30 Nisan 2016 Cumartesi

ACI
Kime diyeyim derdimi?..[1]

Akşamın alacakaranlığı. İri, ıslak kar taneleri, yeni yakılmış fenerlerin çevresinde tembelce dönüyor; çatıların, atların sırtının, insanların omuzlarının, şapkalarının üzerinde ince, yumuşak bir katman oluşturuyor. Arabacı Iona Potapov hayalet gibi bembeyaz. Canlı bir bedenin kamburlaştırabileceği kadar kamburlaşmış, arabacı bölmesinde kıpırdamadan oturuyor. Üzerinde koca bir kar yığını bile oluşsa, silkeleme ihtiyacı duymaz herhalde... Atı da beyaz ve kıpırtısız. Hareketsizliği, biçimsiz hatları ve bacaklarının sopamsı düzlüğü ile yakından bile, ucuz, at şeklinde bir bisküviyi andırıyor. Düşüncelere dalmış olmalı. Pulluktan, alıştığı gri manzaralardan koparılıp buraya, bu korkunç ışıklar, durmak bilmez patırtılar ve koşturan insanlar girdabının içine bir kez atılan, düşünmekten alamaz kendini… İona ve küçük atı, uzun süredir kıpırdamıyorlar yerlerinden. Evden, öğleden önce ayrıldılar ve hâlâ siftah etmiş değiller. Ama işte şehre akşam karanlığı çöküyor. Fenerlerin solgun ışığı, canlı renklere bırakıyor yerini, sokağın kargaşası daha da gürültülü bir hal alıyor.
“Arabacı, Vıborgskaya’ya!” dediğini işitiyor İona birinin. “Arabacı!”
İona titriyor ve karla örtülmüş kirpiklerinin arasından, kapüşonlu mantosu içinde bir asker görüyor.
“Vıborgskaya’ya” diye tekrarlıyor asker. “Uyuyor musun yahu! Vıborgskaya’ya!”
İona, onaylarcasına dizginleri çekiyor; bu hareketiyle atının sırtından ve kendi omuzlarından kar yığınları dökülüyor yere… Asker kızağa biniyor. Arabacı dudaklarını şapırdatıyor, boynunu kuğu gibi uzatıyor, doğruluyor ve gerekli olduğu için değil de, sanki alışkanlıktan kırbacını sallıyor. At da boynunu uzatıyor, sopamsı bacaklarını büküyor ve kararsızca hareket ediyor…
İleri geri hareket eden karanlık kalabalığın içinden birilerinin, “Nereye gidiyorsun, hayta! Diye bağırdığını işitiyor İona. “Ne cehenneme gidiyorsun! Sağa geç!”
“Ne biçim sürüyorsun! Sağa geç!” diye azarlıyor asker de.
Bir kupa arabasının şoförü sövüp sayıyor, öfkeli bakışlar fırlatıyor. Yayanın biri, koşar adım karşıya geçerken, omzuyla atın suratına çarpıyor ve koluna bulaşan karı silkeliyor. İona, arabacı bölmesinde, diken üstündeymiş gibi kımıldanıyor, dirseklerini sağa sola vuruyor, sanki nerede olduğunu ve neden orada olduğunu anlayamayarak, deli gibi, etrafında gezdiriyor bakışlarını.
“Alçak bunların hepsi!” diye şakalaşıyor onunla asker. “Seninle çarpışmaya, atının altına girmeye yer arıyorlar. Sözleşmiş olmalılar.”
İona dönüp yolcusuna bakıyor ve dudaklarını kıpırdatıyor… Bir şey söylemek istiyor belli ki, fakat boğazından kısık bir hırıltı dışında ses çıkmıyor.
“Ne?” diye soruyor asker.
Ağzı bir tebessümle çarpılan İona, boğazını geriyor ve kısık sesle:

“Şey, beyim… oğlum öldü benim bu hafta,” diyor.
“Hım!.. Neyden öldü?”
İona bütün gövdesiyle yolcuya dönerek konuşuyor:
“Kim bilir! Herhalde sıtmadan… Üç gün hastanede yattı ve öldü… Tanrı öyle istedi.”
“Dönsene, iblis!” diyen bir ses yükseliyor karanlıkta. Gözün mü çıktı, ihtiyar köpek? Gözünle bakacaksın, gözünle!”
“Yürü, yürü…” diyor yolcu. “Yarına kadar varamayacağız bu gidişle. Dehle bakalım!”
Arabacı tekrar boynunu uzatıyor, doğruluyor ve ağır bir zarafetle kırbacını savuruyor. Sonra birkaç kez daha dönüp yolcuya bakıyor, fakat beriki gözlerini yummuş, dinlemeye hevesli değil anlaşılan. Yolcusunu Vıborgskaya’ya indirdikten sonra, bir meyhanenin önüne çekiyor İona; arabacı bölmesinde kamburunu çıkarıp oturuyor kıpırdamadan yine… Islak kar, tekrar beyaza boyuyor onu ve atını. Bu şekilde bir saat geçiyor, iki saat…
Galoşlarını kaldırıma vura vura, küfürleşerek üç genç adam geliyor karşıdan; içlerinden ikisi uzun boylu, zayıf, üçüncü ufak ve kambur.
“Arabacı, Politseyski köprüsüne!” diye bağırıyor tiz bir sesle kambur. “Üç kişiyiz… yirmi kapiğe!”
İona, dizginleri çekiyor ve dudaklarını şapırdatıyor. Yirmi kapik, uygun fiyat değil, ama para düşünecek hali yok onun… Bir rubleymiş, beş kapikmiş fark etmiyor kendisi için şimdi, yolcusu olsun yeter… Genç adamlar itişip küfürleşerek kızağa yanaşıyor, üçü birden oturağa tırmanıyorlar. Kimin oturarak, kimin ayakta gideceği sorununu çözmeye koyuluyorlar. Uzun çekişme, nazlanma ve sitemlerin sonunda, en küçükleri olan kamburun ayakta durması gerektiğine karar veriyorlar.
“Evet, yürü bakalım!” diye çınlıyor, yerine yerleşen ve İona’nın ensesine soluyan kamburun sesi. “Patlat! Şapkan da pek hoşmuş, kardeş! Bütün Petersburg’da daha kötüsünü bulamazdın…”
“Hı… ı… hı… ı…” diye gülüyor İona. “Olanı bu…”
“Olanı bu ha, yürü hadi! Bütün yolu böyle mi gideceksin? Ha? Ensene patlatayım mı bir tane?..”
“Başım çatlıyor…” diyor uzunlardan birisi. “Dün Dukmasov’larda Vaska’yla ikimiz dört şişe konyak içtik.”
“Neden uyduruyorsun bilmem ki!” diyor diğer uzun sinirli sinirli. “Hayvan gibi uyduruyor.”
“Tanrı cezamı versin ki gerçek…”
“Bitin öksürdüğü ne kadar gerçekse, seninki de o kadar gerçek.”
“Hı… ı!” diye sırıtıyor İona. “Neşeli baylar!”
“Üf, kör şeytan!..” diye söyleniyor kambur. “Gidecek misin, gitmeyecek misin sen, moruk? Böyle araba sürülür mü? Gümlet kırbacı şunun sırtına! Deh, iblis! Deh! Sıkıca bir geçir şöyle!”
İona, kamburun kıpırdanıp duran bedenini, titreyen sesini hissediyor arkasında. Kendisine yöneltilen azarı işitince, insanları görünce yalnızlık duygusu yavaş yavaş kalkıyor göğsünden. Kambur, altı katlı, tumturaklı bir küfürle boğulup, öksürük krizine tutulana kadar sürdürüyor sövmeyi. İki uzun, Nadejda Petrovna diye birinden söz ediyorlar. İona dönüp onlara bakıyor. Kısa bir ara vermelerini bekleyip bir kez daha bakıyor ve mırıldanıyor:
“Benim de bu hafta… şey… oğlum öldü!”
“Hepimiz öleceğiz…” diye iç geçiriyor kambur öksürüğün ardından dudaklarını silerek. “Hadi, yürü, yürü! Baylar, daha fazla bu şekilde gitmeye gerçekten halim yok! Ne zaman ulaştıracak bu bizi?”
“Destekle sen de onu biraz… ensesinden!”
“Moruk, duyuyor musun? Ensene patlatacağım şimdi bak!.. Siz arabacılara yüz veren yaya kalır!.. Duydun mu beni, Zmey Gorınıç? Yoksa söylediklerimizi takmıyor musun?”
Ve İona duymaktan çok hissediyor ensesine indirilen sillelerin sesini.
“Hı… ı…” diye gülüyor. “Neşeli baylar… Tanrı sağlık versin!”
“Arabacı, evli misin?” diye soruyor uzun.
“Ben mi? Hı… neşeli baylar! Benim tek bir karım var artık, o da yaş toprak… Hi… ho… ho… Yani mezar!.. Oğlum öldü, ben hayattayım. Tuhaf iş, ölüm, kapıları şaşırdı... Bana geleceğine, oğluma…”
Ve İona, oğlunun nasıl öldüğünü anlatmak için yolculara dönüyor. Ne var ki kambur iç geçirerek, Tanrı’ya şükürler olsun sonunda vardıklarını bildiriyor. Yirmi kapiğini alan İona, uzun süre, karanlık bir apartman girişinde kaybolan hovardaların ardından bakıyor.
İşte yine yalnız ve yine sessizlik başlıyor onun için… Bir süreliğine dinen acı tekrar beliriyor ve daha şiddetli bastırıyor göğsüne. İona’nın endişeli, çileli bakışları, caddenin iki tarafında mekik dokuyan kalabalığın üzerinde geziniyor: Binlerce insan arasında kendisini dinleyecek bir kişi bulunur mu diye. Fakat yığınlar, ne onu, ne de acısını fark etmeden koşturuyor… Sınır tanımayan dev bir acı. İona’nın göğsü delinse ve içindekiler dışarı aksa, bütün dünyayı sel alabilir oysa… Ve yine de görünmüyor bu acı, ufacık bir kabuğun içine sığmış, o kadar ki, gün ışığında mumla arasan, yine göremezsin…
İona, elinde kesekâğıdı tutan bir kapıcı görüyor ve onunla konuşmaya karar veriyor.
“Canım, saat kaçtır şimdi?” diye soruyor.
“On… Niye dikiliyorsun sen burada? Geç hadi!”
İona, birkaç adım öteye sürüyor arabasını, kamburunu çıkarıyor ve kendisini acıya bırakıyor… İnsanlara seslenmenin bir anlamı olmadığını düşünüyor artık. Ne var ki beş dakika bile geçmeden doğruluyor, keskin bir sızı duymuşçasına başını sallıyor, dizginleri çekiyor… Tak ediyor canına.
“Eve,” diye düşünüyor. “Eve!”
Ve atı, sanki düşüncesini anlamış gibi tırıs gidiyor. Bir buçuk saat sonra İona, büyük kirli bir ocağın önünde oturuyor artık. Ocağın üstünde, yerde, sıraların üzerinde millet horluyor. İçerinin havası boğucu ve ağır… İona uyuyanlara bakıyor, ara sıra kaşınıyor ve eve bu kadar erken geldiğine yanıyor…
“Yulaf alacak kadar bile çalışmadım,” diye düşünüyor, “acım ondandır. İşini bilen adamın… kendi karnı da tok olur, atının da, her daim huzurludur…”
Köşelerden birinde genç bir adam ayağa kalkıyor, uyku sersemi kesik kesik sesler çıkarıyor ve su kovasına uzanıyor.
“Su mu istedin?” diye soruyor İona.
“Evet, su!”
“Öyle… Afiyet olsun… Benim de oğlum öldü, kardeş… Duymuş muydun? Bu hafta, hastanede… Ne olay ama!”
İona, sözlerinin yarattığı etkiyi görmek için genç adama bakıyor, ama hiçbir şey göremiyor.
Beriki, yorganını kafasına çekmiş uyuyor bile. İhtiyar iç geçiriyor ve kaşınıyor… Gencin su içmek istemesi gibi o da konuşmak istiyor. Oğlu öleli bir hafta olacak yakında, oysa o daha kimseyle doğru düzgün konuşmuş değil… Düzgünce, tane tane anlatmak lazım… Oğlunun nasıl hastalandığını, nasıl acı çektiğini, ölmeden önce neler dediğini, nasıl öldüğünü söylemeli… Cenazeyi, rahmetlinin kıyafetini almak için hastaneye gidişini anlatmalı.
Köyde kızı Anisya kaldı… Kızından da söz etmeli… Anlatacak şeyi mi yok onun şimdi? Dinleyici of çekmeli, iç geçirmeli, ağlayıp sızlamalı… Kadınlarla konuşmak daha da iyi. Aptaldırlar, ama iki laftan sonra hüngür hüngür ağlarlar.
“Gidip ata bakayım,” diye düşünüyor İona. “Uykuya vakit bulunur… Meraklanma, uykunu çok alırsın daha…”
Üzerini giyinip, atın durduğu ahıra gidiyor. Yulaf, kuru ot ve havayla ilgili düşünceler var kafasında…
Yalnızken oğlunu düşünemiyor… Birisine söz edebilir ondan, ama kendi kendisine düşünmek ve gözünün önüne getirmek dayanılmayacak kadar korkunç…
“Çiğniyor musun?” diye soruyor İona atının parlayan gözlerine bakarak. “Çiğne, çiğne… Yulaf alacak parayı çıkaramadıysak, kuru ot yeriz biz de… Evet… Yaşlıyım artık araba sürmek için… Oğlumun sürmesi gerekirdi, benim değil… O gerçek bir arabacıydı işte… Hayatta olsaydı…”
“Öyle işte, kısrak kardeş… Kuzma İonıç yok artık… Sizlere ömür… Durup dururken öldü… Diyelim bir tayın var ve işte o tay sizlere ömür… üzülürsün, değil mi?”
At çiğniyor, dinliyor ve sahibinin ellerine soluyor…
İona, kendisini kaptırıyor ve anlatıyor ona her şeyi…

Anton Pavloviç Çehov, “Acı”, Anton Pavloviç Çehov Seçme Öyküler, İstanbul: Bordo Siyah Yayınları, 2008, s.49-57.




[1] Kime diyeyim derdimi ben?: Zebur’dan bir cümle. (Ç.N)

Hiç yorum yok: