HARİTADA BİR NOKTA
Sait Faik ABASIYANIK
“Çocukluğumdan
beri haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilayet
isimlerinden mavi sahile kayar, Robinson Cruose’u okumuşumdur herhâlde,
unuttum, gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismini
okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum.
Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum; ama
belki de o yüzdendir. Haritada ada görmeyeyim. İçimde dostluklar, sevgiler, bir
karıncalanmadır başlayıverir.
İşte çocukluğumun ve gençliğimin haritalarındaki adalar, beni sonunda bir
gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen
bırakıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama, nihayet asıl yuvama dönmüştüm.
Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni
büyük şehirlere götürmüştü. Yaşamıştım. Cebim para görmüştü. Kumar görmüştüm.
Hırsızlık, mahpushane görmüştüm. Aç
yatmıştım. Para çalmıştım. Sevmiş, sevilmiştim. İşte bitkin, yorgun, işte
hepsini, hepsini yitirmiş; gittiğim motorla yine geri dönmüştüm.
Şimdi namuslu insanlar arasında başım önüme eğilmiş,
gülmeden, eğlenmeden, müsamaha dolu kötülüğü göz kırpışından anlayınca
cesaretten canavar kesilecek bir insan hâliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir hâlde
balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrümün sonunu da kesik bir nefesle bahtiyar bitirecektim.
Sonbahar uzun ve güzel geçti. Çardaklardaki yapraklar
kırmızının en son hâline doğru ağır ağır kızara kızara, kırmızının renk oyunları içinde, düşmeden evvel ne kadar
sallanıp durdular.
Bir sabahtı. Kayık, hülyalarımdaki gibi balıktan
dönmüştü. Nevaleler vapura verilmişti. Şimdi ağları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı.
Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on
beş dülger balığı, kayığın küpeştesinde hâlâ canlı, ince zar gibi kanatlarıyla titreşiyordu.
Biraz sonra işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülger
balığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi dülger balığı çorbası çok
evlerde
tütecekti.
Kayığı temizleyenler sekiz kişi idi. Yedisi bizim
adadandı. Sekizincisini, zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne
kadar içten bir sevgi ile çalışıyordu.
Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışarıdan da insanlar
gelirdi. Dışarıdan ırıba katılanlar almazlardı, gemi tayfası ile reis,
gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.
O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak etmek
için elinden geleni yapıyordu. Nihayet İş bitti. İki büyük dülger balığını reis kıç altına attı.
Tayfalardan birine:
- Bunu bize götür sonra dedi, ötekileri de
pay yap.
Üçer tane alanlar oldu. Dışarıdan gelen bir tane
versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş
hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde bir tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında
durdu. Sonra birdenbire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir hâlde dondu. Sandım ki böyle, bütün ömrünce böyle
donuk bir tebessümle kalıverecek
adam. Etrafına bakındı. Kendine bakan birini gördü. Gülümseme, yüzünde
birdenbire bir meyve gibi çürüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı kayıktaki adam, rıhtıma fırlatmıştı.
Adamın yüz ifadeleri nerede ise yine eski temiz, memnun hâlini, taze meyve
hâlini alıverecekti. İki adım attı. Elini balığa doğru uzatmak üzere
eğildi. Ama ötekilerden, başparmağına irisinden bir dülger balığı takmış
birisi, kocaman çizmeli ayağını dülger balığının sırtına bastı:
- Ne o? dedi; hemşerim. Dur bakalım.
Dağdan gelip bağdakini kovmayalım.
Adam elini çekti. Bir şey söylemedi. Söyleyemezdi.
Söyleyecek hâlde değildi. Rıhtım kahvesine doğru yürüdü.
Dışarıdan kahvenin önündeki seyircilerden
biri seslendi:
- Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver
bir tane, ne olur? Kalkmış, nerelerden gelmiş işte.
- Ne yapalım, gelmesinler. Kırmızı mumla
davet mi ettik biz onları? O balığın bir iki buçukluğu var. Balık çıkmadığı zaman yanaşmıyorlar ağı temizlemeye hiç. Yağma yok
hemşerim.
Kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da:
- Ayıptır yahu, ver adama demedi.
Bir ikisi, en umduklarım konuşacak gibi oldular.
Bekliyordum. Şimdi, umduklarımdan birisi payına düşen balıktan birini, en
küçüğünü adama doğru fırlatacak diye bekledim. Reis kahvenin önünde kahvesini öttürüyor, kayığın asıl
tayfasına keyifle bakıyordu.
Hadiseye karışan adam:
- Ayıptır yahu dedi, ayıp.
Bu sefer konuşacaklarını, hatta paylarına düşenden en küçüğünü
fırlatacaklarını sandıklarımdan biri:
- Sen karışma bakalım babalık! Fazla
söylenmeye başladın. Ayıp ne demek?
- Babanızın malı mı deniz sizin?
- Onun babasının malı mı?
- Değil ama gelmiş kayığınıza çalışmış bir
kere.
- Kim gel çalış demiş ona? Gelmeseydi...
Balık verilmemiş adam, kahvenin bir iskemlesine
çökmüştü. Kahveci başına dikilmişti. Kahveciye:
- Kalkacağız,
kalkacağız, dedi.
Ayağa kalktı. Kendisi için laf işitmiş
adama:
- Zararı yok, hemşerim dedi, zararı yok.
Vermesinler. İstemez.
Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük
adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaştı.
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile
yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar
arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım.
Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım
sıkılırsa küçük değnekler
yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan
sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder