ACI
Kime diyeyim
derdimi?..[1]
Akşamın alacakaranlığı.
İri, ıslak kar taneleri, yeni yakılmış fenerlerin çevresinde tembelce dönüyor;
çatıların, atların sırtının, insanların omuzlarının, şapkalarının üzerinde ince,
yumuşak bir katman oluşturuyor. Arabacı Iona Potapov hayalet gibi bembeyaz.
Canlı bir bedenin kamburlaştırabileceği kadar kamburlaşmış, arabacı bölmesinde
kıpırdamadan oturuyor. Üzerinde koca bir kar yığını bile oluşsa, silkeleme
ihtiyacı duymaz herhalde... Atı da beyaz ve kıpırtısız. Hareketsizliği,
biçimsiz hatları ve bacaklarının sopamsı düzlüğü ile yakından bile, ucuz, at
şeklinde bir bisküviyi andırıyor. Düşüncelere dalmış olmalı. Pulluktan,
alıştığı gri manzaralardan koparılıp buraya, bu korkunç ışıklar, durmak bilmez
patırtılar ve koşturan insanlar girdabının içine bir kez atılan, düşünmekten
alamaz kendini… İona ve küçük atı, uzun süredir kıpırdamıyorlar yerlerinden.
Evden, öğleden önce ayrıldılar ve hâlâ siftah etmiş değiller. Ama işte şehre
akşam karanlığı çöküyor. Fenerlerin solgun ışığı, canlı renklere bırakıyor
yerini, sokağın kargaşası daha da gürültülü bir hal alıyor.
“Arabacı, Vıborgskaya’ya!”
dediğini işitiyor İona birinin. “Arabacı!”
İona titriyor ve karla
örtülmüş kirpiklerinin arasından, kapüşonlu mantosu içinde bir asker görüyor.
“Vıborgskaya’ya” diye
tekrarlıyor asker. “Uyuyor musun yahu! Vıborgskaya’ya!”
İona, onaylarcasına
dizginleri çekiyor; bu hareketiyle atının sırtından ve kendi omuzlarından kar
yığınları dökülüyor yere… Asker kızağa biniyor. Arabacı dudaklarını şapırdatıyor,
boynunu kuğu gibi uzatıyor, doğruluyor ve gerekli olduğu için değil de, sanki
alışkanlıktan kırbacını sallıyor. At da boynunu uzatıyor, sopamsı bacaklarını
büküyor ve kararsızca hareket ediyor…
İleri geri hareket eden
karanlık kalabalığın içinden birilerinin, “Nereye gidiyorsun, hayta! Diye
bağırdığını işitiyor İona. “Ne cehenneme gidiyorsun! Sağa geç!”
“Ne biçim sürüyorsun!
Sağa geç!” diye azarlıyor asker de.
Bir kupa arabasının
şoförü sövüp sayıyor, öfkeli bakışlar fırlatıyor. Yayanın biri, koşar adım
karşıya geçerken, omzuyla atın suratına çarpıyor ve koluna bulaşan karı
silkeliyor. İona, arabacı bölmesinde, diken üstündeymiş gibi kımıldanıyor,
dirseklerini sağa sola vuruyor, sanki nerede olduğunu ve neden orada olduğunu
anlayamayarak, deli gibi, etrafında gezdiriyor bakışlarını.
“Alçak bunların hepsi!”
diye şakalaşıyor onunla asker. “Seninle çarpışmaya, atının altına girmeye yer
arıyorlar. Sözleşmiş olmalılar.”
İona dönüp yolcusuna
bakıyor ve dudaklarını kıpırdatıyor… Bir şey söylemek istiyor belli ki, fakat
boğazından kısık bir hırıltı dışında ses çıkmıyor.
“Ne?” diye soruyor asker.
Ağzı bir tebessümle
çarpılan İona, boğazını geriyor ve kısık sesle:
“Şey, beyim… oğlum öldü benim
bu hafta,” diyor.
“Hım!.. Neyden öldü?”
İona bütün gövdesiyle yolcuya
dönerek konuşuyor:
“Kim bilir! Herhalde
sıtmadan… Üç gün hastanede yattı ve öldü… Tanrı öyle istedi.”
“Dönsene, iblis!” diyen
bir ses yükseliyor karanlıkta. Gözün mü çıktı, ihtiyar köpek? Gözünle
bakacaksın, gözünle!”
“Yürü, yürü…” diyor
yolcu. “Yarına kadar varamayacağız bu gidişle. Dehle bakalım!”
Arabacı tekrar boynunu
uzatıyor, doğruluyor ve ağır bir zarafetle kırbacını savuruyor. Sonra birkaç
kez daha dönüp yolcuya bakıyor, fakat beriki gözlerini yummuş, dinlemeye
hevesli değil anlaşılan. Yolcusunu Vıborgskaya’ya indirdikten sonra, bir meyhanenin
önüne çekiyor İona; arabacı bölmesinde kamburunu çıkarıp oturuyor kıpırdamadan
yine… Islak kar, tekrar beyaza boyuyor onu ve atını. Bu şekilde bir saat
geçiyor, iki saat…
Galoşlarını kaldırıma vura
vura, küfürleşerek üç genç adam geliyor karşıdan; içlerinden ikisi uzun boylu,
zayıf, üçüncü ufak ve kambur.
“Arabacı, Politseyski köprüsüne!”
diye bağırıyor tiz bir sesle kambur. “Üç kişiyiz… yirmi kapiğe!”
İona, dizginleri çekiyor
ve dudaklarını şapırdatıyor. Yirmi kapik, uygun fiyat değil, ama para düşünecek
hali yok onun… Bir rubleymiş, beş kapikmiş fark etmiyor kendisi için şimdi,
yolcusu olsun yeter… Genç adamlar itişip küfürleşerek kızağa yanaşıyor, üçü
birden oturağa tırmanıyorlar. Kimin oturarak, kimin ayakta gideceği sorununu
çözmeye koyuluyorlar. Uzun çekişme, nazlanma ve sitemlerin sonunda, en
küçükleri olan kamburun ayakta durması gerektiğine karar veriyorlar.
“Evet, yürü bakalım!” diye
çınlıyor, yerine yerleşen ve İona’nın ensesine soluyan kamburun sesi. “Patlat!
Şapkan da pek hoşmuş, kardeş! Bütün Petersburg’da daha kötüsünü bulamazdın…”
“Hı… ı… hı… ı…” diye
gülüyor İona. “Olanı bu…”
“Olanı bu ha, yürü hadi!
Bütün yolu böyle mi gideceksin? Ha? Ensene patlatayım mı bir tane?..”
“Başım çatlıyor…” diyor uzunlardan
birisi. “Dün Dukmasov’larda Vaska’yla ikimiz dört şişe konyak içtik.”
“Neden uyduruyorsun
bilmem ki!” diyor diğer uzun sinirli sinirli. “Hayvan gibi uyduruyor.”
“Tanrı cezamı versin ki
gerçek…”
“Bitin öksürdüğü ne kadar
gerçekse, seninki de o kadar gerçek.”
“Hı… ı!” diye sırıtıyor
İona. “Neşeli baylar!”
“Üf, kör şeytan!..” diye
söyleniyor kambur. “Gidecek misin, gitmeyecek misin sen, moruk? Böyle araba
sürülür mü? Gümlet kırbacı şunun sırtına! Deh, iblis! Deh! Sıkıca bir geçir
şöyle!”
İona, kamburun kıpırdanıp
duran bedenini, titreyen sesini hissediyor arkasında. Kendisine yöneltilen
azarı işitince, insanları görünce yalnızlık duygusu yavaş yavaş kalkıyor
göğsünden. Kambur, altı katlı, tumturaklı bir küfürle boğulup, öksürük krizine
tutulana kadar sürdürüyor sövmeyi. İki uzun, Nadejda Petrovna diye birinden söz
ediyorlar. İona dönüp onlara bakıyor. Kısa bir ara vermelerini bekleyip bir kez
daha bakıyor ve mırıldanıyor:
“Benim de bu hafta… şey…
oğlum öldü!”
“Hepimiz öleceğiz…” diye
iç geçiriyor kambur öksürüğün ardından dudaklarını silerek. “Hadi, yürü, yürü!
Baylar, daha fazla bu şekilde gitmeye gerçekten halim yok! Ne zaman ulaştıracak
bu bizi?”
“Destekle sen de onu
biraz… ensesinden!”
“Moruk, duyuyor musun?
Ensene patlatacağım şimdi bak!.. Siz arabacılara yüz veren yaya kalır!.. Duydun
mu beni, Zmey Gorınıç? Yoksa söylediklerimizi takmıyor musun?”
Ve İona duymaktan çok
hissediyor ensesine indirilen sillelerin sesini.
“Hı… ı…” diye gülüyor.
“Neşeli baylar… Tanrı sağlık versin!”
“Arabacı, evli misin?”
diye soruyor uzun.
“Ben mi? Hı… neşeli
baylar! Benim tek bir karım var artık, o da yaş toprak… Hi… ho… ho… Yani
mezar!.. Oğlum öldü, ben hayattayım. Tuhaf iş, ölüm, kapıları şaşırdı... Bana
geleceğine, oğluma…”
Ve İona, oğlunun nasıl
öldüğünü anlatmak için yolculara dönüyor. Ne var ki kambur iç geçirerek,
Tanrı’ya şükürler olsun sonunda vardıklarını bildiriyor. Yirmi kapiğini alan
İona, uzun süre, karanlık bir apartman girişinde kaybolan hovardaların ardından
bakıyor.
İşte yine yalnız ve yine
sessizlik başlıyor onun için… Bir süreliğine dinen acı tekrar beliriyor ve daha
şiddetli bastırıyor göğsüne. İona’nın endişeli, çileli bakışları, caddenin iki
tarafında mekik dokuyan kalabalığın üzerinde geziniyor: Binlerce insan arasında
kendisini dinleyecek bir kişi bulunur mu diye. Fakat yığınlar, ne onu, ne de
acısını fark etmeden koşturuyor… Sınır tanımayan dev bir acı. İona’nın göğsü
delinse ve içindekiler dışarı aksa, bütün dünyayı sel alabilir oysa… Ve yine de
görünmüyor bu acı, ufacık bir kabuğun içine sığmış, o kadar ki, gün ışığında
mumla arasan, yine göremezsin…
İona, elinde kesekâğıdı
tutan bir kapıcı görüyor ve onunla konuşmaya karar veriyor.
“Canım, saat kaçtır
şimdi?” diye soruyor.
“On… Niye dikiliyorsun
sen burada? Geç hadi!”
İona, birkaç adım öteye
sürüyor arabasını, kamburunu çıkarıyor ve kendisini acıya bırakıyor… İnsanlara
seslenmenin bir anlamı olmadığını düşünüyor artık. Ne var ki beş dakika bile
geçmeden doğruluyor, keskin bir sızı duymuşçasına başını sallıyor, dizginleri
çekiyor… Tak ediyor canına.
“Eve,” diye düşünüyor.
“Eve!”
Ve atı, sanki düşüncesini
anlamış gibi tırıs gidiyor. Bir buçuk saat sonra İona, büyük kirli bir ocağın
önünde oturuyor artık. Ocağın üstünde, yerde, sıraların üzerinde millet
horluyor. İçerinin havası boğucu ve ağır… İona uyuyanlara bakıyor, ara sıra
kaşınıyor ve eve bu kadar erken geldiğine yanıyor…
“Yulaf alacak kadar bile
çalışmadım,” diye düşünüyor, “acım ondandır. İşini bilen adamın… kendi karnı da
tok olur, atının da, her daim huzurludur…”
Köşelerden birinde genç
bir adam ayağa kalkıyor, uyku sersemi kesik kesik sesler çıkarıyor ve su
kovasına uzanıyor.
“Su mu istedin?” diye
soruyor İona.
“Evet, su!”
“Öyle… Afiyet olsun…
Benim de oğlum öldü, kardeş… Duymuş muydun? Bu hafta, hastanede… Ne olay ama!”
İona, sözlerinin
yarattığı etkiyi görmek için genç adama bakıyor, ama hiçbir şey göremiyor.
Beriki, yorganını
kafasına çekmiş uyuyor bile. İhtiyar iç geçiriyor ve kaşınıyor… Gencin su içmek
istemesi gibi o da konuşmak istiyor. Oğlu öleli bir hafta olacak yakında, oysa
o daha kimseyle doğru düzgün konuşmuş değil… Düzgünce, tane tane anlatmak
lazım… Oğlunun nasıl hastalandığını, nasıl acı çektiğini, ölmeden önce neler
dediğini, nasıl öldüğünü söylemeli… Cenazeyi, rahmetlinin kıyafetini almak için
hastaneye gidişini anlatmalı.
Köyde kızı Anisya kaldı…
Kızından da söz etmeli… Anlatacak şeyi mi yok onun şimdi? Dinleyici of çekmeli,
iç geçirmeli, ağlayıp sızlamalı… Kadınlarla konuşmak daha da iyi. Aptaldırlar,
ama iki laftan sonra hüngür hüngür ağlarlar.
“Gidip ata bakayım,” diye
düşünüyor İona. “Uykuya vakit bulunur… Meraklanma, uykunu çok alırsın daha…”
Üzerini giyinip, atın
durduğu ahıra gidiyor. Yulaf, kuru ot ve havayla ilgili düşünceler var
kafasında…
Yalnızken oğlunu
düşünemiyor… Birisine söz edebilir ondan, ama kendi kendisine düşünmek ve
gözünün önüne getirmek dayanılmayacak kadar korkunç…
“Çiğniyor musun?” diye
soruyor İona atının parlayan gözlerine bakarak. “Çiğne, çiğne… Yulaf alacak
parayı çıkaramadıysak, kuru ot yeriz biz de… Evet… Yaşlıyım artık araba sürmek
için… Oğlumun sürmesi gerekirdi, benim değil… O gerçek bir arabacıydı işte…
Hayatta olsaydı…”
“Öyle işte, kısrak
kardeş… Kuzma İonıç yok artık… Sizlere ömür… Durup dururken öldü… Diyelim bir
tayın var ve işte o tay sizlere ömür… üzülürsün, değil mi?”
At çiğniyor, dinliyor ve
sahibinin ellerine soluyor…
İona, kendisini
kaptırıyor ve anlatıyor ona her şeyi…
Anton Pavloviç Çehov, “Acı”, Anton Pavloviç Çehov
Seçme Öyküler, İstanbul: Bordo Siyah Yayınları, 2008, s.49-57.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder