanede.
Beraber çıkar gideriz. Koltuklar alırız. Onlara çiçekli basma örtüler dikerim
ben. Bir de kabul günümüz olur. Konukları ağırlamak için, eğer unutmadımsa,
anasonlu galeta yaparım. Masraf kapısı olmaz. Belki, bir de küçük halı alırız.
Hasta pisliği dökmeden, koridorlarda koşuşturmaktan kurtulurum. Hele o lizol
kokusu yok mu, içini üşütüyor insanın. Bir de hep ölümü düşünmek. Şöyle bir
dağın eteğinde olur gideceğimiz yer, benim kızım. Herkes İstanbul’da kalalım
dermiş. Hepsini sordum bilenlere, öğrendim iyicene. Hükümet tabi seni alır. Biz
İstanbul’u ne yapacağız? Bize bir ev, kışın kömürlüğümüzde odun-kömür gerek.
Bir de mutfağımız olur değil mi? Eğer kefil falan derlerse, demezler ya, o
kadının uydurması, oğluna güvenmemesi. Sormadım ordan burdan o işi. Sade sen
öğretmen olunca n’olacak, onları öğrendim. Biz nereye tayin çıkarsa gideriz, di
mi?
- Bu okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul
çocukları mı, anne? Onu da öğrendin mi?
- Öyle ya yoksul çocukları ki, parasız yatılı için
imtihan oluyorlar.
- Öyleyse ben burayı kazanırım. Üzülme. Sınavı pekiyiyle
bitiririm. Artık burda, arkadaşlarım olur. Haftada iki gün sen hastaneden, ben
okuldan çıkıp eve döneriz. Sana da konuk günlerinde bakkal bisküvisi alırım.
Sınavların yapıldığı okul karşı yöne düşüyordu. Yeniden
geçtiler caddeyi, ürke ürke. Ara sokaktan yürüdüler. Yüksek bir duvarın yanındaki
kapıda durdular. Okulun öğrenci giriş kapısıydı bu. İçerden uğultular geliyordu.
Yağmur taş duvarların arasından çıkan aykırı yeşillikleri patlatmıştı.
- Bizden de erken gelenler olmuş. Geç meç kalmış
olmayalım?
Hademe giyimli bir kadın onlara doğru yürüdü, taşlı
yoldan. Bezgin, alışık bakışlarıyle, anne-kızın üstünden dışarda bir şeye
bakıyordu.
Anne, saygılı sordu:
- Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş.
Hademe kadın ilgisiz,
- Parasız yatılı imtihanların çocukları hep erken gelir.
Hiç gecikmezler.
Çocuk annesinden ayrıldı. Kıyısı duvarlı taş yolda
yürümeye başladı. Hademe kadın, görmedikleri bir iskemleyi görmedikleri bir
çatının oraya çekip oturmuş, yün örmeye başlamıştı.
Çocuk dönemeçte arkasına baktı. Dış kapıda annesi
yağmurun altında gülümseyerek duruyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder